Keşmir’in kaderi Asya’nın kaderi-1
CEMAL TUNÇDEMİR
6 Mayıs 2020
“General Ziya-ül Hak, Pakistan’ı ele geçirdikten sonra ülkede sadece din konuşulur oldu. Namaz kılıp oruç tutuyor görünenlerin sayısı hızla arttı. General Ziya, bir Ramazan günü, kuklası başbakan Muhammad Khan Junejo’nun evinin bahçesinde bir iftar yemeği veriyordu. Davet edilen gazeteci ve yazarlar arasında ben de vardım. Oruçlar açıldı. İftar yemeği yenirken müezzin akşam namazı için kamet getirdi. General Ziya, yemeğini bırakarak apar topar yerinden kalktı ve namaz odasına geçti. Davetlilerin nerdeyse tamamı da hemen kalkıp onu takip etti. Yemek bölümünde tek başıma kalmış gibiydim. Etrafa biraz bakınınca, bahçenin uzak köşesindeki bir ağacın altında oturan gazeteci Ahmed Ali Khan’ı gördüm. General ve misafirleri namaz kılarken birkaç kişi daha ikimizin sohbetine katıldı.”
Pakistan edebiyat ve eleştiri dünyasının en etkili isimlerinden biri olan ve 2016’da yaşamını yitiren İntizar Hüseyin’in, ‘Darağacının Yanındaki Ev’de aktardığı anısı şöyle devam ediyor:
“Ertesi gün yine başbakanın bahçesindeydik. Başbakan Junejo bu kez kendi adına iftar daveti veriyordu. Bir gün önceki hazirun, general Ziya hariç, tam kadro yine oradaydık. Yemek yerken müezzin kamet getirdi. Başbakan Junejo aniden yemeğinin başından kalktı ve namaz odasına geçti. Sadece birkaç kişi başbakan Junejo’yu takip ederek namaza gitti. Çoğunluk benim gibi sofrada kalarak yemeğe devam etti. Namaz Müslümanlara farz bir ibadet. Ama öyle görünüyor ki Müslümanları bu ibadeti yerine getirmeye zorlayan şey, tanrının rızası değil, namaz kıldıklarını görmesini istedikleri kişinin rızası…”
Bütün otoriter rejimler, amaçları, ideolojileri ve kültürleri ne olursa olsun fark etmez, ikiyüzlülük üzerine kuruludur. Despotizm ikiyüzlülüğü besler ve toplumu çürütür. ‘Dürüst insan’ olma idealini yani ahlakı yok eder. General Ziya’nın Pakistan’ı da bundan kaçınamazdı.
Ziya’nın Pakistan’ı, ne ülkenin kurucu lideri Muhammed Ali Cinnah’ın ne fikir babası Muhammed İkbal’in ne ulusal şair Faiz Ahmed Faiz’in hayal ettiği Pakistan’dı. Ziya, 1979’da çıkardığı ‘Şeriat Kanunları’ ile Pakistan’ın ‘din devleti’ yönündeki gidişatını daha da hızlandırmıştı. Şeriat Mahkemeleri kurulmuş, zina, inançsızlık, dinden çıkma ve dine aykırı davranışlar kriminal suçlar arasına girmişti. Halka açık alanda taşlama, kırbaçlama gibi had cezaları getirilmişti. Kadınların şahitliği ve öldürülen kadınların kan parasını, erkeklerin yarısı kabul eden bir yasa çıkarılmıştı. Okullardan, kütüphanelerden, kitap evlerinden gayri-İslami görülen bütün kitaplar, bilgiler ayıklanmıştı.
Sadece dini bilgilerin öğretildiği, belli bir dini yoruma sıkı sıkıya bağlı, eleştirel akla kapalı, radyo, televizyon, kitap gibi her türlü iletişim aracının yasak olduğu medreseler, ilk kez resmen ‘eğitim kurumu’ olarak kabul edilmiş ve devlet desteği ile sayıları hızla artırılmıştı.
