Skip to content
Menu

Venezuela tartışmalarında klişe söylemler ve bazı gri gerçekler

EDİTORYAL YORUM (AMERİKA BÜLTENİ) (27 Ocak 2019)

Venezuela, yaşamakta olduğu muazzam ekonomik çöküntü ile son yıllarda sık sık dünya gündeminde üst sıraları işgal ediyor. Son yıllarda 4 milyona yakın Venezuelalı ülkesini terketti. 2019’da enflasyonun yüzde 1 milyona ulaşacağı tahmini ülkeyi zorlu bir yılın daha beklediğini gösteriyor. Uluslararası gözlemci kuruluşlar bu yıl en az 2 milyon Venezuelalının daha ülkeden ayrılacağını öngörüyor.

Venezuela bu kara ekonomik tablonun üzerine son haftalarda, yaşadığı derin politik kriz ile de bir kez daha küresel tartışmaların odağında. Venezuela eksenindeki tartışmalar çoğunlukla ideolojik veya politik kutuplaşmaların yansıması. Bu tür tartışmaların doğası gereği de sıkça ‘doğru olması istendiği için inanılan yanlış bilgiler’den besleniyor. Ancak, Venezuela’da olan bitenin bazı noktaları siyah-beyaz netliğinde olmakla beraber, grinin tonlarına sahip noktaları daha çok.

İşte Venezuela tartışmalarında sıkça karşımıza çıkan bazı klişe söylemler ve bu siyah-beyaz söylemlerin gri noktaları :

‘Venezuela’da sosyalistler anti-sosyalistlere karşı’ 

Hayır, bu kadar basit bir ayrışma yok. Gerçek çok daha gri. Venezuela’da yaşanan net ideolojik bir kutuplaşma değil. Öncelikle ülkede meşru devlet başkanı olduğunu iddia eden her iki isim de sosyalist. Meclis Başkanı ve ‘geçici devlet başkanı’ Juan Guaidó sosyalist bir politikacı. Sosyal politikaları savunan muhalefet partisi Halkın İradesi Partisi’nin Vargas milletvekili. Maduro ve Guaidó arasındaki ayrışma devlet gücüne, devlet başkanlığının yetkilerine, hukuka, özgürlüklere bakış kadar sosyalizme bakış farklılığından da kaynaklanıyor. Yine muhalefet cephesinde, Maduro rejimini ‘’Chavez’in 1999 Anayasasına aykırı ve keyfi bulduğu’’ için hapse atılan veya ülkeden kaçmak zorunda kalan bir çok sosyalist eski bakan, aydın, partili de var. 

‘Venezuela’da bir darbe yapılıyor’

Aslında krizin her iki taraf da bu iddiada. Ancak, darbeyi kimin yaptığı konusunda görüş ayrılığı var. 

Maduro, muhalefetin ABD’nin taşeronluğuyla Venezuela’da darbe yaptığını savunuyor. Venezuela halkının tek iradesinin Sosyalist Birlik Partisi olduğuna, bunun dışındaki her siyasi oluşum ve kişinin ABD taşeronu olduğuna inanıyor.

Muhaliflere göre, ‘’Anayasal düzeni keyfi ve fiili durum yaratarak lağvedip kendisini yasama, yürütme ve yargı kararlarının tek otoritesi haline getiren’’ Maduro, Venezuela demokrasisine, anayasına ve milli iradeye darbe yapan kişi.

Maduro’nun ‘ben milletin iradesiyim‘ iddiasına muhalefet de, ‘’Madem millet ne derse o diyorsun o halde tarafsız makamların denetiminde eşit şartlarda seçime gidelim. Millet ne derse o’’ karşılığı veriyor. 

‘’Sivil yönetime darbe…’’

Yine iki taraflı bir iddia.

Muhalefet, Maduro rejiminin dünyadaki en askeri rejimlerden biri olduğuna dikkat çekerek Venezuela’da zaten sivil bir yönetim olmadığını savunuyor. 32 bakanlığın yarısının koltuğunda generaller oturuyor. Yine, rejim partisinin kontrolündeki eyalet valiliklerinin yarısından fazlasında da generaller var. Maduro döneminde Venezuela ordusunda general sayısı 4000’i geçti ki bu sayı NATO ordularının toplam general sayısından bile fazla. Her 30-40 askere bir general düşüyor. 1990’larda ordudaki general sayısı 50’den bile azdı.

Generaller sadece askeri işleri değil, petrol, madencilik ve gıda başta olmak üzere ekonominin büyük bölümünü yönetiyor. General maaşları diğer çalışan maaşlarına göre oldukça yükseltildi. Ülkenin en lüks yaşam sınıfını oluşturuyorlar. Venezuela’da halkın günlük gıda bulmakta zorlandığı günlerde bütün generallere devlet tarafından lüks araçlar alındı. Özel lojmanlar, her türlü gıda ürününü rahatlıkla bulabilecekleri özel alışveriş marketleri tahsis edildi.

