Skip to content
Menu

Parlamentonun en uzun yüzyılı

( ‘Parlamentoların Anası’ diye anılan Birleşik Krallık Parlamentosunda Halk Meclisi Genel Kurul Salonu)

CEMAL TUNÇDEMİR

30 Ekim 2021

-İfade Özgürlüğü Tarihine Bir Yolculuk 3-

Aydınlanma Çağı’nın en önemli isimlerinden, siyaset felsefecisi John Locke, ülkesi İngiltere’de ‘vatana ihanet’ten yargılandığı için, 1684 yılında, o günlerde başı muktedirleriyle beladaki bütün entelektüellerin sığınağı olan Hollanda Cumhuriyetine kaçmıştı.  

Onu sadece hakkındaki yargılama ve soruşturmalar değil, Parlamento’nun Kral’a karşı 80 yıldır süregelen mücadelesinin inişli çıkışlı serencamı da yormuştu. 1684 yılı Aralık ayında yakın arkadaşı Pembroke Lordu’na Amsterdam’dan yazdığı mektupta, ‘’Politik çekişmelere karışmama meylim, kalbimde, huzur isteğinden ve bu dünyadan sessiz sedasız geçip gitmekten başka arzuya yer bırakmıyor’’ diye yazacaktı. Ancak ‘’en uzun yüzyıl’’ henüz sona ermemişti. Hollanda’da yaklaşık 5 yıl sürgün yaşamı yaşayacak Locke da dahil kimse, o kaotik yüzyılın önce İngiltere’yi sonra dünyayı değiştirecek görkemli bir kapanışa doğru gittiğinin henüz farkında değildi. 

Aslında 1600’lü yıllara girilirken, İngiltere, iki Katolik krallık, Fransa ve İspanya ile yaşadığı çekişmeler dışında çoğu kişinin dikkatini çekecek bir ülke değildi. En önemli oyunlarını ve sonelerini art arda yazdığı o günlerde Shakespeare’in bile Londra tiyatro evreni dışında kimse farkında değildi. Yine o günlerde, ‘’sadece iki asır içinde bu ücra ve küçük Kuzey Avrupa ada ülkesi, dünyanın en güçlü ülkesi ve dili de küresel dil olacak’’ iddiasında bulunacak birine ‘’kaçık’’ gözüyle bakılabilirdi. 

1500’lerin ortasından itibaren yaklaşık yarım yüzyıldır süren Kraliçe Birinci Elizabeth Çağının aslında koynunda büyük fırtınalar beslediği sonradan anlaşılacaktı. Evlenmeyen ve çocuğu olmayan Elizabeth’in 1603’te ölümü ile Tudor Hanedanlığı devri kapandı. Elizabeth’in İskoçya Kralı olan kuzeni, Birinci James unvanıyla İngiliz Kralı da oldu ve Stuart Hanedanlığı dönemi başladı. 

Elizabeth’in aksine James, Orta Çağ Avrupasında güçlenen ve siyasi otoriteye dini anlam yükleyen ‘İlahi Krallık Hakkı’ doktrinine sıkı sıkıya bağlı bir bakışa sahipti. James, bir defasında kralları, ‘Tanrıcık’ olarak niteleyecekti. Allah, bu kişileri Kral olarak seçiyordu. Dolayısıyla Kral’a karşı gelmek Allah’a karşı gelmekti. Devlet, Kral’ın şahsıydı. 

Fakat ne var ki, Kral James’ın karşısında ise artık üyelerinin çoğu ‘Kral’a karşı ifade özgürlüğü ayrıcalıklarını’ vazgeçilemez bir imtiyaz gibi görmeye başlamış bir kurum vardı. Taht karşısında üç yüzyıllık savunma pozisyonundan çıkmanın vaktinin artık geldiğine inanan bir kurum… 

Üç asır önce, 1215 yılında, İngiliz Kralı John ile kendisine isyan eden 25 baron arasında imzalanan büyük mukavele (Magna Carta), sadece Anglosakson tarihi açısından değil modern demokrasi tarihi açısından da bir dönüm noktası olmuştu. Sözleşmeyle, ilk kez, kral da bazı temel yasalara uymakla yükümlü hale gelmişti. Magna Carta ile birlikte Büyük Konsey adı altında bir de danışma meclisi oluşturulmuştu.  

Dönemin ünlü tarihçisi ve Fransa uzmanı Mathhew Paris, 1236 yılında Büyük Konsey için ilk kez Fransızca kökenli ‘’parliamentum’’ adlandırmasını kullanınca, siyasi literatür de yeni bir terimle tanıştı. ‘’Parliamentum’ sözcüğünü o yıllarda daha çok ‘konuşma fırsatı’, ‘müzakere fırsatı’ anlamında kullanıyorlardı. Krala ve diğer fikirlere karşı kendi fikrini konuşma fırsatı. Aynı yıllarda Fransa’da ‘geniş katılımlı toplantılar’ için kullanılmaya başlandığını gösteren tarihsel belgeler de var. Mathhew Paris’in buradan ilhamla bu isimlendirmeyi yapmış olması kuvvetle muhtemel. Sözcük Fransızcada ‘’konuşmak’’ anlamına gelen ‘parler’ fiilinin Latinize edilmiş hali. Eski Fransızca’da ‘hasımlarla sulh için müzakere konuşması’ anlamındaki ‘parlai’ de aynı kaynaktan şekil kazanmış bir başka sözcük. Hemfikir olduğun biriyle konuyu konuşmazsan bir şey kaybetmezsin. Farklı düşündüğünle konuşmaya ihtiyacın var.  

Kökeni antik Yunancaya kadar uzanan ‘parler’ fiili de aslında, ‘konuşma’ anlamını Fransızca’da kazanmıştı. Fransızca’ya Latince’de ‘parable’ sözcüğünden, yani ‘’mesel’’, yani ‘‘ibret alınacak eğitici öykü’‘ anlamındaki sözcükten geçmişti. Nitekim Latince ‘’parable’’ sözcüğü, İspanyolcaya da ‘laf’, ‘kelime’’ anlamlarına gelecek ‘’palabra’’ şeklinde geçecekti. Palabra sözcüğüne Portekizli gemicilerin yüklediği ironik vurgu, sözcüğün İngilizce’ye, ‘‘yalaka sözü, samimiyetsiz yaranma konuşması’’ anlamında ‘palaver’ veya Türkçe’ye ‘sahiciliği olmayan boş laf’ anlamında ‘palavra’ olarak geçmesine yol açacaktı. 