Devlet televizyonu müzik programlarını kaldırmış, milliyetçi hamasi marşlar ve ilahiler dışında müzik yayını kalmamıştı. Parlamenter demokrasinin, devleti disiplinden ve uyumdan yoksun bıraktığı iddiasındaki Ziya, ‘’daha hızlı karar alınabilen’’ başkanlık sisteminin gerekli olduğunu savunduğu için Meclis lağvedilmiş, yerine, ‘İstişare Meclisi’ kurulmuştu. Tüm üyelerini Ziya-ül-Hak’ın seçtiği bu meclisin tek varlık nedeni, Ziya’nın keyfi kararlarına ‘istişare kararı’ görüntüsü vermekti.
Ziya, darbeyle oturduğu fiili devlet başkanlığını, ‘seçilmiş’ devlet başkanlığına dönüştürmek istediği referandumu, ‘İslami kanunların uygulanmasını istiyor musunuz?’ sorusuna monte edecekti. Kendisine ‘Hayır’ cevabını böylece, ‘İslama hayır’ şekline dönüştürmüştü. ‘İslam kanunlarının uygulanmasına evet’ ise aslında Ziya’nın 5 yıl daha devlet başkanı olarak kalmasına ‘evet’ demekti.
Yüzde 90 ‘evet’ oyu ile geçen referandum Ziya için bir Pirus zaferiydi. Çünkü, katılım oranı yüzde 10’da kalmıştı.
Peki ne olmuştu da ülkedeki en büyük dini grup İslam Cemaati (JI) bile Ziya ile arasına mesafe koymuştu? Ziya’nın bütün bu adımları ‘dine kazandırmak’ için değil, kişisel otoritesine kazandırmak için attığını anlamaya başlamıştılar. Örneğin, Ziya, 1970’lerin sonunda cemaatin lideri Tufeyl Muhemmed’e, kendisine, “Butto’nun, başbakan olduğu 1974 yılında, kendilerine bir muhalifi öldürmek için para verdiğini” şeklinde yalan itirafta bulunacak dört “tanık” temin etmesini istemiş ve Butto idam edildikten sonra bu dört kişiyi hemen serbest bırakacağı sözü vermişti. Ziya’nın o dört yalancı tanığı da, Butto’yu astıktan hemen sonra idam etmesi, cemaatin onunla arasına mesafe koymasının başlangıcı olacaktı.
Tarih boyunca bir dinin müntesipleri, bir ideolojinin ve dünya görüşünün savunucularının tek bir yorumda buluşması asla söz konusu olmamıştır. İnsanın ve eşyanın tabiatına aykırı bir avuntu bu. Ancak yine tarih boyunca bir çok otoriter lider, şahsının etrafında birliği, din etrafında birlikmiş gibi sunabilmek için, tek bir yorum dayatma gibi beyhude bir davranışa kalkışmaktan kaçınmamıştır.
Ziya Pakistan’ında da, diğer dini yorumların sadece gayri İslami değil yasal açıdan suç hale gelmesi uzun sürmedi. Bu da, yine eşyanın tabiatı gereği, sosyal çatışma anlamına geliyordu. Şii-Sünni çatışması en üst düzeye çıktı. Fakat, sünni gruplar arası rekabet de çatışmalara dönüştü. Farklı aşiretlere, etnik yapılara veya sosyal kesimlere hitap eden Sünni dini gruplar kamusal alan etkinliği için birbirleriyle çekişmeye başladı. Ahmedilik gibi ana akımdan farklı dini yorumlar ise zaten çoğunlukça daha baştan ‘sapkınlık’ olarak görülerek kamusal yaptırıma konu hale gelmişti. ‘Devletin İslamı’ dışında bir Müslümanlığa bile tahammülü olmayan böylesi bir düzende Hindu, Sih, Budist, Hristiyan, ateist olmak ise otomatik olarak, potansiyel ‘dış güç işbirlikçisi’, ‘ajan’, ‘vatan haini’, ‘virüs’ olarak görülmek demekti.