Öyleyse soru şu; Askeri bir rejimde askeri darbe nasıl olabilir?

Maduro rejimi, üst kademesini tamamen politize ettiği orduyu, bir polis gücü gibi kullanmaya başladı. Bir çok büyük gösterinin ağır insan hakları ihlalleri ve orantısız şiddetle bastırılmasında askerler kullanıldı. 

Bu aslında ‘kısır bir döngü’ yaratmış durumda. Rejim, göstericilere karşı aşırı şiddet kullandıkça saygınlığı biraz daha eriyor. Saygınlığı eridikçe ayakta kalabilmek için güç kullanmaya olan ihtiyacı daha da artıyor. Bu aşırı güç kullanımı ise protestoların daha da artarak sürmesine neden oluyor. Bu döngüde rejimi ayakta tutabilecek tek şey, askerlerin, sivil protestoculara karşı şiddeti sürdürmesi.

Rejimin sürekli ‘darbe’yi gündemde tutmasındaki asıl kaygı hangi noktada artık sürdürelemez hale geleceğini kendisinin de öngöremediği bu kısır döngü. Askerlerin, ‘Sivil halka karşı kullanılmak istemiyoruz, şiddet uygulamayı reddediyoruz’ dedikleri kırılma anının ‘darbe‘ olarak nitelendirileceği açık. Maduro rejimi açısından en yakın tehdit de bu potansiyel. Muhalefetin ise bu olasılığa ‘darbe’ demediği açık. Meclis bundan dolayı sıkça, orduya, ”sivillere karşı güç kullanmayın, kanunsuz emirlere uymayın” çağrısı yapıyor.

Elbette kimsenin ‘darbe değil’ diyemeyeceği bir olasılık da var. Muhalif kesimler içinde sayıca küçük bir grubu oluştursalar da sesleri çok çıkan bir grubun, tıpkı Chavez’in yarbayken 1992’de giriştiği gibi emir komuta zinciri dışında bir askeri isyanla Venezuela’nın kurtulacağı yanılgısı yaşadıkları da bir gerçek. Fakat, bu tür açık bir askeri darbe, ilkinden daha zayıf bir olasılık.

‘Kendi kendini devlet başkanı ilan eden bir kişi…’

Maduro, 20 Mayıs 2018 seçimini kazandığını ve şahsının Venezuela halkının yegane iradesi olduğunu, kendi şahsının üzerinde konuşan herkesin bu milli iradeye saygısızlık yapmış olacağını savunuyor. Meclis Başkanının ‘kendi kendini başkan ilan ettiğini’ dile getiriyor.

Fakat muhalefet de 20 Mayıs 2018 seçiminin gerçek bir seçim olmadığını ve tiyatro olduğunu belirterek, Maduro’nun gerçekte seçilmediğini, devlet gücünü kullanarak kendisini devlet başkanı ilan ettiğini savunuyor.

Bağımsız kuruluşların yaptığı anketlerde halkın en az yüzde 70’i ise Maduro’nun devlet başkanlığını onaylamıyor. Muhalefetin ana blogunun engellenmesi üzerine tamamen boykot ettiği, en ciddi muhalif liderlerin hapse tıkıldığı veya adaylığının veto edildiği, göstermelik zayıf bir muhalifin ve kimsenin tanımadığı diğer iki adayın katılmasına izin verildiği, katılımın resmi rakama göre yüzde 46 olduğu (muhalefet göre ise yüzde 32), gözlemci göndermeyi reddeden Birleşmiş Milletler de dahil uluslararası saygın hiçbir kurumun meşruiyetini kabul etmediği bir seçim, Maduro’nun iddiasını zayıflatıyor.

Aslında, Millet Meclisi ülkenin şu anda ‘gerçek bir seçimin’ ürünü olan tek kurumu. Rejim de dahil kimsenin itiraz etmediği bir seçimle belirlenmiş bir irade.

Öte yandan, Venezuela rejiminin, ‘seçilmişe saygı’ iddiası, Venezuela Meclisinin fiilen işlevsiz kılınmasına, muhalif belediye başkanları ve valilerin görevden alınmalarına, tutuklanmalarına, seçilmiş milletvekillerine yapılanları görmezden gelmesiyle de sorunlu bir iddia… Bakanlar bile, ‘seçilmişleri’ gün aşırı açıkça tehdit edebiliyor. Örneğin, hapishanelerin bağlı olduğu Bakan Iris Varela, 11 Ocak günü attığı Tweet’inde ülkenin Meclis Başkanı’na şu şekilde seslendi:

‘’Hücreni ve hapishane kıyafetlerini hazırladım. Umarım atamalarını hızlıca yaparsın da böylece kimlerin hücrede sana arkadaşlık yapacağını öğreniriz.’’        