Latince ‘parable’ın kökeninde ise antik Yunanca’daki ‘parabol’ sözcüğü var. Matematiksel anlamını kazanmadan önce, parabol, ‘‘yan yana iki şeyi (para), ötedeki bir yere fırlatma (ball)’’ anlamına gelen birleşik bir sözcüktü. Antik Yunanlar bunu, ‘‘bir fikri diğer fikrin berisine fırlatarak birbirleriyle kıyaslama imkanı yaratma’’ anlamında bir metafor olarak kullanıyordu.

‘Parlamento’nun kökeni ile ilgili 19’ncu yüzyılda popüler olmuş bir zayıf teoriye göre ise sözcük, ‘‘parler le ment (aklındakini konuşsun)’’ nitelemesinden türetilmişti. Bir başka teoriye göre ise Kelt dilinde, ‘’sözü kesilmeksizin konuşma’’ anlamına gelen bir sözcükten geliyordu. 

Parlamentum’un kökeni ile ilgili bütün farklı teorilerde ortak nokta ise ‘konuşma’. Parlamento, hiç şüphesiz ‘’konuşma hakkıyla’’ ilgili bir erk. Halkın konuşma hakkı. Kendi sesinin tanrının sesi olduğuna inanan kralların kulağında ‘anarşi’, ‘başkaldırı’, ‘konuşma terörü’ olarak yankılanan sesin. 

İlk yüzyıllarında krala karşı oldukça zayıf kalan İngiliz Büyük Konseyi, tarihsel süreç içinde adım adım güçlenmeye başladı. 14’ncü yüzyıla girilirken üyeleri de dahil herkes artık bu müessese için ‘parlamento’ adını kullanıyordu. 1278 yılından itibaren parlamentodaki konuşmalar, “Vetus Codex (Kara Defter)” adlı parlamento zabıtları ile resmi kayıt altına alınmaya başlandı. 

1327 yılında İngiliz Parlamentosuna, krallık içindeki her kentin halk tarafından seçilen temsilcilerinin de katılmasına imkan veren reform yapıldı. Tarihte ilk kez sadece saray yerel birimlere devleti temsil eden temsilci göndermiyor, yerel şehirler de sarayda devlet yönetimine katılacak bir temsilci gönderiyordu. Vatandaşların tercihlerini belirtmelerine de ‘vote’ adı verilecekti. Dönem İngilizcesinde ‘vote’ ve ‘voice (ses) aynı anlamda kullanılıyordu. Yani adayın, sanki bir yarışmadaymış gibi kaç oy aldığı şeklinde basit bir matematiksel fazlalığa değil, kaç kişinin sesi olduğuna bir vurguydu bu. 

1332 yılında ilk kez ‘Halk Meclisi (House of Common)’ şeklinde nitelendirildi. 1341 yılında Halk Meclisi, artık tamamen Lordlar Meclisinden bağımsız toplanmaya başladı ve güçlü bir kimlik kazandı. Vergi konulması ve vergi oranları artık Halk Meclisinin onayı ile yasalaşabilir hale geldi.  

1500’lü yıllar, Avrupa’yı alt üst etmekte olan icatların(matbaa), değişimlerin (Reform ve Rönesans) ve hak mücadelelerinin (ifade ve inanç özgürlüğü) Britanya Adasını da etkisi altına almaya başladığı yüzyıl oldu. Sekizinci Henry 1509’da tahta geçtiğinde İngiltere hala Katolik bir ülkeydi ve dini otorite olarak Papa kabul ediliyordu.

Bu dönemin yükselen bir diğer ismi ise, Ütopya adlı eseriyle hem bir yazın türünün hem de toplumcu bakışın fikir babası haline gelecek İngiliz hümanist hukukçu Thomas More’du. Meclis Başkanlığına seçilen More, 1523 yılında Parlamento’nun yasama dönemi açılışında, Kral’dan kendisi ve Meclis üyeleri için oturumlarda ifade özgürlüğü talep etti. Kral da hemen bu talebi kabul etti. Sonraki yıllarda bir geleneğe dönüşecek bu törensel talep, Parlamentonun, Kral’a karşı ‘mutlak ifade özgürlüğü’ kazanma mücadelesinin işaret fişeğiydi. 

Sekizinci Henry, 1529 yılında, Kraliçe Catherine’den boşanıp Anne Boleyn ile evlenmek istemesine onay vermeyen Papalık ile bağlarını koparınca İngiltere’nin Protestanlaşma süreci başladı. Kral, ülkedeki bütün manastırları, dini kurumları kapattı. Anglikan Kilisesini kurdu ve kendisini de en yüksek dini otorite ilan etti. Bu sürece itiraz eden Thomas More idam edildi.  

Aslında Sekizinci Henry’nin kurduğu Anglikan Kilisesi tam bir Protestan oluşumu değildi. Katolik bazı yaklaşımlar ve Katolik din adamları da sistemde yer almaya devam ediyordu. Anglikan Kilisesinin Katoliklikten tamamen arınıp pür Protestan olmasını savunan sofu püritanizmin doğuşuna neden olacaktı bu melez hal.    

Sekizinci Henry’nin kızı Mary, 1558’de tahta geçtiğinde İngiliz tarihinin ilk kadın hükümdarı oldu. Ancak annesinin etkisiyle Katolikliğe bağlı Mary, ülkeyi yeniden Katolikliğe döndürmek için beş yıl sürecek kanlı ve zorba bir rejim kurdu. Protestan muhalifleri yaktırması nedeniyle ‘Kanlı Mary’ diye anılacaktı.

