CEMAL TUNÇDEMİR
Follow @CemalTdemir
1o Kasım 2013
1981 yılında ABD Başkanı Ronald Reagan ile ‘Demir Lady’ lakaplı İngiliz Başbakan Margaret Thatcher, ekonomi zirvesi için bulundukları Kanada’nın Ottowa şehrinde ortak bir basın toplantısı düzenler.
Bir Amerikalı kadın gazeteci söz alır ve İngiliz Başbakana, ekonomi politikalarının çalışan kesimi nasıl ezdiğine ilişkin bir soru sorar. Thatcher’ın yüz ifadesinden sorudan çok rahatsız olduğu belli olmaktadır. “Dearie (canım),” diye hitap ettiği kadın gazeteciye, sorunun, bulundukları platform için ‘’uygun bir soru olmadığını’’ söyleyerek cevap vermeyi reddeder. Kadın gazeteci, bu küçümseyici tavra, ‘’böyle biraz fazla amirane olmadı mı?’’ diye beklenmedik bir karşılık verir. Çok şaşıran Thatcher, Reagan’a dönerek, ‘kim bu kadın?’ diye sormaktan kendini alamaz. Reagan gülümser ve ‘Oh! That’s Helen’ diye cevap verir. Bir ABD başkanı için de, bir Amerikalı için de Helen Thomas’ı tarif için yeter de artar bir cümle.
Gazeteciliğin bir zirvesi varsa Helen Thomas o zirveye defalarca bayrak dikmiş bir gazeteci. Dünyanın en kudretli idarecilerine bile, hiç hoşlanmayacakları soruları sormaktan çekinmeyen bir gazeteci. USA Today gazetesinin kurucusu, Al Neuharth, Küba’nın efsane lideri Fidel Castro ile 2000’li yılların hemen başında gerçekleştirdiği ünlü röportajda, ‘Küba demokrasisi ile bizimki arasındaki en önemli fark sizce nedir?’ diye sorduğunda Castro, hiç düşünmeden, ‘Ben Helen Thomas’ın sorularına cevap vermek zorunda değilim’ diye yanıtlayacaktır.
Helen Thomas, yazar Kay Mills ile 1996 yılında gerçekleştirdiği bir söyleşide(daha sonra 2004’te Bill Moyers ile konuşurken de yineleyecektir), ‘’Eğer bir başkana soru sorulamıyorsa, o başkanın bir kral veya diktatöre dönüşmesi işten bile değil. Gazetecilik de başkana gerçekten soru sorabilecek, hesap sorabilecek tek kurumdur’’ diyecekti. Başkanların milyonları olumsuz etkileyen kötü kararlarının gerçek sebep ve sorumlularının sorula sorula mutlaka ortaya çıkarılması gerektiğine inanırdı.
2006 yılında New York’ta şahsen tanışma onuruna erdiğim Helen’in, ne iş yaptığımla ilgili soruya cevabımdan sonra ilk söylediği, ‘konuşman gerektiği zaman çeneni asla kapama’ tavsiyesi, yaşanmış bir hayata dayanan bir söz olarak, yolumu aydınlatan ışıklardan biri oldu.
Helen Amelia Thomas, Trablusşam’dan (o zamanlar Osmanlı’ya bağlıydı) ABD’ye göç etmiş George ve Mary Antonious adlı bir Arap çiftin 9 çocuğundan biri olarak Kentucky’de 4 Ağustos 1920’de dünyaya geldi. Bir göçmen ailenin, arkadaşlarınca Amerikalı kabul edilmeyen küçük kızından, erkek egemen Amerikan medyasında kadınlara yol açan bir öncü olmaya giden muhteşem bir öykünün kahramanı oldu. John F. Kennedy’nin başkanlık seçim kampanyasını izlemekle başlayıp 1961 yılı Ocak ayında Beyaz Saray’a taşınmayla başlayan Beyaz Saray muhabirliği ise tam 10 ABD başkanı döneminde yarım yüzyıl sürecekti.
Helen Thomas, Beyaz Saray tarihinde, başkanın basın toplantılarında açılış sorusunu soran ve toplantıyı ‘teşekkürler sayın başkan’ diyerek bitiren ilk kadın gazeteci oldu. On yıllarca Beyaz Saray’dan bir çok başkan, bir çok gazeteci gelip geçtiği halde Helen hep orada kaldı. Beyaz Saray geleneğinin öyle önemli bir parçası haline dönüştü ki, basın toplantılarının yapıldığı konferans odasında adına bir koltuk ayrılan gelmiş geçmiş tek gazeteci oldu. Diğer koltuklar gazeteci adlarına değil, medya kurum adlarına rezerve edildi hep.
