Skip to content
Menu

ABD sisteminin adı ‘başkanlık sistemi’ değil

Yüksek Mahkemenin 24 Şubat 1803 tarihli kararında Yüksek Mahkeme Başkanı John Marshall’ın ‘yargısal denetim’e vurgu yapan, ”Neyin kanun olup olmadığına karar vermek, kesinlikle yargının yetki ve görevidir” sözü, ABD Yüksek Mahkemesinin duvarını bu şekilde süslüyor.

CEMAL TUNÇDEMİR

21 Haziran 2016

ABD’nin İngiliz Krallığından bağımsızlığını ilan etmesinden 11 yıl sonra, 12 koloniyi temsil eden 55 kişi 25 Mayıs 1787 günü Philadelphia’da toplandı. Amaçları 11 yıldır gevşek bir konfederasyon görünümünde olan yeni devlete şekil verecek bir anayasa yapmaktı. Bu 55 adamın, o günlerin dünyasında örnek alabilecekleri bir cumhuriyet idaresi yoktu. Koloni valilerinin ‘majestelerinin valisi’, yargıçların ‘majestelerinin yargıcı’, yasaların ‘majestelerinin buyruğu’ olduğu bir düzenin keyfiliğini ve zorbalığını acı şekilde yaşayarak öğrenmişlerdi. Bununla beraber bağımsızlık ilanından sonraki 11 yılda kolonilerin kendi içinde yaşadığı ‘demokrasi’ tecrübesi de çok parlak sonuçlanmamıştı. Kolonilerin bir çok yerinde sadece oy çokluğuna dayalı kararlarla, çoğunluğun azınlık üzerinde en az majestelerinin valilerinki kadar keyfi ve zorba baskısı oluşmuştu. Keyfiliğe ve iktidar istismarına fırsat vermeyecek, aynı zamanda eşitliği, özgürlüğü ve hakları her bir birey için garanti altına alabilecek bir sistem arayışındaydılar. Bunun için de, Antik Yunandan beri tarihteki bütün yönetim tecrübelerini incelediklerini o günlerdeki yazışmalarından, tartışmalarından anlaşılıyor. Fransız hukukçu Montesquieu da, en fazla etkilendikleri isimlerden biriydi. Montesquieu’nun 1748 yılında yayınladığı Kanunların Ruhu eserinde dile getirdiği kuvvetler ayrılığı teorisi, yeni Amerikan devletine şekil verirken en önemli kılavuzlarından biri oldu.

ABD Anayasasının mimarlarından biri olan James Madison, 1788 yılından yayınlanan 51 numaralı Federalist makalede, “yasama, yürütme ve yargı güçlerini, ister tek bir kişi, ister bir zümre olsun; ister saltanatla, isterse de seçimle gelmiş olsun fark etmez, aynı ele vermek, tiranlığın tarifidir” diye yazacaktı.

17 Eylül 1787 gününe kadar 3 ay 23 gün süren Anayasa Kurultayı sonrasında, toplam 7 maddesi (sonraki yıllarda eklenecek 27 ek maddesi dahil) ile dünyanın en kısa anayasası ortaya çıktı. Anayasanın ilk üç maddesi, kuvvetler ayrılığını garanti altına alıyor. Devletin merkezine ise başkanı yani yürütme erkini değil istişare organı olan yasama erkini koymayı tercih ettiler. Birinci madde Kongreyi, ikincisi başkanlığı ve üçüncüsü de yargı erkini düzenledi.

Anayasanın 1788 yılı boyunca eyalet kongrelerinde onaylanması sürecinde bazıları, Anayasanın ilk üç maddesinin, saf bir kuvvetler ayrılığı getirmediği eleştirisinde bulundular. Örneğin başkanın Kongrenin çıkardığı bir yasayı veto yetkisi vardı. Bu yasama yetkisinin başkan tarafından kullanılmasıydı. Yine Senatonun da başkanın federal kurumların başına yaptığı atamaları reddetme yetkisi vardı. Bu da yürütme yetkisiydi. Bu kişiler eleştirilerinde haklıydı. Nitekim yeni Anayasanın oluşturulmasının en önemli aktörlerinden biri olan James Madison da, “saf bir kuvvetler ayrılığının pratikte mümkün olmadığını ve Montesquieu’nun kastının da bu olmadığını” yazacaktı.

Peki, tamamen birbirlerinden ayrılaması imkansızsa, devletin yasama, yargı ve yürütme gücünün aynı elde toplanmasını ve böylece cumhuriyetin yok olmasını ne engelleyebilirdi?

İşte bu çözüm arayışında Amerikan anayasal devlet sisteminin özü ortaya çıktı: ‘Check and Balance’ yani ‘Denge ve Denetleme’. Aslında İngiliz monarşisinde bazı ilkel uygulamaları olsa da Madison, bunun ilk kez bir cumhuriyete uygulanmasının fikri öncüsü olduğu için “Madisonian Model” olarak da anılıyor. Denge ve denetleme sisteminde, yasayı yapan, yasayı uygulayan ve yasayı yorumlayan güçler birbirinden bağımsız olacak ama aynı anda birbirlerini de yetkilerini aştıklarında denetleyebilecek güce de sahip olacaklar.