‘’Devlet başkanı seçimle değişmeli’’

Yaygın yanlış kanının aksine bu muhalefetin de talebi. Muhalefetin bugünkü tek talebi, seçim. Hem de 3 yıldır seçim istiyor. Tamamen kendisine sadık isimlerle doldurduğu Yüksek Mahkeme ve Yüksek Seçim Kurulunu kullanarak iki yıl boyunca seçimden kaçan Maduro, tek adam otoritesini oluşturduktan sonra 2018 Mayısında, Venezuela halkının çoğunluğunun boykot ettiği son derece şaibeli bir ‘seçim’ düzenledi. Muhalefet ise, bir an önce, rejimin denetiminde değil, bağımsız ve tarafsız kurumların denetiminde, şeffaf, devlet imkanlarının kullanılmadığı adil bir seçim istiyor. Nihayetinde, Meclis tarafından ‘geçici devlet başkanı’ da ülkeyi yönetmesi için değil, seçime götürmesi için ilan edildi.

‘’Trump, Venezuela’ya vali atayarak ülkeyi karıştırdı’’

Venezuela’ya ABD’nin yaklaşımı ile ilgili bir çok eleştirinin çok sayıda haklı noktası var. Ancak ‘Trump vali atadı’ söylemi, Venezuela’daki politik krizin kronolojisi hakkında bilgisizliğin bir göstergesi. Venezuela’da ‘devlet başkanlığı’ seçimi etrafındaki kriz, Trump’ın 23 Ocak’ta attığı Tweet ile başlamadı. Hatta Trump dönemiyle bile başlamadı. Bu kriz, anayasa gereği yeterli imza toplandığı halde referandumun yapılmadığı 2015’ten itibaren adım adım büyüyen bir krizin son aşaması.

Venezuela Meclisi, 20 Mayıs 2018’de yapılan seçimi, Anayasal temel şartların yerine getirilmediği gerekçesiyle onaylamadı. Ki, Venezuela Anayasası Meclisin onayını zorunlu kılıyor. Meclis, Maduro’nun görev süresinin dolacağı Ocak ayı başından itibaren devlet başkanlığı makamının anayasaya göre boşalacağını ve derhal seçimlere gidilmesi gerektiğine karar verdi. Meclis Başkanı, Chavez Anayasasına göre devlet başkanlığına vekalet eder ve ülkeyi 30 günde seçime götürür.

‘’Dış güçler egemen bir ülkenin içişlerine karışmasın’’

Bu söylemi duyan herkesin aklına, Latin Amerika’da geçmişteki sicilinden dolayı doğal olarak ABD geliyor ki temelsiz bir yaklaşım değil.

ABD’nin karanlık Latin Amerika sicilinin yanı sıra bir de Trump’ın sorunlu sicili söz konusu. Trump, daha bir kaç ay önce BM kürsünden ‘uluslararası kurumlar’ çağının bitip milliyetçilik çağının başladığını ve her ülkenin kendisi ile ilgili kaderine sadece kendisinin karar verebileceğini savunmuştu. Ve yine AB, BM gibi kurumlar, ABD’nin Müslüman nüfuslu ülkelere vize yasağını eleştirdiğinde, ‘herkes kendi işine baksın, bu ülkenin kaderine yabancı güçler karar veremez’ diye konuşmuştu. Trump’ın, şimdi Venezuela’daki anayasal krize, sadece eleştiriyle de değil, ‘askeri seçenekler’i masasına koyarak müdahil olması doğal olarak ikiyüzlülük eleştirisine neden oluyor. Yine, hemen her gün Tweet’lerinden ‘Kongre’nin, Yargı’nın ve medyanın susarak sadece o ne istiyorsa ne söylüyorsa onu onayladıkları, onu doğru buldukları bir düzeni’ savunan Trump’ın Maduro’yu tam da bunu yaptığı için eleştirmesi de ABD’nin tavrının, Amerikalıların çoğu da dahil dünyada kimseye saygın görünmemesinin temel nedeni.

Ancak ‘dış güçler‘ söylemindeki grilik, ABD’nin tavrıyla da sınırlı değil.

Venezuela, son 20 yıldır, Latin Amerika ülkelerindeki her iç krize haklı veya haksız ya doğrudan veya dolaylı müdahil olmakta bir an tereddüt etmedi. Venezuela rejiminin iç işlerine karışmadığı tek Latin Amerika ülkesi Küba. Ki onun da pek iç işi olduğu söylenemez. Yıllarca, kıtadaki komşularının iç işlerine karışıp rejimlerini değiştirmeye çalıştı. Komşusu Kolombiya’da FARC gerillalarını destekledi. Üst düzey Venezuelalı yetkililerin onlarla kokain ticareti yaptığına dair bir çok ciddi iddianın, uluslararası soruşturmanın oluşmasına neden olacak düzeyde… Kolombiya ile FARC’ın barış sürecini defalarca baltalamaya çalıştığı gündeme geldi. Dolayısıyla Venezuela rejiminin bugün Venezuela rejimini eleştiren, muhalefet destek veren Latin Amerika ülkelerine, ‘’içişlerimize karışıyorsunuz, darbe peşindesiniz’’ itirazının hiçbir etki uyandırmamasının temel nedeni bu.