Oysa kurucu lider Cinnah, Pakistan’ın kuruluşundan sadece 4 gün önce, 11 Ağustos 1947 günü yaptığı konuşmada, ‘’Herkesin eşit yurttaş olduğu laik bir düzenden başka çözüm yok’’ diye savunmuş ve eklemişti:
“İngiltere’nin tarihine bir bakın. Geçmişte, bugünkü Hindistan’dan bile daha kötü haldeydi. Katolikler ve Protestanlar birbirini yargılıyor, hakim taraf olmaya çalışıyordu. Günümüzde bile dünyanın değişik yerlerinde hala, toplumdaki bir dini kimliği diğerlerinden ayrıcalıklı ve üstün tutmaya çalışan devletler var. Allah’a şükürler olsun ki biz buradan başlamıyoruz. Ayrımcılığın olmadığı, devletin bir sosyal grubu diğer bir sosyal gruba üstün gördüğü bir düzende başlamıyoruz. Biz, dini, kastı, sosyal sınıfı, etnik kökeni ne olursa olsun her birimizin eşit yurttaş olacağı bir devlette başlıyoruz.”
Onu tanıyanlar, Cinnah’ın, bu sözleri sarf ederken ‘konuşma yapmadığını’ aksine içtenlikle konuştuğundan şüphe etmez. 1930’lu yıllarda içinden Pakistan hareketini doğuracak Hindistan Müslüman Cemiyeti’nin henüz Hindistan Ulusal Kongresi‘nin parçası olduğu dönemde, Cinnah, Gandhi’den ve hatta ironik şekilde Nehru’dan bile daha sıkı bir laiklik savunucusuydu. Hindistan Kongresinin müzakerelerinde sık sık, “din, politik bir söylemin malzemesi haline asla gelmemeli” uyarısı yapan kişi oydu. Öyle ki bir defasında, fazla dini bir üslup kullanan Gandhi’ye, “Senin yaptığın gibi inanç ve politikayı karıştırmak bir suçtur” diye yüksek sesle çıkışacaktı.
Cinnah o yıllarda ‘laik, birleşik, bağımsız Hindistan’ın en önemli savunucularından biriydi. Hindistan Ulusal Kongresinin en saygın liderlerinden biri olduğu sürece, ısrarla Hindu, Müslüman, Sih, Budist, Hristiyan, ateist herkesin eşit olduğu, her hangi bir dini inanca imtiyaz getirilmeyen, devlet olanaklarıyla başka dini inançlara ayrımcılık veya baskı uygulamayan laik bir birlikteliği savundu durdu.
Fakat, gerek Hindistan bağımsızlık hareketini bölmek isteyen İngiliz koloni yönetiminin manipülasyonları, gerekse de Ulusal Kongrenin sağcı Hindu milliyetçisi kanadının ‘Hindu Hindistan’ ısrarı, Cinnah ve arkadaşlarının, Britanya sonrası bir bağımsız devlette, Müslümanların vatandaşlık haklarının, Britanya hakimiyeti dönemindekinden bile geri gideceği endişesine kapılmasına yol açtı. Bu endişe, 1930’lu yılların ortasından itibaren Cinnah’ı ve benzeri bir çok laik Müslümanı da ‘Müslümanlar için ayrı bir devlet’ düşüncesini savunmaya itti.
Cinnah’ın Hindistan Müslümanlarının doğal lideri gibi görüldüğü o dönemde bile bazı Müslüman gruplar arasında Cinnah’a duyulan güvensizlik, Hinduların ona güvensizliğinden bile fazlaydı. Özellikle de 1947’deki bölünme sırasında bugünkü Pakistan’a göç etmeyerek, bugünkü Hindistan’da ve bugünkü Bangladeş’te kalmış gelir ve eğitim düzeyi düşük Müslümanlar arasında… Karaçili zengin bir tüccar ailesinin, elinden viski bardağını düşürmeyen, İngiltere’de eğitim almış, kendisini dinleyen halka Urduca değil, akıcı bir İngilizce ile konuşan hukukçu oğlu, bu Müslümanlara çok fazla yabancı geliyordu.