Anayasa kabul edildikten sonra, bu mekanizmalarına rağmen, devlet gücünün, vatandaşların hak ve özgürlüklerine potansiyel bir tehdit oluşturmaya devam ettiği duygusu devam etti. Madison ve Thomas Jefferson da bu endişeye katıldı. Madison, baskıcı bir çoğunluğun azınlıkta kalanların haklarını kolayca çiğneyebileceği endişesini dile getirdi ve 1789’da ‘Haklar Bildirgesi’ diye anılacak Anayasa’ya ek 10 madde (Amendments) teklifini Kongreye sundu. Anayasa değişikliği 1791 yılında onaylandı. Kongrenin, ifade ve toplanma özgürlüğünü kısıtlayan veya her hangi bir din lehinde/aleyhinde yasalar yapmasını yasaklayan birinci ek madde (First Amendment), devletin üç erkinin yanı sıra kamuoyunu da ‘denge ve denetleme’ sistemine dahil etti. Yani medya, sivil toplum kuruluşları veya sıradan vatandaşlar da devletin her türlü faaliyetini denetleme, eleştirme, ifşa etme, aleyhine kampanya yapma hakkı kazandı.

Montesquieu’nun ‘kuvvetler ayrılığı‘nı gerçek anlamda yaşama geçirecek rötuş ise 24 Şubat 1803 günü ABD Yüksek Mahkemesinden geldi.

Yargıç olarak atanan ancak atama işlemi usül eksikliği nedeniyle işleme konmayan William Marbury’nin dönemin Adalet Bakanı James Madison aleyhine açtığı davada, Yüksek Mahkeme’nin davanın içeriğinden çok yargının rolüyle ilgili yaptığı içtihat, ‘kuvvetler ayrılığı‘ çağının başlangıcı oldu.

Yüksek Mahkeme, ‘Marbury v Madison‘ diye anılan davanın kararında, anayasayı, hem yürütme hem de yasama organına karşı da koruyacak, bu iki erkin kararlarının anayasaya uygunluğunu denetleyecek bir erkin olması gerektiğine ve bunun da yargı erki olduğuna oybirliği ile hükmetti. Yani, mahkemelerin, anayasaya aykırı buldukları yasaları, başkan kararnamelerini, uygulamalarını iptal etme gücüne sahip olduğuna hükmedildi.

Yüksek Mahkeme Başkanı John Marshall, gerekçesinde şöyle yazdı:

“Anayasa ya sıradan kanunlar gibi kolayca değiştirilemeyen üstün bir kanundur, ya da yasama erkinin dilediği zaman değiştirebileceği, sıradan kanunlarla aynı düzeyde bir tasarruftur.
Bu şıklardan birincisi doğru ise yasama organının, anayasaya aykırı olan tasarrufları kanun niteliği kazanamaz. İkinci şık doğru ise yazılı anayasalar, doğası gereği sınırlandırılması imkansız olan bir kuvveti sınırlandırmak üzere milletlerin giriştiği anlamsız bir girişim gibi olur.”

Yüksek Mahkemenin 1803 tarihli Marbury v. Madison davasındaki içtihadı ile pekiştirdiği bu yargısal denetim yetkisinin temel amacı, yürütme veya yasama erki eliyle ülkede bir çoğunluk diktatörlüğü oluşmasını veya yasalar eliyle anayasal düzenin işlevsiz hale getirilmesini engellemek ve cumhuriyetin anayasal düzeninin yaşamasını garanti altına almaktı.

Bu içtihattan beri hem herhangi bir federal bölge mahkemesi hem de Yüksek Mahkeme, Kongrenin yaptığı bir yasayı Anayasaya aykırı olduğu gerekçesiyle iptal edebiliyor. Alexander Hamilton, “yasama erkinin yetkisini suistimale karşı bariyer” olarak nitelendirdiği yargısal denetimin, “Amerikan devlet sisteminin karakterine en fazla şekil veren şey” olduğunu yazacaktı.

Amerikan sistemi elbette ki kusursuz bir sistem değil. Bir çok sorun da üretti. Ancak bu sistem, ABD’nin 227 yıldır bir diktatörlük deneyimi yaşamamasının, demokrasi kesintisine sahne olmamasının, ‘özgürlükler ülkesi’ olarak anılmasının en önemli nedeni. Siyasi tarihte de, devlet gücünün suistimal edilmesini engelleyen en etkili mekanizma örneği olmaya devam ediyor.