Yine, Ukrayna’nın bir bölümünü işgal etmiş, Doğu Avrupa’da, Kafkaslar’da, Ortadoğu’da ve Orta Asya’da bir çok devleti doğrudan veya dolaylı müdahalerle yörüngesinde zorla tutan Rusya’nın, ‘’yabancı güçler bir ülkenin içişlerine karışmasın’’ tavrının havada kalması da bundan. 

Yine, bugün Venezuela’nın düştüğü ekonomik krizden ciddi oranda yararlanıp, Afrika ve Asya’da bir çok ülkeye yaptığı gibi, Venezuela’ya da günü kurtaracak borç verip, zenginlik kaynaklarının geleceğini ipotek eden ve bu işleyiş problemsiz sürsün diye buralardaki yolsuz otokratları finanse ettiği ithamlarının hedefindeki Çin’in itirazının ciddiye alınmamasının nedeni bu.

Yine, Venezuela’yı bugün adeta kolonisi haline getirmiş, devletin bütün yaşamsal kurumlarını ‘danışman’ kimlikli adamlarıyla fiilen yönetmekte olan, Venezuela petrolünü ülkesine ücretsiz taşıyan, kendi ekonomik fiyaskosunu Venezuela’dan kopardıklarıyla kapatmaya çalışan Küba’nın ‘sömürgecilik’ eleştirisinin boşlukta yankılanması da bundan. Öyle ki, ülkenin Meclis Başkanı Guaidó’nun 13 ocak günü makam arabasını durdurarak gözaltına alan ve başka bir araca zorla bindirerek bilinmeyen bir yere götüren istihbarat subaylarının bu cüretkar ve hukuk dışı eylemi Kübalı ‘danışman’ın emriyle yaptığı anlaşılacaktı. Bazı Venezuelalı muhaliflere, her resmi açıklamasında, ‘’dış güçler Venezuela’nın içişlerine karışmasın’’ diye seslenen Küba rejimine, bunun iki yüzlülük olup olmadığını sorma hakkı veren şeylerden biri bu.  

‘’Sosyalist rejim ABD’nin petrolünü kestiği için…’’

Bu söylemin tablosu da oldukça gri. Venezuela petrolünün en büyük alışverişi hep ABD ile olageldi. Chavez döneminde de Maduro döneminde de bu hiç değişmedi. Bugün bile öyle. Venezuela’nın diğer ülkelere sattığı petrolun önemli bir kısmı bile önce ABD’nin Meksika Körfezindeki rafinerilere gidiyor ve burada inceltildikten sonra dünyadaki diğer müşterilere satılıyor. Venezuela’nın kendi ülkesindeki rafinerileri bugün artık yüzde 20 kapasite ile üretim yapabilirken, sadece ABD’deki CITGO rafinerileri ful kapasite üretim yapabiliyor. Venezuela’daki rafineri ve petrol sahalarında çok sayıda Amerikalı uzman ve işçi çalışmaya devam ediyor. Yani sosyalist rejim ABD’nin petrolünü kesmiş değil. Son 20 yılda iki ülke başkanlarının kendi siyasi mitinglerinde tabanlarının gazını almak için birbirlerine kavgada söylenmeyecek sözler söyleyip tiyatral şovlar yaparken bile petrol tankerleri Karayip denizinde iki ülke arasında mekik dokumaya devam etti. 

2006-2007’de Venezuela’nın petrol üretim ve dağıtım işlerinin tamamının büyük ortağı olma kararından sonra ConocoPhilips ve ExXon’ın Venezuela’dan çıkma kararları da bu iki şirketin gönüllü kararlarıydı. Yani Venezuela hükümeti onlara gidin demedi. Onlar çıkıp dava açmayı tercih ettiler ki Venezuela hükümeti sonradan Conoco ile 2 milyarlarca dolarlık tazminatta anlaştı. ExXon ile davası sürüyor.

ABD’nin Venezuela’nın muazzam yer altı kaynakları ile hiç ilgilenmediği ve ‘ne yapıyorsa acı çeken Venezuela halkı için yaptığı‘ iddiası da gerçeği yansıtmaktan son derece uzak bir bakış. ABD bugüne kadar Venezuela petrolüne ambargo koymadıysa bu kararın sadece Venezuela’yı çökertmeyeceğini aynı zamanda kendi rafinerilerini ve petrol piyasasını da olumsuz etkileyeceğini bildiği içindi… Öte yandan, ’emperyalizm’ sicilleri sorunlu Shell, BP, Total, Chevron gibi firmalar Venezuela’dan hiç çıkmadılar ve büyük karlar elde ettiler, ediyorlar.  Yani, sosyalist rejimin ‘emperyalizmin’ petrolünü kestiği yanlış bir bilgi. 