Bir devleti, ‘bir dini kimliğin devleti’ olarak kurmanın, bu fikir etrafında örgülemenin ülkeyi kaçınılmaz olarak taşıyacağı bir nokta vardı. Nitekim Cinnah, yeni ülkesinde, hem şahsının Müslümanlığına yönelik şüphe ve eleştirileri bastırmak için hem de birlik beraberlik sağlama düşüncesiyle sıklıkla din vurgulu konuşmalar yapmaya başladı.
Şubat 1948’deki bir radyo konuşmasında, ‘’Pakistan anayasası yapıldığında, eminim ki İslamın temel ilkelerini de kapsayan demokratik bir anayasa olacak’’ diye konuşacak ve ekleyecekti:
“İslam ve İslamın idealizmi, bize demokrasiyi vazediyor. İnsanların eşitliğine inanmayı, adil olmayı ve herkese karşı dürüstlüğü öğretiyor.”
Cinnah’ın o gün için unutmuş göründüğü şey, herkesin İslam’ı, onun anladığı gibi anlamayacağıydı. Nitekim, Cinnan’tan sonraki ‘Pakistan Genel Valisi’ Liyakat Ali Han, çıtayı biraz daha yükselterek 1949’da geçirdiği fiili anayasada ‘Egemenlik Allah’ındır’ hükmünü koydurdu. İnsan yapımı olan bir anayasaya bu hükmü koymak, insan yapımı yasalara karşı çıkmayı da otomatik olarak ‘’Allah’a karşı çıkmak’’ haline getiriyordu.
Hindistan Müslümanlarının bağımsızlıklarını kazanarak Pakistan devletini kurmaları, dünyadaki, o yıllarda oldukça karamsar bir mağlubiyet hissinin etkisindeki İslami hareketlerin dikkatini Pakistan’a çekmişti. Pakistan liderleri, bir anda İslami hareketler evreninin kahramanlarına dönüşmüştü. Bütün Müslüman dünyasında ilgi odağı olmak, Pakistan’daki liderlerin, dini önderlerin ve entelektüel kesimin, ütopik ‘Pan-İslamizm’ ve ‘hilafet’ rüyasına savrulmasına yol açtı. Bütün ‘İslam dünyası’nın bir politik birliktelikte buluşabileceği ve Pakistan’ın da ‘ümmetin lideri’ olacağı gibi irrasyonel bir hayale kapıldılar. Öyle ki Hindistan Müslümanlarının liderlerinden, Şadri Halkuzzaman, – ki bağımsızlık sonrası 3 ay daha Hindistan tarafında kalmış ve Pakistan’ın ‘Müslüman katliamlarının arkasında Hindistan var’ iddiasını reddetmiş biriydi– bile, Pakistan’ın ‘İslamistan’a dönüşmesine ramak kaldığını düşünmeye başlayacaktı. Çok yakın bir gelecekte bütün İslam ülkeleri Pakistan’ın liderliğinde İslamistan’ın eyaletleri olacaktı.
Nasıl irrasyonel bir savruluş yaşadıklarını görmelerine imkan verebilecek eleştiri mekanizmalarını ise zayıflattıkça zayıflattılar. Gerçeklerden o kadar kopmuşlardı ki, ‘İslam Dünyası’ dedikleri şeyin, politik mahiyet olarak bir vehimden başka bir şey olmadığını anlamaları bir yana, Pakistan nüfusunu bile dini inanç etrafında homojen bir birliğe dönüştürmenin, eşyanın tabiatına aykırı olduğunu görebilecek durumda değillerdi. Ancak cin şişeden çıkmıştı.
1956’da ülkenin ilk cumhurbaşkanı İskender Mirza, ilk resmi anayasayı geçirdiğinde, ülkenin adı, ‘Pakistan İslam Cumhuriyeti’ olarak değiştirildi. 1958’de onu darbeyle devirip ülkenin ikinci devlet başkanı olan Eyüp Han, bir yandan, kendisi, oğulları, kayınpederi ve diğer akrabalarının yolsuzlukları ile ilgili haberleri bastırmaya çalışırken, bir yandan da 1962’de devletin kararlarının dine uygunluğu hakkında fetvalar verecek ‘İslami Nazariyat Konseyi’ni kuracaktı. Başkenti Karaçi’den taşıyarak, ülkenin iç kesiminde sıfırdan kurulmuş şehre de ‘İslamın Şehri’ anlamında ‘İslamabad’ adını verecekti.
