AMERİKA BÜLTENİ (28 Haziran 2018)
20’nci yüzyıl, insanlık tarihinin en kitlesel göçüne sahne oldu. Tarihte ilk kez 2000’lerin başında dünya şehirlerinde yaşayan insan sayısı, kırsal kesimlerde yaşayan insan sayısını geçti. BM’ye göre mevcut eğilim değişmezse 2050 yılı itibarı ile dünya nüfusunun yüzde 70’i şehirlerde yaşıyor olacak.
Ancak bu muazzam göçün politik sonuçlarını yeni yeni yaşamaya başlıyoruz. Bunlardan en önemlisi ise kırsal kesim yurttaşların oyları ile şehirlerde yaşayan yurttaşların oylarının artık eşit olmaması. ABD dahil bir çok ülkenin demode seçim yöntemleri nedeniyle, ülke parlamentolarında temsil dağılımına bakıldığında, kırsal kesimde yaşayan bir yurttaşın oyunun, şehirlerde yaşayan 2 veya 3 kişinin oyuna denk olduğu görülüyor. Bazı politik bilimcilere göre, bu durum, son yıllarda politik alanda yükselen yabancı karşıtı popülist aşırılığın da önemli avantajlarından biri. Onların görüşüne göre bu tehlikeli negatif trendi durdurmanın ilk şartlarından biri de bir taşralının oyu ile bir kentlinin oyunu yeniden eşit hale getirmek.
Örneğin ABD’de bir başkan adayının seçilmek için 270 seçici delege oyuna ihtiyacı var. Ülkenin en kalabalık eyaleti olan California’da yaklaşık 700 bin kişinin oyu tek ‘bir başkan seçici delege oyu’ ederken South Dakota eyaletinde 250 bin kişinin oyu ‘bir başkan seçici delege oyu’ ediyor. Delaware eyaletinde 900 bin oy bir milletvekili ederken, Wyoming’de yaklaşık 500 bin oy bir milletvekili ediyor.
Niskanen Araştırma Merkezinin başkanı Will Wilkinson’ın önceki gün New York Times gazetesinde yer alan ‘Neden kasabalının oyuna kentlinin oyundan daha değer veriyoruz’ başlıklı yazısı, konuyu Amerikan politika evreninin bugünkü gündemlerinden biri haline getirdi.
Willkinson, birkaç kuşaktır süren şehirleşme süreci sonunda ABD seçim sisteminin, coğrafi partizanlaşmaya uğradığına dikkat çekerek, ‘’Demokrat Parti, çok kültürlü çoğulcu kentlerin partisi olurken, Cumhuriyetçi Parti, tek kültürlü kırsal kesimlerin, çoğulcu kentlileşmeye direnen beyaz Amerikalıların partisine dönüştü’’ diye yazdı.
Stanford Üniversitesinden politik bilimci Jonathan Rodden bunu, ‘’Bir şehrin merkezinden banliyölere ve sonra kırsal kesime doğru ilerledikçe, aynı zamanda Demokrat Partili bir dünyadan Cumhuriyetçi Partili bir dünyaya doğru da yolculuk etmiş olursunuz’’ şeklinde özetliyor. Ülkenin en Cumhuriyetçi eyaletlerinin tam kalbinde yer alan şehirlerin merkezinde bile Demokrat oylarda bir çoğunluk yaşanıyor.
Örneğin son başkanlık seçiminde New York, Los Angeles, Chicago, Boston, San Francisco, Seattle, Philadelphia, Miami, Washington DC gibi kentlerin hepsinde Hillary Clinton yüzde 60’tan bazılarında yüzde 70’ten fazla oy aldı. Ülkenin San Diego, Atlanta, Baltimore, Cleveland, Oregon gibi orta büyüklükte kentlerin neredeyse tamamını da Clinton kazandı.