Beyaz Saray muhabirleri arasındaki lakabı ‘Oturan Buda’ydı. Bazen, ‘Medyanın First Lady’si dendiği de olurdu. Hakkında tabiri caizse bir çok ‘menkıbe’ üretti gazeteciler. Efsaneye göre, tarihte bir elmada kurdu ilk bulan insandı. Çimler arasında dolaşan yılanı ilk gören gazeteciydi. Ama çoğunluk için, ‘muktedire soru sormanın anası’ydı. Bazısı, ‘iktidardan sağlıklı şüphenin tanrıçası’ derdi. ‘’Her resmi açıklamayı kaşlarını kaldırarak dinlemeyi icat eden’’ gazeteciydi. Başkan Gerald Ford bile, ‘’Tanrı dünyayı 6 günde yarattı ama yedinci gün olan biteni Helen Thomas’a açıklamakla geçtiği için dinlenemedi’’ şeklinde bir şakayla açıklayacaktı kendi Helen deneyimini.
1980’lerin başında, Beyaz Saray’ın güney bahçesine bir Lübnan sedir ağacının tohumunun dikimi nedeniyle küçük bir tören düzenlenir. Lübnan kökenli olması nedeniyle, tören küreği Helen’a verilir. Helen, tohumun konulduğu çukura toprak atarken, ABC News için haberi takip eden Sam Donaldson kamerasına bakarak haberi şöyle aktarmaktadır: ”Helen kürekle çukuru doldururken, geçmiş ve günümüzdeki Amerikan başkanlarının ruhlarının sesini etraftan duyabiliyorum: Helen’i de o çukura gömün! diye bağırıyorlar’’. Helen için iftihar vesilesi takılmalardır bunlar.
Helen’i en kızdıran şey, basın toplantılarındaki ‘yarım ağız, genel geçer, somut bir şey söylemeyen, geçiştirici’ açıklamalardı. ABC News’den Ann Compton şöyle anlatıyor onu:
‘’27 yaşında bu mesleğe başladığımda idolümdü. Yarım ağız verilmiş cevaplarla yetinmeyi hep reddetti. Biz geri kalan muhabirlerin tamamı, Beyaz Saray’ın, kamuyu aslında çok da aydınlatmayan, sadece ilgilisinin anlayacağı alt metin mesajların yer aldığı soyut genel cevaplarıyla yetinirdik. Ama Helen asla…’’
Bu tür hiçbir somut bilgi vermeyen her cevaptan sonra basın odasında tansiyon yükselirdi. Çünkü Thomas, halkın, idarenin her karar, açıklama ve icraatı konusunda açıkça bilgilendirilmesini demokrasinin olmazsa olmaz bir şartı olduğuna inanırdı. Bu bilgilendirmeye zorlamanın da Beyaz Saray muhabirlerinin görevi olduğuna…
Helen’in zorlayıcı net sorularına her ABD başkanı çaresizce katlandı. Cevap vermeye çalıştı. Kennedy, Johnson, Ford, Carter, Reagan, Baba Bush, Clinton ve hatta medya ile açıktan savaşan Nixon bile… Ama, 10 ABD başkanından sadece biri, Helen Thomas’ın soru sormasını, onu aşağılayarak engellemeye çalıştı.
George W. Bush 2001 yılında başkanlığa başladığında ilk basın toplantısında, Helen Thomas’a söz verdiğinde Thomas’ın sorusu şu oldu: ‘’Din – devlet ayrılığı prensibine saygı göstermeyi neden reddediyorsunuz?’’
Bush, sorudan da sorandan da hiç hoşlanmadı. Ve Helen Thomas için kariyerinin en zor yılları başladı. Demokrasi kültürü sorunlu Bush yönetimi, Thomas’ın ön sıradaki koltuğunu aldı önce. Arka sıralara yollandı. Ve basın toplantılarında uzun süre söz verilmedi. Ünlü medya eleştirmeni Ken Auletta, Bill Moyers’ın 2004’te PBS’teki programında, Helen Thomas’a bu yapılanlar anlatıldığında, Bush yönetiminin tavrını ‘ebeveyn tavrı’ olarak nitelendirecekti: ‘’Böyle bir hakları ve yetkileri olmadığı halde sizi korkutma ve cezalandırma hakkı görürler kendilerinde. Bu şekilde sizi tedip edebileceklerini düşünürler.’’