Buradaki gri tonlardan biri de ‘emperyalizm’ sözcüğüne yüklenen anlamda saklı.

Venezuela’nın petrolü, sadece ABD’nin değil Rusya ve Çin başta olmak üzere herkesin Venezuela ile bu derece ilgili olmasının da tek nedeni. Caracas varoşlarındaki insanların yaşam kalitesinin Rusya’nın, Küba’nın, Çin’in veya diğer bir başka ülkenin de umurunda olduğunu kimse söyleyemez. Onlar da ‘çıkarlarına’ ve ‘enerji ihtiyaçlarına’ hitap edecek ‘uydu’ bir rejim istiyor. Yani, Maduro’yu ‘meşru devlet başkanı olarak’ gören cephenin de öncelikli derdi Venezuela’nın mevcut durumundan koparabildiği kadar çıkar devşirmek. Rusya’ın devlet petrol şirketi RosNeft Venezuela’nın her yerinde. Rafineri satın alıyor, ülkesine kelepir petrol taşıyor. Çin, uzun yıllara yayılan imtiyazlar tesis ediyor. Venezuela’nın Rusya ve Çin’den aldığı 69 milyar dolar krediyi ödeyemediği için ham petrol olarak ‘fazlasıyla’ ödüyor. Bir zamanlar Chavez’in nasıl büyük bir lider olduğunu göstermek için yoksul ülkelere çok ucuza petrol dağıtan Venezuela bugün Çin, Rusya ve Hindistan’a olan borcunu ödeyebilmek bütün petrol üretimini stoklayıp gönderiyor ama yine de yetiştiremiyor.

Venezuela, ‘anti-Amerikancılığın’ otomatik olarak ‘anti-emperyalizm’ veya sömürgecilik karşıtlığı anlamına gelmediğinin tipik bir katalizörü durumunda.  

‘’Venezuela’nın petrolüyle zengin olmasına izin verilmiyor’’

Bir zamanlar Venezuela’da spekülatörler, Venezuela’nın doğusunun petrol zenginliğini, ‘’Petrol çıkarmak için gerekli tek şey bir adam ve bir kürek’’ şakasıyla betimlerdi. Ama bugün bölgedeki bir çok petrol çıkarma sahası çalışmıyor bile. Çünkü, ülkenin petrol çıkaracak teknik ve teknolojik altyapısı dökülüyor, yedek parçası yok. Hepsinden önemlisi uzman personeli yok. Ülkede bir çok önemli kuruma atamada liyakatinden çok devlet başkanına mutlak sadakat aranmasının bedelini petrol endüstrisi de ağır şekilde ödüyor. Maduro, ülkenin petrol şirketi PDVSA’nın başına ve enerji bakanı olarak, Maduro’ya mutlak sadakatten başka hiçbir niteliği olmayan, hayatının tek bir gününde bile enerji konusunda bir iş yapmamış general Manuel Quevedo’yu atadığında, ‘’petrol devrimimiz başlıyor” diye konuşacaktı. Venezuela’nın petrol üretimi 2018 sonu itibarı ile günde 1 milyon varile geriledi ki bu son 70 yılın en düşük düzeyi. 2019’da ise 1 milyon varilin bile altına düşeceği kesin.

Petrol işçilerinin 2002’deki genel greve katılmasına tepki gösteren Chavez de, ülkenin petrol sektöründeki işgücünün yüzde 40’ını oluşturan 19 bin petrol işçisi ve uzmanını ‘geve katıldılar’ diye bir günde işten çıkardığında bunun ‘petrolde devrim’ olduğunu ilan etmişti. Bu profesyonel işçilerin yerine yine ‘sadakatten’ başka hiçbir uzmanlığı olmayan partililer alındı. Chavez seçilmeden hemen önce 1998 ortasında tarihinin en yüksek düzeyine ulaşan petrol üretimi de, 2003’teki bu gelişmeden itibaren hızla gerilemeye başladı. Çünkü Venezuela petrolü dünyanın en ağır ham petrollerinden biri. Çıkarılması da, işlenmesi de oldukça fazla altyapı yatırımı ve uzmanlık gerektiriyor. 2007’de yabancı uzmanların da ülkeden gönderilmesiyle üretim daha da düşmeye başladı. 

İkincisi, rejimin, petrolün sadece otomatik para getiren bir kaynak olmadığını, bunun devam edebilmesi için sürekli altyapı ve teknoloji yatırımı da yapılması gerektiğini de bir türlü kabullenmek istemedi. Chavez’e o gün için prestij ve seçim kazandıracak yatırımlara parayı saçmayı, ülkenin 20-30 yıl sonraki geleceğini kurtaracak yatırımlara yapmaya tercih ettiler. Yani, ‘Petrolün laneti‘ni yaşadı Venezuela.