Her otoriter zorba gibi Birinci Mary de en büyük düşman olarak, ‘’ülkenin milli ve dini yapısına aykırı firiklerin yayılmasının neden olan ‘’matbaa’’yı görüyordu. Mary’nin sadece 5 yıl sürece Kraliçeliğinde iz bırakacak en önemli icraatı, ülkedeki bütün basım tekelini, Saray’ın emrindeki basımcılar loncası olan Stationers Companye bırakması oldu. Sarayın kabul etmeyeceği hiçbir içeriği basmayan bu loncaya, ‘yasadışı’ basım yerlerine baskın yapma, illegal basına el koyma ve hatta arama yetkisi bile verildi. 

Birinci Mary’nin kraliçeliğinin beşinci yılında ölüp yerine üvey kız kardeşi Birinci Elizabeth’in geçmesi ile Protestanlaşmaya geri dönüldü. Elizabeth’in 1600’lerin başlarına kadar yaklaşık yarım yüzyıl sürecek kraliçeliği, ‘‘bahşedilmiş değil, bizatihi ifade özgürlüğüne sahip olmanın’’ önemine Parlamento üyelerinin güçlü şekilde inanmaya başladığı dönem olmuştu. 

İşte İskoç Kralı altıncı James, 1603 yılında İkinci James unvanı ile sadece İngiliz tahtına değil aynı zamanda böylesi bir arka planın da üzerine oturuyordu. 

Roma Hukukuna bağlı İskoç Kralı, yargıçların hukuk yarattığı Teamül Hukukuna (common law) dayalı İngiliz tahtına oturduğunda, ilk krizi yargıçlarla yaşayacaktı. 

Başyargıç görevine atanan Edward Coke, Kral’ın mahkemeden alarak kendi huzurunda karara bağladığı bir davayı, ‘’Kral’ın yargıçlık yetkisi yok’’ diyerek bozmuştu. Saray’da fırtına koparan bir karardı bu. Bir danışmanı, kralın ‘’legibus solutus’’ (yasaların üstünde) olduğunu savunurken, bir başka danışmanı ise, kral için ‘’Rex est lex loquens (Kral yasanın kendisidir)’’ ifadesini kullanacaktı. 10 Kasım 1607 sabahı huzuruna çağırdığı başyargıç Edward Coke ile Kral James arasında İngiliz demokrasisinin en önemli diyaloglarından biri yaşandı. 

Coke, Kral’ın, yargısal karar alma yetkisinin olmadığını yineledi. Kral da, ‘’yasaların akıl üzerine kurulu olduğunu, kralın da yargıçlar gibi bir aklı olduğunu ve dolayısıyla yargılama yapabileceğini’ savundu. Yargıçların sonunda ‘’majestelerinin görevlilerinden başka bir şey’’ olmadığını hatırlattı. Coke ise Kral’ın kendisini yargıç yerine koymasının Teamül Hukuku’na aykırı olduğunu savundu. 

Bunun üzerine Kral, ‘’eğer istediğinde yargıçlık yapamayacaksa bunun kralın kendisini de yasalarla bağlı hale getireceğini’’ söyledi. Yargıç Coke, Teamül Hukukunun tam da bunu gerektirdiğini belirtti ve daha da ileri giderek, ‘’Teamül Hukuku Kral’ı korur’’ diye konuştu. Bu söz Kral’ı oldukça kızdırdı: 

‘’Kral, hukuku korur, hukuk kral’ı korumaz! Kral, insanlara yargıçlık ve piskoposluk görevi verir.’’ 

Yargıç Edward Coke, ‘’Kral, diğer insanların olmasa da yasaların emrindedir’’ diye konuşarak, hukukun üstünlüğü fikrine önemli bir aşama kazandıracak çarpıcı bir çıkışta daha bulundu. 

Yargıç Coke’un o gün Kral’ın huzurundan başı gövdesinin üstünde ayrılmasının tek nedeni ise Kral’ın sözüne çok değer verdiği baş danışmanı Salisbury Lordu Robert Cecil’in Kral’dan Coke için bağışlama talep etmesi oldu. 

Kral James’ın bu bakış açısı Parlamento ile arasında savaşın kaçınılmaz olacağının göstergesi oldu. İlk kıvılcım, ‘ifade özgürlüğü’ üzerine oldu. 

1604 Parlamento açılışında Meclis heyeti, 1523’ten beri gelenek olduğu gibi, Tahttan kendilerine ‘ifade özgürlüğü’ bahşetmesini talep etmedi. Bunun yerine, ‘ifade özgürlüğünün, tıpkı babalarından onlara kalmış mülkler gibi miras aldıkları kadim bir hak olduğu’ vurgulandı. 

İfade özgürlüğünün, Kral’ın bahşettiği bir hak olduğunu savunan James ise Parlamentoyu, ‘‘Parlamento sabit bir kurum değil, Kral çağırdığında toplanan geçici bir heyet. Özgürlükleri de geçici. Unutmayın bunu’’ diye tehdit edecekti. 5 Kasım 1605 günü Guy Fawkes adlı bir kişi Kraliyet ve Meclisin birlikte bulunduğu Westminster Sarayı’nda barut varilleriyle yakalandı. ‘‘Remember Remember The Fifth of November’’ deyimine ve ‘‘V for Vendetta’’ filmi gibi birçok popüler esere de ilham kaynağı olacak bu suikast girişimi, Kral’ın gazabına ve muhaliflerin bir süre seslerini kısmasına neden olacaktı.  

Ancak sonraki yıllardaki Parlamento oturumlarında da Parlamenterler, Kral’ın uygulamalarını ve kararlarını benzeri görülmemiş şekilde eleştirmeyi sürdürdü. Meclis, 1610 yılında, parlamentonun ifade özgürlüğünün, kralın bahşettiği bir lütuf değil, bir mutlak hak olduğunda yine ısrar etti. 1614 yılında Kral, Parlamentonun itibarına saygı gösterilinceye kadar yasaları onaylamayacağını duyuran Meclis’i feshetti ve bazı milletvekillerini oturumlardaki konuşmalarından dolayı Londra Kulesi zindanına attırdı. Milletvekillerinin, Parlamento’daki konuşmalarından dolayı hapse atılması, Parlamento’nun en kutsal gördüğü hakkını açıkça ihlal anlamına geliyordu. Bu yarayı daha da derinleştirdi. 