Sürpriz olmayan şekilde son yüzyılda en az basın toplantısı düzenleyen ABD başkanı olan George W. Bush, son kez soru hakkı verilmesinden tam 3 yıl sonra 21 Mart 2006’da ilk kez doğrudan Thomas’a soru sorma hakkı tanıdı. Helen, Bush’a şu soruyu sordu:
‘’Sayın başkan, Irak işgali kararınızla ilgili bir soru sormak istiyorum. Bu savaşa gerekçe olarak gösterilen konuların tamamının gerçek olmadığı ortaya çıktı. Öyleyse bu savaşa girmeyi gerçekte niçin istediniz? Petrol için olmadığını siz söylüyorsunuz. İsrail ya da bir başka şey için de değil diyorsunuz. Peki öyleyse sebep nedir?’’ Bush’un, somut olmayan cevaplarının ikili arasında başlattığı söz düellosunun kendisi büyük haber oldu. Çok tartışıldı.
Barack Obama, ABD başkanı seçildikten sonra 9 Şubat 2009’da ilk basın toplantısını yaptığında Helen Thomas da yeniden ilk sıradaki geleneksel yerinde oturuyordu. Helen’in karşısına çıkmak o kadar önemsenen bir işti ki, Obama bile basın toplantısına, Helen’e bakarak, ‘’işte bugün gerçekten başkanlığımın başladığı gün’’ şeklinde bir şakayla başladı.
Obama’ya başkanlığının ilk sorusunu elbette Helen sordu: ‘’Ortadoğu’da nükleer silahı olan bir devlet var mı?’’ Obama şaşırdı ve ‘bu konuda bir spekülasyon yapmak istemiyorum’ diyebildi.
Solcu Helen, Obama’nın da yakasını bırakmadı. Obama yönetiminin göreve, ‘şeffaflık vaadi ve basın özgürlüğüne daha çok saygı’ şiarıyla gelmesinden hiç etkilenmedi: ‘’Bu her yeni yönetimin ilk vaadidir’’ diyecekti bir röportajında:
‘’Ancak Beyaz Saray’a yerleşir yerleşmez, perdeler çekilmeye başlanır. Ve benim kamuya ait olduğuna inandığım her bilgi onların muhafazasında kalması gereken bir şeye dönüşür. Kamunun bilgisini kamu ile paylaşırken çok cimri davranırlar’’.
Sonraki aylarda da Obama yönetiminin basına yaklaşımı ile ilgili her sorunu çok sert eleştirdi. Bütün bunlara rağmen aynı yılın 4 Ağustos günü – ki hem Obama’nın hem Helen’in doğum günüdür- Obama önce kendi elleriyle taşıdığı mumlu pastayla basın odasına gelip Helen’in 89’ncu doğum gününü kutlayacak sonra kendi doğum günü kutlamasına gidecekti.
Kamuya ait bilgilerin kamudan saklanamayacağına inanan bir gazeteciyi iktidardaki politikacılar sever mi? Sevmez elbette. Ama Helen’in böyle bir derdi yoktu. Şöyle anlatacaktı:
‘’George Washington’dan beri (bu arada onun döneminde görevde değildim) hiç bir başkan gazetecileri sevmedi. Hepsi bizden nefret etti. Bizi sevmeleri için bir sebep yok ki… Sorularımızla canlarını sıkıyoruz. Ama biz de gazeteciliğe başkanlar bizi sevsin diye başlamadık’’.
Yanlış anlaşılmasın Helen, başkanlık makamına saygısız bir insan değildi. Saygılı bir tavırdan taviz vermezdi. Dahası başkanların çoğuyla, şakalaşıp takılacak, karşılıklı aile ziyaretleri yapacak kadar şahsi dostluğu da vardı. Gerald Ford bir gün çıktığı ‘fal tartısı’ndan çıkan karttaki, ‘parlak bir lidersiniz’ yazısını yanındaki Helen’e gururla gösterdiğinde, o, tartının kadranını göstererek, ‘bakın kilonuzu da yanlış hesaplamış’ diyerek, herkesi güldürür.
Mesleğinin ilkelerini, terbiyesini ve şahsi dostluklarını bir birine feda etmez. 2006’da Ann McFeatters’a konuşurken, ‘’başkanlık makamına saygı duyarım. Ama bize hizmetle yükümlü devlet dairesine tapacak halim de yok… Devlet her zaman bize gerçeği borçludur’’ diyecekti.
Demokrasilerde politikacıların medyadan nefreti olağandışı değil, normaldir. Normal olmayan, medyanın ‘haber verme’ ve ‘soru sorma’ özgürlüğüne müdahaledir. Helen Thomas’ın soru sormanın önemine çok sık vurgu yapmasının nedeni, Beyaz Saray basın odasında uzun yıllar, ‘soru sormamakla görevli gazetecilerin‘ çoğunlukta olmasıdır.