Aslında bunun gerçek adı ‘kaynak laneti’. Yani ülke gelirinin tek bir kaynağa dayalı olmasının laneti. ‘Çokluğun getirdiği azlık’ anlamında ‘paradox of plenty’ şeklinde bir nitelemesi daha var. Peki ne anlama geliyor bu?

Örneğin, ülkenizin altın yumurtlayan bir tavuğu var. Her gün altın yumurtluyor. Ancak o zenginliğin keyfini sürerken farkında olmadığınız bir şey var; Bütün ekonominiz o tavuğun k.çına bağımlı hale gelmiş durumda artık. Muazzam düzeyde rahat ve bol para kazandığınız bir kaynak elinizin hemen altındayken, ekonominizin, o kaynağa göre çok az katkısı olacak diğer alanlarına yatırım yapmak mantıksız görünmeye başlıyor. Ve işte bu mantıksız mantığın bir sonucu olarak, bir yer altı kaynağına oldukça yüksek oranda sahip ülkeler, aynı kaynağa sahip olmayan ülkelere göre daha düşük bir ekonomik gelişme gösteriyor. O kaynaktan bir süre akan paranın neden olduğu lüks tüketim ise, ekonomik olarak hiç gelişilmediği gerçeğini örtüyor.

Gelinen noktada Venezuela, müşterilerine, aylık ihracat vaatlerini bile sık sık yerine getirememe sorunu yaşıyor. Altyapı ve uzman eleman yetiştirmeye yatırım yapması gerektiğini, partili işçilerle bu işin olmayacağını artık biliyor ama şimdi de bütün bunları yapabilecek parası yok. Venezuela petrol şirketi PDVSA’nın bugün en büyük gelir getiren kolu ise, ironik olarak, ABD’deki kurulu rafinerilerini işleten CITGO. Bu arada CITGO ile Trump yönetiminin yakınlığı da kafa karıştıran griliğin bir başka tonu. Venezuela’nın devlet firması CITGO’nun, Trump’ın 2017 Ocak ayındaki yemin törenine en büyük bağışlardan birini yaptığı da bağışçı listesinin kamuoyuna açıklanmasıyla ortaya çıkmıştı.

‘Venezuela ekonomisi ABD ambargosu yüzünden çöktü’

Venezuela’da bugünkü ekonomik manzara tabii ki Maduro ile başlamadı. Petrolün laneti açısından bakıldığında sorunun kökleri 1970’lere kadar gidiyor. Hugo Chavez’in iktidara geldiği 1998’de ülkenin ekonomik gelirinin yüzde 80’i petrol geliri haline gelmişti. Chavez iktidarının sona erdiği 2012’de bu oran yüzde 95’e çıkmıştı. Daha 2000’lerin başında bir çok ekonomik rapor, böylesi bir bağımlılığın Venezuela için ekonomik felaket habercisi olduğu uyarısı yapmaya başlamıştı. Ama 2000’lerin başında yükselen petrol fiyatlarıyla artan gelir, Chavez’in bu uyarılara kulak tıkamasına neden oldu. Chavez, ülkedeki bütün üretim faaliyetinin ortağı veya tek sahibi olmak istedi. Özel mülklere el kondu. Yargı politize edilerek rejime bağlandı ve hukuk rafa kaldırıldı. Yabancı şirketler ülkedeki fabrikalarını tek tek kapatmaya başladı. Böyle bir ortamda üretim de hızla gerilemeye başladı. Ülke, her şeyi ama her şeyi ithal eden bir ülkeye dönüştü. Yüksek fiyatlı petrolden para akarken bu çok sorun olmadı. 2010’larda petrol fiyatları düşmeye başladığında ise ‘petrol ülkesiyiz nasılsa kolay borç buluyoruz’ denilerek aynı politikalar artırılarak devam ettirildi. Çin’e sonraki yıllarda gönderilecek petrolün bile parası peşinde alındı. Bu ‘peşin’ para çarçur edildi ve şimdi petrolünü hiçbir gelir elde edemeden her ay yollamak zorunda.

Venezuela’nın gayri safi milli hasılası 2005 yılında beri düzenli bir düşüş eğiliminde. Enflasyonun kontrolden çıkması da Chavez’in son yılında oldu. Tıpkı market raflarından birçok ürünün kaybolmaya başlaması gibi. Maduro ise yangına benzin döktü. 

Yukarıdaki grafik Venezuela gayrisafi hasılasının düşüş eğrisi. Venezuela’da enflasyonun kontrolden çıktığı, market raflarının boşaldığı, kıtlığın başladığı 2014 yılı da dahil bu eğrinin hiçbir yerinde ambargo yok. Venezuela ekonomisini batırdı denilen ABD ambargolarının ilki 8 Mart 2015 tarihinde geldi. ABD, 2014 protestoları sırasında halka orantısız güç kullandıklarını belirttiği bir kaç üst düzey Venezuela yetkilisinin kişisel malvarlığını ve para hareketlerine ambargo getirdi. Birkaç kişinin mal varlığına ambargo konulmasının bu çapta bir ekonomik krizin sebebi olduğunu düşünmek biraz fazla zorlama olur. 