Bu gidişat, 1971’de devlet başkanı olan Oxford eğitimi almış, görece modern bir yaşama sahip, sosyal demokrat çizgideki hukukçu politikacı Zülfikar Ali Butto döneminde de durmayacak, ironik olarak dramatik bir hız kazanacaktı. Tıpkı Cinnah gibi Şii bir aileden gelen Butto, 1973 yılında yazılmasına öncülük ettiği yeni anayasa ile bir yandan, otoriter heveslere göre düzenlenmiş başkanlık rejiminden, ‘parlamenter demokrasi’ye geçmek gibi ilerici değişiklikler yaparken bir yandan da aynı anayasaya ‘devletin dini islamdır’ ibaresi yazdıracaktı. Sonraki bazı değişikliklere rağmen halen yürürlükte olan 1973 anayasası ile, İslami din dersleri zorunlu hale getirilecekti. Bu anayasa ayrıca, ‘gayri-İslamilik’ tanımı yapıp, Ahmediliği, gayri-İslami ilan ediyordu. Butto da, yaptığı her şeyin başına ‘İslam’ ekleyerek, buna muhalefeti İslam karşıtlığı haline getirme kurnazlığını sürdürdü. Öyle ki nükleer silah geliştirme programına bile ‘İslam Bombası’ adı verilecekti. Fakat gün geldi bunlar da, Butto’nun seçim kazanmasına yetmedi. Halk desteğinin azaldığını gören Butto, 1977’de çok daha ileri bir adım atarak, ülkede alkollü içki satışına yasak getirdi. Oysa, kendisi de tıpkı Cinnah gibi viskiyi çok seviyordu.
“Ziya sadece, Butto’nun ebeliğini yaptığı bebeği besleyip büyüttü” diye yazacaktı yıllar sonra İntizar Hüseyin ve ekleyecekti:
“Bir gecede bütün bürokrasi camilerde görünmeye ve namaz kılmaya başladı. Benim çalıştığım gazete Maşrik’te birkaç dindar kişi vardı. Öğle veya ikindi ezanı okunur okunmaz işlerini bırakır en yakın camiye namaza giderlerdi. Şimdilerde ise General Ziya’nın atadığı yayın yönetmeni, odasından çıkıp namaza yöneldiğinde gazetedeki muhabir ve editörlerin tamamı da yerlerinden kalkıp arkasından yakındaki camiye namaza gidiyor. Manyak bir adamın bıçağı boynumuzdaydı. Söylentiye göre düzenli namaz kılmayan herkes fişlenmişti.”
Şöyle devam ediyor Hüseyin:
“General, gazete, radyo ve televizyonda ‘alkol’ kelimesinin kullanılmasına bile yasak getirmişti. Ben Pakistan Radyosunun edebiyat programının sürekli konuklarından biriydim. Bir gün programa başlarken yayıncı Şakur Bedil, ‘’lütfen içinde içki geçen hiçbir şiir okumayın’’ ricasında bulundu. İçki, Urdu edebiyatında aşkın ve arzunun yerine çok sık kullanılan bir metafor. Bunun yanı sıra, sarhoş olmak, Sufi edebiyatında da sıkça Allah aşkı ve Peygamber sevgisini ifade etmede de kullanılır. Muhammed İkbal bile bunu şiirlerinde çokça yapar ki bir kitabının adı Sakiname’dir. İkbal, 1947’de devlete dönüşecek Pakistan fikrinin babasıdır. Buna rağmen yayıncıya, Sakiname’den bazı bölümler okumak istiyorum deyince, ‘’Ne olur, işimi kaybedeceğim’’ diye yalvararak okumamamı rica etti’’.