30 Ocak 1621 günü Kral James, Krallığının üçüncü Parlamentosunun açılışındaki konuşmasında olması gerektiği bir ‘meşruti monarşi kralı’ gibi değil, ‘’mutlak monarşi kralı’’ gibi konuştu. 1616 yılında Kral James tarafından görevinden alınan yargıç Edward Coke’un da artık milletvekili olarak yer aldığı yeni meclisin Başkanı seçilen Thomas Richardson, Elizabeth dönemindeki gibi Kral’dan ‘’Parlamento’ya ifade özgürlüğü bahşetmesini’’ istedi. Meclis’in bu geri adımı Kral’ı sakinleştirmek yerine Meclis’i daha da aşağılayan bir yanıt vermesine yol açtı: ‘‘Bahşediyorum. Ama bu lütfumu, kimse Kral’a hürmetsizlik izni gibi anlamasın’’.  

Ancak, yeni Meclis’in başkanından farklı olarak üyelerinin, Kral’ın isteklerinin noter makamı olmaya hevesli olmadıklarının anlaşılması sadece iki gün sürdü. Milletvekili Sir Edward Giles, açılıştan sadece iki gün sonra Kral’a dilekçe ile başvurarak, bir önceki Meclis’in konuşmalarından dolayı milletvekillerinin hapsedilmesinin Meclis’in en kutsal ayrıcalığına ihlal olduğu gerekçesiyle açıklama istedi. Bunu diğer Milletvekillerinin benzeri dilekçeleri izledi. Ve İngiliz Kralı ile Parlamento arasında ‘parlamentonun ifade özgürlüğü ve milletvekili dokunulmazlığı’ konusunda karşılıklı mesajlaşmalar, dilekçeler, ültimatomlar aylarca sürdü.  

Bu sırada tansiyonu doruğa çıkaracak asıl gelişme, Edward Coke’un hazırladığı ‘tekel düzenlemesi’ oldu. Kral’ın tuz ve nişasta gibi temel ürünlerin bile Kralın seçtiği tekellerin kontrolüne girmesine neden olan keyfi dağıtım sistemini kaldırarak, patent haklarına yasal bir kılıf getiriyordu. Parlamento, Kral’ı en hassas yerinden, kesesinden yakalamıştı.  

Kral James, Parlamenter Coke’u, ‘‘Kraliyet imtiyazlarımı gasp ediyor ve boyunu aşan işlere kalkışıyorsun’’ diyerek tehdit edecekti. Önce Parlamento oturumlarını erteleyecek ardında da toplanmaya izin verdiği Meclis’in harici ve dahili devlet işleri hakkında müzakere yapmasını yasaklayacaktı. Buna Parlamento’nun cevabı 11 Aralık 1621 günü ‘Kral’a İtiraz’ kararını kabul ederek metni Krala göndermek oldu. ‘’Devlet işleri hakkında konuşmak ve müzakere yapmak İngiliz vatandaşlarının tartışma götürmez şekilde doğumla elde ettikleri kadim bir haktır’’ ifadelerinin yer aldığı kararında Parlamento, Kral’ın ‘devlet işlerini konuşma yasağı’ kararını iptal ediyordu. 

Kral James İtiraznameyi reddedince, Meclis, kararı, Meclis Zabıt Defterine girerek yasal karar haline getirdi. Bunun üzerine Kral, zabıt jurnalının kendi huzuruna getirilmesini istedi. Ve ilgili sayfaları herkesin önünde yırtarken, ‘‘bu bütün hafızalardan silinecek ve yoklukla malul olacak’’ diye bağırdı. Ardından itiraznamede başrol oynayan milletvekili Edward Coke’u 11 ay kalacağı hapishaneye gönderirken Krallığının üçüncü Parlamentosu’nu da feshetti. 

1622 yaz aylarında Kral James, hala ‘’Parlamento’nun ifade özgürlüğüne sahip olduğunu’’ iddia ederek, sadece hainlik peşinde olanların cezalandırıldığını savunuyordu. Ancak gerçekte Parlamento, sadece Kral’ın istediği konuları görüşüp onun istediği yönde kararlar aldığı sürece ayakta kalabilecek bir kurum haline gelmişti. Magna Carta ile başlamış Parlamenter Demokrasiye doğru giden Anayasal Monarşi sürecinde büyük bir geri adımdı bu. Parlamento yanlılarının bunu kabullenmesi mümkün değildi. 

1625 yılında ölen Birinci James’in yerine oğlu Birinci Charles tahta geçti. Ve babasının, ‘Allah’ın yeryüzündeki gölgesi krallık’, ‘vergileri keyfince yükseltme’ ve ‘yasal olmayan vergileri ödemeyenleri keyfince hapsetme’ gibi düşünce ve politikalarını sürdürdü. Ancak tepki öngörmediği ölçüde büyük oldu. Çok sayıda kişi parlamento onayı olmayan bu keyfi vergileri ödemeyi reddetti. İnsanları hapse attıkça gelirlerinin düştüğünü gören Charles, 1627 yılında Parlamento’yu yeniden oturuma çağırmak zorunda kaldı. Fakat yeni seçilen Parlamentonun büyük çoğunluğu da Kral Charles’a muhalif isimlerden oluşuyordu. Coke gibi geleneksel deneyimli muhaliflerin yanında Oliver Cromwell gibi daha genç muhalifler de vardı artık. 

Kral Charles, baskıyı artırarak Parlamentoyu sindirmeyi düşündü. Olağanüstü hal ilan etti. Kralın Parlamento onayı olmadan koyduğu keyfi vergileri vermeyenleri keyfi şekilde tutuklamayı sürdürdü. Askerler, vatandaşların evine keyfi şekilde girmeye başladı. Hukukçu Edward Coke, sonradan atasözüne dönüşecek, ‘‘Her İngiliz’in evi onun kalesidir’’ isyanını bu zorbalıklar sırasına dile getirecekti.