ABD’de ‘başkanlık sistemi’ tabiri, yasama ile yürütme erklerinin ilişkisi bağlamında yürütme erki için kullanılan bir ifade. Yoksa Amerikan devlet sisteminin tarif eden bir kavram değil. Aslında bu yanlış algı da 20’nci yüzyılda kitle iletişim araçlarının gelişmesiyle oluştu. Örneğin tarihçilerce ABD’nin gelmiş geçmiş en önemli başkanı kabul edilen Abraham Lincoln, hayatı boyunca, Avrupa da dahil dünyanın çok büyük bölümünün bile tanımadığı bir isimdi. Küresel ölçekte ilk şöhretli başkan 1’nci Dünya Savaşı yıllarındaki başkan Woodrow Wilson oldu. ABD başkanlık seçimlerinin küresel ilgi odağı olması ise 1960 yılında John F. Kennedy’nin seçilmesiyle başladı. Amerikan kamuoyunda da başkana atfedilen önem son yüzyılda arttı. Başkanların özellikle de dış politikada konumu Soğuk Savaş döneminde görece güçlendi. Ancak hala Başkan, sistemin merkezindeki güç değil. Tek güç hiç değil. Amerikan devlet sisteminin adı da ‘başkanlık sistemi’ değil, ‘denge ve denetleme sistemi’dir.

Denetim mekanizmaları ile donatılmış bir devlet

Denge ve denetleme sistemi, devletin üç erki arasında sürekli bir tansiyon ve çekişme üretir. Ancak bu tam da anayasa yapıcılarının istedikleri şey. Madison, ‘her erkin ihtirası, bir diğer erkin yetkisini aşmasını frenler’ diye kaydedecekti. Çoğunlukla Amerika’nın yararına sonuç üreten bu çekişmeye yerel veya federal ölçekte Amerikan sisteminin her yerinde rastlanır.

Seçim bölgelerinin, nüfus büyüklüğüne göre sandalye kazandığı Temsilciler Meclisi ile her eyaletin eşit sayıda temsil edildiği Senato, yasama faaliyetinde birbirlerini denetler. Bazen Senatonun yasa tasarısı Mecliste ret edilir bazen de tersi olur.

ABD Başkanı Kongrenin yaptığı yasayı veto etme yetkisine sahip, ama Kongre de üçte iki oyla vetoyu aşıp aynı tasarıyı yasalaştırma yetkisine sahip.

Bakanlardan, büyükelçilere, CIA ve FBI başkanlarından, NASA ve Merkez Bankası gibi federal kurumların başkanlarına kadar yürütme erkinin bütün önemli makamlarına adayı başkan seçer ama ancak Senato onaylarsa bu kişiler atanmış sayılır.

Yüksek Mahkemenin boşalan üyeliklerine adayları ve federal mahkemelere hakimleri başkan seçer ama bu kişiler eğer Senato’nun salt çoğunluğu onaylarsa göreve başlayabilir. Federal yargıçlar ve Yüksek Mahkeme üyeleri göreve başladıktan sonra kendi istekleri ile emekli olmadıkça asla görevlerinden alınamaz ve özlük haklarında aleyhte değişiklik yapılamaz. Bu da tek bir iktidarın görev süresi içinde yargıyı tamamen kendi kadroları ile doldurmasını engeller. Bununla beraber Kongre ağır cezalık kriminal suçu sabit olan yargıçları ise görevlerinden azledebilir.

ABD devleti adına uluslararası antlaşmaları başkan ve bakanlar imzalar ama bu antlaşmaların yürürlüğe girmesi için Senato’nun üçte ikisinin onayı şart. Yargı da devlet başkanının idari kararlarını veya uluslararası antlaşmaları anayasaya aykırı bularak iptal edebilir.

Kongre, ABD Başkanını, federal kurumların yöneticilerini azletme yetkisine sahip. Azil sürecinde Temsilciler Meclisi iddianamenin kabul makamı ve Senato da mahkeme görevi görür. Azil oturumlarında Senato başkanlığını Yüksek Mahkeme başkanı yapar. Meclis, başkan hakkında azil süreci başlatılması yetkisini bugüne kadar iki kez kullanmıştır.

Kongre, komiteleri ve alt komiteleri aracılığıyla federal kurumların her türlü karar, politika ve işlemini inceleme, soruşturma ve gerekli görürse yargıya sevk etme yetkisine sahiptir. Eski başkanlardan Woodrow Wilson, Kongrenin idari işleyiş üzerindeki bu denetim yetkisinin, yasama faaliyeti gücünde olduğunu belirtecekti.

Kongre ise, Anayasayı değiştirerek Yüksek Mahkeme içtihadını ortadan kaldırabilir. Fakat anayasa değişikliği, ancak Kongrenin her iki kanadının üçte iki oyu ve 50 eyalet kongresinin dörtte üçünün onayı ile gerçekleşebilir. Yani bir partinin ne kadar güçlü olursa olsun tek başına Anayasayı değiştirmesi imkansızdır.
CEMAL TUNÇDEMİR‘i Twitter’dan takip edebilirsiniz