1977 alkol yasağı, kapalı kapılar ardında içip, çarşıda pazarda içki karşıtlığı yapmayı, gazeteciler, politikacılar, bürokratlar ve milyonlarca Pakistanlı için milli spor haline getirdi. Ülkenin politik liderleri, zengin elitleri, bürokratları, hatta fetvaları veren ilahiyatçı din adamları, evlerinde veya sadece üye olanların girebildiği kulüplerinde rahatça içkilerini yudumlamayı sürdürdü. Nitekim, Butto da, 1977’de içki yasağını getirdiğinde, ‘nasılsa kendisi ve arkadaşlarının, özel ortamlarında rahatça içmeye devam edebileceği’ rahatlığındaydı. Aynı günlerde sokaklarda, İslam peygamberini kast ederek, ‘Nizamı Mustafa istiyoruz’ diye gösteri yapan protestocuların desteğini alacak Ziya’nın iki hafta sonra darbe yapacağından habersizdi…
1977 yasağı, gayrimüslimlerin işlettiği içki satış dükkanlarını, sadece gayrimüslimlere satış yapma şartıyla yasak harici bırakmıştı.
Pakistanlı romancı Mohammed Hanif, New York Times’ta 2016’da yayınlanan bir yazısında ‘’Pakistan’da bugün içki haram diye içmeyen çok insan var. Ama onlardan çok daha da fazla olarak, Müslüman olduğu için değil, fakir olduğu için içemeyen insan var’’ diye yazacaktı.
Karaborsa piyasadaki içki fiyatlarına gücü yetmeyen yoksul Pakistanlılar için tek yol, merdiven altı piyasası. Bu ev yapımı içkiler yüzünden her gün kör olan veya ölenlerin haberleri artık rutin haber. Buna rağmen Pakistan halkının önemli bir kesimi, tek suçu çaresizlikten ev yapımı içki içmek olan bu yoksulları, ‘toplumun en ahlaksız kesimi’, ‘Allah’ın Pakistan’ı cezalandırma sebebi’ görmeye devam ediyor. Bu çarpık bakış da, kifayetsiz, arsız ve yolsuz politikacılara üste çıkma cüreti vermeye devam ediyor. Tıpkı, Hanif’in yazısında aktardığı, 30 Ekim 2016 günü, Pakistan, televizyon ana haberlerinin konusu olan ‘Johnny Walker’ şişesi gibi. Oysa belli bir yaşı geçmişlerin bile çok uzun süredir Pakistan televizyonunda görmeyeceği bir şeydi viski şişesi.
Ana haber bültenlerini işgal eden bu korkunç suç aleti, o zamanlar muhalefette olan merkez-sol parti Pakistan İnsaf Hareketinin başkent İslamabad’a protesto için akın eden yüzlerce üyesinden birinin arabasının bagajında ele geçirilmişti. Polisin gururla kameralara gösterdiği bu bir şişe viski, iktidara göre, muhalefetin ‘ahlaksızlığının’ ispatıydı.
“Ahlaksız muhalefet”, İslam’da haram olan içki içiyordu. Hanif’in aktardığına göre, arabasının bagajında viski şişesi bulunan muhalif politikacı, ertesi akşam televizyon programında kendisini itham eden iktidar yanlısı program ekibine ve iktidar politikacılarına, ‘’aranızda içmeyen mi var?’’ diye isyan ederek sorduğunda, derin bir sessizlik oluşacaktı. ‘Hayır’ deseler, kendileri de aynı suçun suçlusu olacaktılar. ‘Evet’ deseler, kimsenin inanmayacağını bildikleri için ‘yalancı’ olduklarını açıkça itiraf etmiş olacaktılar. O bir anlık sessizlik, ülkenin içki yasağından beri 30 yıldır nasıl bir toplumsal ve resmi ikiyüzlülük yaşadığının en çarpıcı göstergesi olabilirdi. Eğer, şişenin sahibi muhalif politikacının üyesi olduğu merkez sol Pakistan İnsaf Hareketi iki yıl sonra iktidar olduğunda, partinin biri Hindu ve diğeri Hristiyan iki milletvekili, ‘’bizim dinlerimizde de alkollü içki haram, gayrimüslimlere de içki yasaklansın’’ yasa teklifi vermeseydi… Neyse ki bu akıl almaz yasa teklifi reddedilecekti.