Kral’ın ‘’Olağanüstü Hal’’ zorbalığıyla susturmaya çalıştığı Parlamento, sinmek yerine en az Kralınki kadar cüretkar bir adım atarak, ‘‘Haklar Dilekçesi’’ adıyla anılacak itiraznameyi görüşmeye başladı. Yazımında yine hukukçu milletvekili Edward Coke’un büyük rol oynadığı ve 1215 Magna Carta ile kazanılmış haklara vurgu yapan bu bildirge, Kral’ın Parlamento onayı olmadan yeni vergi koyamayacağı ve vergi oranlarını arttıramayacağı; hiç kimsenin keyfi şekilde tutuklanamayacağı, hapse atılamayacağı veya sürgüne yollanamayacağı; askeri gücün halka karşı kullanılamayacağı; ve barış zamanında sıkıyönetim uygulamalarının yapılamayacağı gibi maddeler içeriyordu. 

Bazı milletvekillerinin, Meclis’e tehdit mesajları gönderen Kral’dan korkarak oturumlarda konuşma yapmasından çekinmesi üzerine Edward Coke, son üç yüzyıl içinde parlamentonun krala hakları hatırlattığı örnekleri sıralayarak, korkunun hiçbir yararı olmayacağını vurgulayacaktı. ‘Milletvekili’nin, ‘‘aklındaki her türlü soruyu, düşünceyi ve çözümü hiçbir korku duymadan konuşma hakkına sahip kişi olduğunun’’ altını çizecekti.  

Coke’un ve bazı muhalif milletvekillerinin çabalarıyla Parlamento’da korku iklimi dağıldı ve İngiliz Parlamentosu 17 Haziran 1628 günü ‘Haklar Dilekçesi’ni kabul ederek Kral Birinci Charles’a gönderdi. Bildirgenin kabulü İngiltere’nin birçok yerinde havai fişeklerle ve kilise çanlarının çalmasıyla kutlandı. Savaş politikası için bütçeye ihtiyacı olan Birinci Charles, Haklar Dilekçesini önce kabul etmek zorunda kaldı. Ancak çok geçmeden 1629 yılında Parlamento’yu feshetti. Dokuz milletvekilini tutuklatıp, bunlardan dördünü dönemin en korkunç hapishanesi olan Londra Kulesi zindanlarına attı. Bunlardan John Eliot, 1632’de zindanda ölecek diğerleri ise 11 yıl hapiste kalacaktı. Kral Charles’ın ülkeyi parlamentosuz yöneteceği bu 11 yıllık dönem, İngiliz tarihinde ‘’11 Yıllık Tiranlık’’ veya ‘‘Kralın Şahsi Yönetimi’’ adları ile anılıyor. Tarihteki bütün tiranlıklar gibi, bu tiranlık da ülkesini ekonomik çöküşe ve iç savaşa taşıyacaktı.  

Parlamentosuz ortamda Kral Birinci Charles, Star Chambers adı verilen kraliyet heyet mahkemesini bir tür parlamento gibi kullanmaya başladı. Genel olarak tüm tarafların saygı duyduğu mahkeme, bu tiranlık döneminde bir disiplin ve sansür heyetine dönüştü. ‘’Dince sapkın’’, ‘’vatana ihanet içeren’’, ‘’skandal (kral ve asiller hakkında haber yapmak)’’ ve ‘’fitne çıkaran’’ her türlü yayına yasak getirdi. Yüzyılın başında başyargıçlığı döneminde ve 20’li yıllarda milletvekilliğinde Parlamenter Demokrasi ve hukuk devleti yolunda önemli mücadelelere imza atan yargıç Edward Coke’un da 1634 yılında yaşamını yitirmesi, muhalefetteki boşluğu daha da büyüttü.  

Tiranlığı döneminde desteği azaldıkça Birinci Charles, dini kullanarak destek kazanmaya yeltendi. Anglikan Kilisesindeki ayinleri, yeniden törensel hale getirdi. Kiliseye Vatikan’da başında Papa’nın olduğuna benzer bir krallık hiyerarşisi getirdi. 

Kraliyet yanlıları, Anglikan Kilisesinin piskoposlarını atama yetkisini Kral’a ait olarak görüyordu ve piskoposlar sadece Kral’a hesap vermekle yükümlüydü. Buna karşı Parlamenteristler ise Anglikan Kilisesinin piskoposlarını kilise üyelerince seçilebileceğini ve sadece piskoposlar heyetine karşı sorumlu olduklarını savunuyordu. Püritanlar ise bütün Kral politikalarını, kiliseyi Katolikleştirme olarak görüp muhalefet ediyordu. Büyük ölçüde Parlamentocuların tabanını oluşturan Püritanların bazı önemli grupları, tutuklamalar, idamlar ve sansürler nedeniyle kitlesel şekilde İngiltere’den önce Hollanda Cumhuriyetine kaçmaya başladılar. Ve oradan da bugünkü ABD’nin New England kıyılarına gelerek, Yeni Dünya’nın hayallerindeki ‘Yeni Toplumu’nu inşa etmeye başlayacaktılar.   

Birinci Charles Presbiteryan İskoçya’da da kiliseyi kendi kontrolüne almak isteyince İskoçya ve İrlanda’da isyanlar başladı. Asillerin çoğunluğunda ise Charles’ın Parlamento’yu bir daha hiçbir zaman oturuma çağırmayacağı ve İspanya ile Fransa’nın kötü gözle baktıkları monarkları gibi mutlak monarşi inşa edeceği korkusu derinleşti. İngiltere kaynamaya başladı. 

İsyanlar ve karışıklıklara devlet bütçesinin tükenmesi de eklenince Kral, 11 yıl aradan sonra 1640 yılı Nisan ayında yeniden Parlamento’ya toplanma çağrısı yapmak zorunda kaldı. Ancak yeni seçilen Parlamento, Charles’a karşı, 1620’li yıllardaki parlamentolardan bile daha dik durdu. Haklarını elde etmeden vergi yasalarını oylamayı reddetti. Sadece üç hafta sonra Kral, Parlamento’yu feshetti. Bu, İngiliz tarihinde ‘Kısa Parlamento Dönemi’ diye adlandırılıyor. 