Trump’ın hiçbiri yüzde 55’i geçmemek üzere çoğunluğu kazandığı önemli şehirler ise, Oklahoma City, Birmingham, Cincinnati, Nashville, Dallas ve Pittsburg gibi şehirler oldu.
Trump, rakibinden milyonlarca daha az oy almasına rağmen, ‘electoral college’ denen seçim sistemi sayesinde ABD başkanı oldu. Cumhuriyetçiler, 2000 ve 2004 başkanlık seçimlerinde de, bu seçim sisteminin kırsal kesim oyunu daha değerli yapması nedeniyle, halk oyunda çoğunluğu sağlayamadan kazandılar. Bunun Amerikanın rejimi ve geleceği açısından oldukça yaşamsal sonuçları var. Donald Trump, önceki gün emekliye ayrılma kararını açıklayan Yüksek Mahkeme üyesi Anthony Kennedy’nin yerine önümüzdeki haftalarda yeni bir isim atadığında, Amerikanın yönetim rejimi olan ‘denge kontrol sistemi‘nin merkezinde yer alan mahkemenin 9 üyesinden 4’ü, halk oyu çoğunluğuna sahip olmayan başkanlar tarafından atanmış isimlerden oluşacak.
ABD’deki her hangi bir yerdeki yüksek nüfus yoğunluğu sadece Demokrat oylarda yükseklik anlamına gelmiyor. Aynı zamanda, ‘beyaz oranının düşüklüğü’, ‘eğitim düzeyinin yüksekliği’, ‘yetenek fazlalığı’ ve ‘üretim gücü yüksek işgücü’ anlamlarına da geliyor.
Wilkinson’a göre böylesi nüfus yoğunlaşmasına dayalı partizanlık, demokrasiyi bir meşruiyet krizine ve tıkanıklığa sürükleyen faktörlerin başında geliyor. Ona göre, ülke nüfusunun çoğunluğunun yaşadığı büyük şehirler, ciddi bir temsil sorunuyla yüz yüze…
Amerikan Anayasasının seçim sistemini 1780’li yılların tarım toplumuna göre ve özgürlüğün olduğu eyaletlerle köleliğin olduğu eyaletler arasında denge kurabilecek şekilde yapıldığını hatırlatan Wilkinson, günümüzde ise çok kültürlü şehir merkezlerinin nüfusun büyük bölümüne ev sahipliği yaptığına, ülke refahının çok büyük bölümünün burada üretildiğine, federal devletin vergi gelirlerinin çok büyük bölümünün buralardan karşılandığına dikkat çekerek, ‘’federal temsil adlı entrikamız, düşük nüfuslu boş arazilere ekstradan oy vererek, basiret ve ahlaka dayanması gereken ortak aklı aşağılıyor’’ diye yazdı.
İşte bu seçim sistemi sayesinde ABD Başkanı Donald Trump, kendisinden toplamda 3 milyon oy daha fazla Hillary Clinton’a karşı başkan olabildi. Trump’ın aldığı oy bölgelerinin sadece nüfusun daha azını değil, ekonominin de sadece yüzde 36’sını oluşturduğuna işaret eden Wilkinson’a göre ‘’Bu bir felaket’’.
Wilkinson, sistemin onları kırsal kesimlerdeki çok daha az oya sahip seçmenlere mecbur etmesinin, Kongre’deki ılımlı Cumhuriyetçileri de, kutuplaşma ortamında, hoşlanmasalar bile aşırı sağın çizgisine kaymaya zorladığını düşünüyor. Ayrıca sistemin şehir yönetimlerini değil eyalet yönetimlerinin eksene alarak oluşturulması da, Cumhuriyetçi eyalet yönetimlerinin, Demokrat kentlerin yönetimlerini, asgari ücrete zam, sağlık sigortası gibi düzenlemelerini veya insan hakları ve eşitlik politikalarını engellemelerine olanak sağlıyor.
AMERİKA BÜLTENİ‘ni Twitter‘dan ve Facebook‘tan takip edebilirsiniz