Pakistan, 73 yıl sonra, halkına vaat ettiği eşitliği, refahı, özgürlüğü sağlamaktan hala çok uzak bir devlet. İşleyen ve devamlılığı olan bir anayasal düzenden çok, politik elitler-güvenlik bürokrasisi ve dini gruplar üçgenindeki mafyatik dengenin, güç gösterileri, karşılıklı darbeleri ile varlığını sürdürmeye çalıştığı bir ‘organize iş’ görüntüsü hakim. Elbette ki bu, bütün Pakistanlılar için kara bir tablo değil. Aralarında Şerif, Butto, Khan gibi politik hanedanlıklar, ihale zenginleri ve generallerin olduğu 5 milyon civarında Pakistanlı oldukça konforlu bir yaşam standardına sahip. 30-40 milyon civarı Pakistanlı ise mütevazı ama tahammül edilebilir şartlarda yaşıyor. Geri kalan 150 milyon Pakistanlı için yaşam çok sefil, asık suratlı, mutaassıp ve adaletsiz.
Cinnah, 1947’de ülkenin kuruluşundan dört gün önce yaptığı konuşmayı, 1970’lerde Ziya’nın Pakistan’ında yapsa başkentin meydanında taşlanırdı. 1947’den 1977’ye sadece 40 yılda gelinen nokta çok dramatikti. Oysa, Hindistan’daki Müslümanların en eğitimli kesimi Pakistan’a taşınmıştı. Daha tutucu ve yoksul Müslümanların çoğunluğu Hindistan’da kalmıştı. Pakistan, kurucularının İslam kimliği etrafında milli bir birlik kurabilecekleri yanılgısının yol açtığı yanlışlar zinciri, bu eğitimli insan stokunu sadece bir kuşakta eritecek, meydan kifayetsiz aşırılara kalacaktı.
Şimdi birbirini besleyen cehalet ve otoriterlik sarmalında sürüklenen Pakistan halkının bu kısır döngüden çıkışı, çağa uygun bir eğitim, şeffaf ve hesap sorulabilir bir devlet, özgürlük, laiklikle garanti altına alınmış yurttaş eşitliği ve bağımsız yargı ile mümkün. Ancak bu da ne Pakistanlıların hapsedildiği tuhaf dinci düşüncenin ne de devletin işine gelmiyor.
İntizar Hüseyin’in, ‘Yoldaşlar’ adlı kısa öyküsünün kahramanı yanlış bir dolmuşa biner. Asıl gitmek istediği menzilin ters yönünde yol almaya başladığını fark ettiğinde geçtir. Tanımadığı insanlarla beraber, tanıdığı insanların artık yaşamadığı bir yere doğru ilerlemeye başlar… Duraklar yabancı olduğu için hiçbir durakta inemez. Anlamsız bir şekilde koltuğuna yapışıp kalmaktan başka bir şey yapamaz olur. Yolun belirsiz sonunu beklemekten başka…
Cinnah’ın Pakistan’ının aksine Nehru’nun Hindistan’ı, 1947’de doğru yöne giden dolmuşa binmeyi başarmış gibiydi. Ta ki, o da son 10 yılda yanlış bir durakta inip de doğru yönü şaşırıncaya kadar… Son yıllarda laiklikten hızla uzaklaşan Hindistan da, yanlış istikamette, karanlık ve tehlikeli bir bilinmeze hızla yol alan, frenleri de sağlam olmayan dolmuşa hapsolmuş yolcu gibi.
1947 yılında 14 Ağustos’u 15 Ağustos’a bağlayan gece yarısından beri küs bu iki kardeş ülke, tehlikeli yolculuklarından, birbirlerinin kıymetini yeniden keşfedip, birbirlerinden aldıkları güçle yoksulluk ve cehalet cenderesinden çıkacakları, doğru bir durakta da inebilir. Birbirlerine olan nefretin akıllarını iyice kör etmesiyle, geleceklerini tüketecekleri kanlı ve karanlık bir durakta da…
Her iki durağın adı da ‘Keşmir’.
(Devam edecek)
CEMAL TUNÇDEMİR‘i Twitter’dan takip edebilirsiniz
Malabar tepesindeki ev