Parasız kalan ve Parlamentosuz vergi toplamakta başarısız olacağını gören Kral, Kasım ayında bir kez daha Parlamento seçimi yaptırmak zorunda kaldı. John Pym’ın fiili liderliğindeki yeni Parlamento, 1641 yılı Şubat ayında ‘Üç Yıl Yasaları’ diye anılacak bir dizi reformu kabul etti. Buna göre, Kral çağırmasa bile en fazla üç yılda bir Parlamento toplanacak ve en az 50 gün çalışacaktı. Böylece Kral’ın keyfi şekilde Parlamentosuz hükmetmesi dönemi kapatıldı. Bir diğer önemli reform yasası ise Kral’ın şahsi disiplin aygıtına dönüşmüş Star Chambers mahkemesinin lağvedilmesi oldu. 

1641 yılında John Pym ve dört milletvekili, Parlamento’nun Taht’a dönük bütün şikayetlerini listeleyen ‘Büyük Serzeniş’ adlı Meclis karar tasarısını hazırladı ve aynı yılın Kasım ayında bu Meclis’te kabul edildi. 1642 yılı Ocak ayında Kral Charles, beraberinde 400 askerle Meclis Genel Kurulunu basarak, ‘Serzeniş’ dilekçesinin mimarı olan Pym ve diğer 4 milletvekilinin derhal kendisine teslim edilmesini istedi. Girişimden önceden haber alan Parlamento, beş milletvekilini saklayarak önlem almıştı. Kral Charles’ın ‘‘Bu beş milletvekili nerede?’’ sorusuna Parlamento Başkanı William Lenthall, ‘‘Hizmetkarı olduğum bu Meclis Genel Kurulunun benden görmemi istediği şeyden fazlasını görecek gözüm yok, konuşmamı istediğinden fazlasını konuşacak dilim yok, Majesteleri’’ şeklinde konuşarak yanıt vermeyi reddetti. Böylece tarihte ilk kez Parlamento, Kral’ın iradesine tabi olmadığını ve otonom bir varlığı olduğunu açıktan ilan ediyordu. Bu direniş bir geleneği başlatacaktı. İngiliz Kral veya Kraliçeleri ve Kraliyet ailesi üyeleri, yüzyıllardır olduğu gibi günümüzde de Halk Meclisi Genel Kuruluna giremiyor. Öyle ki, Kraliçe, Parlamento’nun yasama dönemi açılış konuşmasını bile ancak Lordlar Kamara’sında yapabiliyor ve Meclis’e konuşmayı dinlemeleri için saygıyla törensel davet heyeti gönderiyor. Konuşmayı dinlemeye gidip gitmemeye Meclis Genel Kurulu’nda yapılan oylamayla karar veriliyor. Milletvekilleri, Kraliçe’den bile sonra konuşma alanına geliyor.       

Parlamentonun 1642’deki dik duruşu, Kral’ın baskıcı otoritesinin yıllardır sebep olduğu korku ikliminde büyük kırılma yarattı ve artık korkan taraf ilk kez saray haline geldi. Birinci Charles, yanına ailesini ve kendisini destekleyen milletvekilleri ve Lord’ları da alarak Londra dışına çıktı ve asker toplamaya başladı. Kraliyet Donanması ve birçok şehir meclisi ise Parlamento’ya yakın durduklarını gösterdi. İngiliz tahtı ile Parlamento arasında, üç ayrı aşamada dokuz yıl sürecek İngiliz İç Savaşı başladı.  

İç savaş sırasında Kral’a sadık milletvekillerinin de gitmesiyle Meclis büyük ölçüde Parlamenterist püritan ve presbiteryanlardan oluşur hale gelmişti. Tarih yeni bir ironiye daha hazırdı; Mağdurun, ‘mutlak muktedir’ olunca zalimleşmesi ve o güne kadar yakındığı ne zorbalık varsa kendisinin yapmaya başlaması ironisi…  

Star Chambers yargı ve sansür heyetinin kaldırılması ile 1641 başında İngiltere’de, matbaa ve ifade özgürlüğü üzerindeki bütün kontrol mekanizması aniden çökmüştü. 

Yıllardır ifade özgürlüğü talebinde bulunan ve baskılardan, sansürlerden yakınan Püritanlar ve Presbiteryanlar, Parlamento’da ve başkentte tam muktedir olunca, bu ‘’aşırı serbestlik’’ten yakınmaya başladılar. Muktedir olunca yaptıkları ilk işlerinden biri kendi tahammülsüzlüklerini yasalaştırmak oldu. Bütün tiyatrolar kapatıldı. Sözde, ‘‘diğer ülkelerde basılan sahte ve yalancı İncil’lerin basımına engel olmak ve dini fitne ve sapkınlıklardan İngiliz toplumunu korumak’’ iddiasıyla Parlamento’nun 1643 yılında kabul ettiği Yayın İzni Yasası, İncil’ler dışında bütün kitap basımına da ön denetim getiren ağır bir sansür yasasıydı. Yasaya göre, matbaada basılacak her kitabın, broşürün püritan ve presbiteryan din adamlarından oluşan sansür komitesine içeriği önceden sunup, onaylatıp yayın izni alması gerekiyordu. Muğlaklık ve keyfilik çok çarpıcıydı. Öyle ki bir matbaacı yasadan 11 yıl önce, 1630 yılında, izinsiz basım yaptığı gerekçesiyle tutuklanacak ve ceza almaktan bazı parlamenter dostları sayesinde kurtulabilecekti. 

Bu gidişatın ‘’parlamento idealine’’ oluşturduğu varoluşsal tehdidi ilk görenlerden biri de İngiliz dili ve edebiyatının en büyük isimlerinden biri olan ve iç savaşta Parlamenterler safında yer almış şair John Milton’du. 

John Milton, Birinci Charles’ın 11 yıllık tiranlığı dönemini büyük ölçüde eğitim ve seyahatlerle geçirmişti. Sadece dini klasikleri değil, Heredot’tan Tukyidides’e, Aristo’dan Cicero ve Seneca’ya kadar bütün antik çağ klasiklerinin yanı sıra Makyavel gibi çağdaşı yazarları da okumuştu. Cumhuriyetçiliğe meyli açıktı. Avrupa seyahatlerinde Fransa’da Hollandalı büyük hukukçu Hugo Grotius ve Floransa’da o sıralarda ev hapsinde olan Galileo gibi birçok önemli isimle şahsen tanışıp sohbet edecekti. Venedik’te ise çok ilgi duyacağı ‘Cumhuriyet’ modelini yakından gözlemleme şansına erişecekti. 