ABD’den ikinci ambargo kararı ise, Venezuela’da Maduro’nun seçilmiş Meclis’in yerini alması için kurduğu ve seçimle oluşmayan ‘Anayasa Meclisi’nin kendisinin ülkenin tek yasama organı ilan etmesinden sonra 2017 Ağustosunda geldi ki o da sadece ABD vatandaşlarına, Venezuela hükümetinin veya Petrobras şirketinin 90 günden uzun süreli tahvillerini alma yasağı getiriyordu. 

ABD’nin üçüncü ambargo ise, Maduro rejiminin önceki ambargoyu aşmak için, dijital para Petro’yu oluşturmasında sonra, 19 Mart 2018’de, yine ABD vatandaşlarının ve ABD’de kurulu şirketlerin Venezuela ile ‘Petro’ veya diğer dijital paralar üzerinden bir alışveriş yapmasını yasaklayan bir ambargoydu bu. 

ABD’nin son ambargo kararı ise, Maduro’nun erken seçime muhalif liderlerin ve partilerin katılmasını engellemesi üzerine 21 Mayıs 2018 günü ABD vatandaşlarına ve ABD’de kurulu kurumlara, Venezuela hükümetine ait borç tahvilleri, Venezuela devletinin yüzde 50’sinden fazla ortağı olduğu şirketlerde ‘değerli kağıt’ alışverişlerini yasaklayan bir ambargoydu. 

ABD’nin, Venezuela’yı ekonomik olarak çökertebilecek tek ambargo olan ‘petrol satışına ambargo’ ise bugüne kadar hiç olmadı. Son dönemde Trump’ın ‘seçenek’ masasında olduğu sıkça ifade ediliyor ama Venezuela petrolüne her hangi bir ambargo bugün itibarı ile hala yok.

Yani, ekonomi zaten çöktükten sonra gelen ambargolardan özellikle de son ikisinin, Venezuela ekonomisinin toparlanmasını kısmen zorlaştıracağı söylenebilir ama, Venezuela ekonomisinin Amerikan ambargoları yüzünden çöktüğünü söylemek, ekonomiden ve kronolojiden habersiz oldukça sığ bir ezber.

Muhalefet göre, Venezuela ekonomisindeki çöküntünün temel nedeni 20 yıldır ülkeyi yöneten güç, yani önce Chavez sonra Maduro’nun ekonomi politikaları, yönetim tarzı. Aslında bir çok bağımsız ekonomist de bu görüşte. Örneğin, petrol endüstrisine hiç bir altyapı ve uzman yatırımı yapmayıp, sadece ‘yabancı şirketler milyarlarca dolarlık altyapı yatırımını yapsın ama parasını biz yiyelim‘ diyerek hazırcılıkta ısrar edilmesi ülkeyi bugün kendi petrolünü çıkaramaz hale getirdi. ‘Döviz’ kurunun tek belirleyicisinin ve tedarikçisinin devlet haline getirilmesi ülkenin para politikasını bir kara delik haline getirdi. Gıda ve temizlik ürününe azami fiyat tavanı getirilmesi gibi uygulamalar stokçuluğu, karaborsayı ve boşalan market raflarını doğurdu.

Ülkenin gıda, tarım, teknoloji üretimini artırabilecek milyarlarca dolar, Chavez’in ‘çağın Bolivar’ı ve ‘mazlum milletlerin lideri’ olduğu iddiasını desteklemek için başta Güney Amerika ülkeleri olmak üzere dünyaya saçıldı. New York’un varoşları da dahil her yere muhalefetin ‘narsistik bir gösterinden başka hiçbir getirisi yok’ dediği şekilde bedava petrol dağıtıldı. Yoksulluğa kalıcı çözüm bulmak yerine, yoksulları seçimlerde Chavez’e destekletmekten başka amacı olmayan küçük çaplı nakit yardımlara harcandı. Venezuela’nın ihtiyacı olup olmadığı tartışmalı ve bugün de kullanamadığı Rus jetlerine milyarlarca dolar harcandı. Ülke yatırım adı altında inşaat ve beton çöplüğüne çevrildi. Chavez öldüğünde yarım şekilde bırakılmış 4000’den fazla dev inşaat projesi vardı.  Ülkenin tüm ekonomik varlıkları denetimsiz bir fon olan FONDEN’in içine ve tek kişinin iki dudağı arasına boca edildi.