ABD eski Başkanlarından Franklin D. Roosevelt’in danışmanları, basın toplantılarından önce, başkanı takip eden muhabirlerle bir şekilde buluşur ve hangi soruların iyi cevaplar alabileceğini söyleyerek ‘sipariş’ verirlerdi. Roosevelt, rutinin bozulduğu bir keresinde, sorulmasını istemediği soruyu soran gazeteciyi, herkesin içinde, ‘bu soruyu sorma görevi verilmiş bir gazeteci’ olmakla suçlayacaktı. Ancak, kendi adamlarının görevlendirdiği gazetecilerin görevinden hiç bir zaman yakınmayacaktı.
Eisenhower’ın başkanlığı döneminde, Washington Star gazetesinin Beyaz Saray muhabiri Jack Horner’ın yönetimin istediği soruları sormakla görevli gazetecilerden biri olduğunu nerdeyse herkes biliyordu. Başkan Eisenhower bir keresinde cevaba, ‘Sayın Horner, bu soruyu sorduğunuza çok sevindim’ diye başlayınca, kimse kendini tutamayacak ve basın odası bir anda kahkahaya boğulacaktı.
Başkan Kennedy’nin danışmanları da, her basın toplantısı öncesi ‘soru ekerlerdi’. Kennedy’nin basın danışmanı Pierre Salinger yıllar sonra yazdığı anılarında, her basın toplantısı öncesi bazı muhabirleri yanına çağırdığını ve ‘şu soruyu sorarsan günün en çok konuşulacak cevabını alırsın’ dediğini itiraf edecekti.
Nixon da, 1972 yılında bir özel röportaj vermek istediğinde, sürpriz olmayacak şekilde Jack Horner’ı seçti. Horner’ın anılarından öğreniyoruz ki, röportajın tek bir şartı vardı: Horner soru sormayacaktı. Sormadı da… Bütün soru ve cevaplar Nixon’a aitti.
İşte Helen Thomas bu işleyişin aykırı bir dişlisi oldu. Üstelik yıllar içinde bir çok gazeteciye de ‘soru sorabilme cesareti’ aşıladı. Ancak, 2010 Mayıs ayında Washington politikasının en tabu konularından biri olan İsrail konusunda, sonradan ‘maksadını biraz aşan ifadeler’ nitelemesinde bulunduğu sözleri nedeniyle 57 yıllık kariyeri son buldu. Bir çok meslektaşı arayıp sormaya çekindi. Başkanlara kafa tutarken titremeyen Helen, arkadaşlarının tavrından müthiş etkilendi. ‘’Erken çalan telefonlara hiç cevap vermezdim. Artık veriyorum…Çünkü kim gerçek dostum kim değil artık biliyorum’’ diye sitem ettiği bir yalnızlık yaşadı son iki yılında.
Helen Thomas’ı geçtiğimiz 20 Temmuz 2013 günü 92 yaşında kaybettik. Öldüğünde, Amerikalı kadın gazeteciler yasını tuttu en çok. Çünkü Amerikan medyasında kadının önünü, bu ufak tefek Akdenizli kadın açmıştı.
Jimmy Carter’ın başkan olmadan önce, İncil dersi verdiği bir toplantıya girerken, ‘üzgünüz hanımlar giremez’ diye durdurulmak istendiğinde, ‘ben hanım değilim, gazeteciyim’ diye çıkışması çok ünlüdür. Kadınlar için zorladığı ne ilk ne de son kapıydı bu. Beyaz Saray büro şefi olan ilk kadın, tamamı erkeklerden oluşan kudretli Ulusal Basın Kulübü’ne üye olan ilk kadın, Beyaz Saray Muhabirleri Derneği’nin ilk kadın başkanı oldu. Beyaz Saray Muhabirleri Derneği, tarihinde ilk kez bir gazeteci adına, Helen Thomas Yaşam Boyu Başarı Ödülü tesis ettiğinde ilk ödülü de ödüle adını veren bu kadına verecekti.
Helen Thomas, ‘pür gazeteciliğin’ sembol isimlerinden biri oldu. Detroit’te üniversite okuyabilmek için benzinlikte çalışan göçmen kızı Helen ile, on yıllarca dünyanın süper gücünün tepesinde başkanlarla takılan Helen Thomas arasında karakter ve sorumluluk duygusu olarak en ufak fark oluşmaması büyüleyicidir gerçekten.
Ne mutlu, devlet başkanlarına, ‘soru sormakla görevli’ Helen Thomas’lar musallat edebilen ülkelere…
CEMAL TUNÇDEMİR‘i Twitter’dan takip edebilirsiniz