1639’da döndüğü İngiltere’de yayınlayacağı bazı broşürlerle Parlamenterist davaya katkıda bulunmuştu. Ancak 1643 yılında, yani sansür yasasından kısa süre önce yayınladığı Boşanma Doktrin ve Disiplini adlı kitabı ön izin almadan ve imzasız yayınlamıştı. Püritan din adamları, boşanmayı bir hak olarak gören bu kitabı da dini sapkınlık içeren kitaplar arasında görüyordu. 

Bu tartışmalar sırasında Milton 1644 yılının Kasım ayında ifade özgürlüğü tarihinin klasiklerinden birine dönüşecek ‘’Areopagitica’’ adlı eserini yayınladı. Alt başlığı ‘‘İzinsiz Basım Yayın Özgürlüğü Hakkında Parlamento’ya Bir Hitap’’ olan bu broşürü, yine bir protesto olarak resmi izin almadan bastırıp yayınlayacaktı. 

Milton’a göre, gerçeğe ulaşmanın tek yolu, farklı görüşlerin özgür bir ortamda bir araya gelmesi ve mukayese yaratma fırsatıyla mümkün olabilirdi. Namık Kemal’in iki yüzyıl sonra ‘‘müsademe-i efkârdan bârika-i hakikat doğar’’ şeklinde düşünce dünyamıza taşıyacağı tezdi bu. ‘Yayın izni’ uygulamasının Katoliklerce Engizisyon Mahkemeleri sürecinde icat edildiğini hatırlatan Milton, sansürü, hiçbir topluma faydası olmayacak ve gerçekte amacına ulaşması da imkansız beyhude bir çaba olarak niteliyordu. Ona göre sansür birkaç kötü yayını engellese bile toplumu çok sayıda iyi fikir ve kitaptan yoksun bırakan körleştirici bir uygulamaydı.    

 ‘‘Öğrenme, ifade etme ve vicdanına göre tartışma özgürlüğü, diğer bütün özgürlüklerden önce gelir’’ diye yazan Milton’a göre, yazarları susturmak, toplumun vicdanını öldürmek demekti.  ‘‘İnsan öldüren akıllı bir canlı öldürmüş olur. Kitabı öldürmek ise aklın kendisini öldürmektir’’ diye yazacaktı.  

Areopagitica, hitap ettiği Parlamento üzerinde neredeyse hiçbir etki uyandırmadı. Ama gün geçtikçe, İngiliz politikacılar ve Avrupa aydınlanma düşünürleri üzerinde etkisi büyük olacaktı. 

Herkesin herkesle savaş halinde olduğu’ İngiliz İç Savaşının ortasında yazılan bir başka klasik ise ‘Leviathan’dı. Politik felsefenin kurucularından biri olarak görülen Thomas Hobes’un 1651’de yayınlanacak ve ‘’İnsan insanın kurdudur’’ cümlesiyle ünlenecek klasik eseri, Sosyal Sözleşme Teorisinin ilk ve en etkili ilham kaynaklarından biri olacaktı. 

1640’lı yılların ortasında Parlamento’ya bağlı birlikler karşısında, İngiliz taşrasında gittikçe güç kaybeden Kral Birinci Charles, 1646 yılında Presbiteryan İskoçya Ordusuna sığındı. İskoçlar ise Charles’ı İngiliz Parlamentosuna teslim etti. Charles hapisteyken, sadıkları aracılığıyla iç savaşı sürdürmeye çalıştıysa da başarılı olamadı. 

‘Yayın izni’ adı altında sansür mekanizmasına ve yasaklara oy veren milletvekillerinin, sanatın, halkın ve matbaanın ifade özgürlüğüne mutlak olarak sahip olmadığı bir yerde kendilerinin ifade özgürlüğünün de çok uzun ömürlü olmayacağını görmeleri uzun sürmedi. Parlamento üyelerinin önemli bir kısmının Kral Charles’ın idamın sıcak bakmaması, daha radikal düşünen püritan güçleri kızdırdı. Yeni rejimin militer kanadı, 1648 sonunda Parlamento’da Kral’ın idamına karşı çıkan bütün milletvekillerini tasfiye ederek, kalan sadıklardan ‘Artık Parlamento’yu kurdu. 1649 yılı Ocak ayında yargılanan Kral Charles, ‘’tiranlık ve halk düşmanlığı’’ suçlamasıyla idama mahkum edildi ve 30 Ocak 1649 günü kafası kesilerek idam edildi. 

Artık Parlamento, 6 Şubat’ta Lordlar Meclisini ve 7 Şubat’ta da Monarşiyi tasfiye etti. 14 Şubat’ta Parlamento adına devleti yönetecek 14 üyeli Devlet Konseyi kuruldu. 19 Mayıs günü ise İngiltere Milletler Topluluğu (Commonwealth of England) adıyla iptidai bir cumhuriyet olacak yeni rejim ilan edildi. 

Kendi arkadaşlarının parlamentodan tasfiye edilmesine sessiz kalıp, hatta destekleyen milletvekillerinin, muktedire açtıkları kapıdan, çanların nihayetinde kendileri için de çalacağını görmeleri de uzun sürmedi. 

1620’lerde milletvekili olarak Parlamento’ya giren ve iç savaş sırasında Parlamento ordusunun komutanlığını yapan Oliver Cromwell, elde ettiği askeri güçle yeni rejimin fiili lideri olmuştu. 1653 yılında, artık karar alma süreçleriyle uğraşmak istemediği için ‘Artık Parlamento’yu da dağıtarak, Sezar’ın yaptığı gibi kendisini ‘’Lord Protektora (devletin hamisi)’’ ilan etti. Cumhuriyet olmayı hedefleyen rejim, her birini bir generalin yönettiği ve bütün generallerin Lord Protektora’ya (Cromwell) bağlı olduğu 11 bölgeden oluşan, püritan ideolojiye sahip bir askeri diktatörlük rejimine dönüştü. 