‘’Pahalılığa, ülke ekonomisini baltalamak için stok yapan sağcı marketçiler neden oluyor’

Bu iddia ilk olarak Chavez’in döneminde bazı ürünler raflardan kaybolmaya başlayınca ortaya atıldı. Chavez, bazı süpermarket şirketlerinin depolarını kameralarla basarak, bir marketin depolarında zaten olması gereken ürünleri, rejimi karalamak isteyen sağcı stokçuluğun göstergesi olarak sundu. Bununla da yetinmeyerek devleti işlettiği ve piyasadan daha ucuza ürün satan binlerce ‘mercados’ kuruldu. Bu ucuz marketlerden mal alanların sınırdan geçirerek Kolombiya gibi komşu ülkelerde daha yüksek fiyata sattıkları ortaya çıkınca buralardan alışveriş bir hapishaneden alışverişe çevrildi. Müşteriler belli zaman ve miktarda alışveriş yaptıklarının belirlenmesi için parmak izi okutmadan kimlik kaydına kadar bir sürü resmi işleme tabi tutuluyor. Piyasadaki diğer süpermarketler ve alışveriş zincirlerine fiyatlarını indirmeleri baskısı yapıldı. Kapılarına askerler gönderildi. Bir çok ünlü zincir kapanmak zorunda kaldı.

Oysa ki, başarılı ve üretken bir ekonomide tek sorun art niyetli bazı stokçularsa, başka marketler kolayca aynı malı tedarik edip uygun fiyattan satabilir ve olan o stokçuya olur. Stokçuluğun satıcılıktan daha karlı olması, ekonomik çöküşün nedeni asla olamaz, ancak göstergesi olabilir. Ve devletin sattığı hiç bir mal iddia ettiği kadar ucuza mal olmaz. O marketlerde satılan ürünlerin, çalışan personelin maliyeti, konulan diğer vergilerle kapatılmaya çalışıldı.

Üretim ekonomisi’, malına mülküne mutlak garanti isteyen üretici ve bu garantinin yarınlarda da devam edeceğine inancı için ‘hukuk devleti’ gerektirir. Keyfilik ve rant peşindeki bir rejim ise böylesi bir ortam kurmaya yanaşmaz. Her şeyin bir kişinin iki dudağı arasında olduğu keyfi talimat rejimlerinde de üreticilik yapmanın ticari bir mantığı yoktur. Venezuela’da bu oldu. Tarımsal üretimden en basit günlük ihtiyaçların üretimine kadar her şey durma noktasına geldi. Tuvalet kağıdına kadar her şeyi ithal eden bir ülkeye dönüştü. Ülkenin parası dolar karşısında değer kaybedince ithalat durdu. Dolarla ürün ithal edip Bolivar ile satmanın hiç bir ticari mantısı yoktu. İthalat durunca raflar boşaldı.

Devlet kendisi market işine girdi, binlerce market açıldı. Ama bu marketlerin bile raflarında bir çok ürünü bulmak imkansız hale geldi. Ve bu sistem de bir kara deliğe dönüşmüş durumda. 

Bugün Venezuela’da üretim ve dağıtım araçları iddia edildiği gibi ‘burjuvazinin’ elinde değil. Generallerin elinde. Temel gıda ithalatı bile Milli Savunma Bakanlığının tekelinde. Bu rejimde her hangi bir muhalif iş insanının, ülkeye resmi yollardan mal getirip keyfi stokçuluk yapabilmesi mümkün değil.

”Her şey stokçular yüzünden” iddiasının etki gücünün azalmasından sonra, ”ülkemize karşı ekonomik savaş yürütülüyor” propagandasına geçildi. Bu iddianın da artık Venezuelalıları pek etkilemediği anlaşılıyor.

‘’Venezuela’da krizi ABD’nin askeri müdahalesi çözer’’ 

Donald Trump ve yönetimine yakın bazı isimler son dönemde defalarca ‘askeri seçenek’ dahil her seçeneğin masada olduğunu söylediler. Bazı muhalif kesimlerin ve ABD’deki destekçilerinin ‘müdahale krizi çözer’ iddiasının ise gerçekle bağı yok.

Elbette ki, ABD’nin böylesi bir müdahale ile Maduro’yu devirme gücü var. Ama bunun, krizi çözmek yerine Venezuela’yı, Latin Amerika’yı ve uluslararası toplumu çok daha derin krizlere sürükleyeceği de çok açık. Venezuela halkının ezici çoğunluğunun Maduro’nun görevi bırakmasını istediği bir sır değil. Ancak, şartları ne kadar kötü olursa olsun Venezuelalıların olası bir Amerikan askeri işgaline çoğunlukla destek verecekleri iddiasının da gerçekle ilgisi yok. Venezuela’da 2018 Kasım ayında yapılan bağımsız anketlerde böylesi bir Amerikan askeri müdahalesi ile Maduro’nun görevden uzaklaştırılmasına destek vereceklerini söyleyenlerin oranı yüzde 35 oldu. Aynı ankette, halk baskısı ve müzakere yoluyla Maduro’nun görevi bırakması ve seçime gidilmesi seçeneğine destek ise yüzde 65 oldu.