Yeni rejimin en dikkat çekici üyelerinden biri ise Yabancı Diller Bakanı olarak kabinede yer alacak şair John Milton’du. İronik olarak, altı yıl önce ‘İfade Özgürlüğü’ tarihinin en klasik eserlerinden birine imza atan şair ve yazar Milton’un başında olduğu bakanlığa, 1655 yılında, rejimin bütün sansür mekanizması da bağlandı. Yeni rejim adına sansür mekanizmalarını işletmeyi kabullenen Milton, ifade özgürlüğünün garantisinin, ifade özgürlüğünün savunucularının muktedir olması değil, ifade özgürlüğüne müdahale gücü ve yetkisine sahip olmayan bir devlet yapısı inşa etmek olduğunun en ibretlik örneklerinden biri oldu. 

Keyfi bir otoriter düzenin, ideolojik olarak aynı safta yer aldığı halk kesimine bile huzur getirmesi imkansızdır. Nitekim, püritan diktatörlüğe destek veren püritan halk kesiminde de generallerin keyfiliklerinden, adaletsizliğinden ve bunun neden olduğu yoksullaşmadan rahatsızlıklar yükselmeye başladı. Püritan Hristiyanlık, İngiliz toplumunda popülerliğini hızla yitirmeye başladı. 30 yıl boyunca ‘monarşiye’ karşı savaşan Oliver Cromwell, 1658’de ölmeden hemen önce Lord Protektora ‘tahtına’, oğlu Richard Cromwell’ı veliaht tayin etti. Ancak rejim ordusu fazla saygı duymadığı oğul Cromwell’i birkaç ay sonra koltuğundan aldı ve geçici parlamento oluşturdu. Generaller arası çekişmelerle sistem iyice zayıfladı ve kaotik bir atmosfer oluştu. İdam edilen Kral Birinci Charles’ın İskoçya tahtında oturmakta olan oğlu Kral İkinci Charles’a çağrılar yükseldi. Ve İkinci Charles, 14 Mayıs 1660 günü İngiltere Kralı olduğunu ilan etti. Bu ilan büyük bir kabul gördü ve sadece 15 gün sonra 30 yaşındaki Kral, Londra’ya girdi. İngiltere, Cumhuriyete dönüşmek için çıktığı yolda yuvarlandığı askeri diktatörlükten sonra yeniden monarşiye döndü. 

İkinci Charles da 1660 yılında İngiliz tahtına geri döndüğünde, önce kısmi özgürlük tanıdı. 18 yıldır kapalı tiyatrolar açıldı örneğin. Ancak çok geçmeden, hemen her otoriter gibi, ülkedeki basın yayının denetimsizliğinden rahatsız olmaya başladı. Son iki yıldaki otoritesizlik ikliminde MiltonHobbes ve diğer çok sayıda yazarın ‘’dini ve milli değerlere aykırı, müfsit ve muzır’’ kitapları, broşürleri, gazeteler Londra sokaklarını adeta ‘’işgal’’ etmişti. 

Açık bir sansüre gitmenin de yönetilemez bir karar olacağının farkındaydı. Kendisinden önce defalarca uygulanmış taktiğe o da başvurdu. 1662 yılında, ‘Basın Yayın Lisans Kanunu’ çıkarttırarak, ‘yayın izni’ adı altında örtülü sansür uygulamaya başladı. Artık, kitap, broşür veya gazete yayınlamak için Canterbury Başpiskoposluğuna içerik önceden sunularak izin alma zorunluluğu getirdi. ‘’Dince sapkın, ihanet ve rencide edici’’ kitap, gazete ve broşürlerin satımı yasaklandı. Tamamı Başpiskoposlukça belirlenen 20 matbaa dışında matbaaların basım yapması engellendi. Londra’daki onlarca gazete bir anda kapandı. Sadece London Gazette kaldı. John Milton’un, antik Yunan destanları ve hatta onları aşan yapıda görülen ‘Kayıp Cennet’ adlı şaheseri bile sansürden kıl payı kurtulacaktı.    

İkinci Charles, hedonist yaşam tarzı nedeniyle ‘Ehlikeyf Monark’ diye anılıyor. Çeşitli metreslerinden 12 ayrı gayrimeşru çocuğu vardı ama tahta varis olabilecek tek bir yasal evladı bile olmadı. Bu da kardeşi James’i tahtın varisi haline getiriyordu. Bir Katolik olan James’in veliahtlığı, İngiliz Parlamentosunda bugünkü iki partiye evrilecek bir politik bölünmenin temeli oldu. Kral İkinci Charles’ın Katolik dünyası ve İngiltere’deki Katoliklerle yakın ilişkilerine karşı olan Protestanlar, kardeş James’ın veliahtlığına da itiraz etmeye başladı. Muarızları, bu monark karşıtı parlamenterist grubu, İskoçya’da müesses kilise sistemine şiddet içeren bir başkaldırıda bulunan avami grubun adıyla ‘Whig’ diye aşağılamaya başladı. Kral’a ve monarşiye bağlı parlamenter gruba ise, muarızları, Katolik İrlanda’da yol kesen hırsızlar için kullanılan argo bir isimlendirme olan ‘Tory’ adını vererek aşağılıyordu. Whig çizgisi yüzyıllar sonra bugünkü İşçi Partisine ve Tory çizgisi de bugünkü Muhafazakar Partiye evrilecekti. 

1685 yılında ölen İkinci Charles’ın yerine kardeşi İkinci James tahta oturduğunda Katolik olmasına rağmen hala geniş bir desteğe sahipti. Ancak, önce İngiltere Parlamentosunu ve ardından İskoçya Parlamentosunu feshederek, ülkeyi kararnamelerle yönetmeye başlayınca, destekçilerinde bile ‘mutlak monarşi’ye gideceği endişesi belirdi ve desteği hızla eridi. İngiltere’nin bir ‘Papalık komplosu’ ile yeniden Katolik ülke yapılacağı komplo teorileri toplumu ve parlamentoyu etkisi altına aldı. 

Katolik Kral İkinci James’ın kızlarını, ölen kral ağabeyi İkinci Charles birer Anglikan olarak büyütmüştü. Bunlardan büyük olan Anne ise yine amcası tarafından, aynı zamanda kuzeni de olan, Hollanda Cumhuriyetinin ‘monark hamisi’ İkinci William of Orange ile evlendirilmişti. James’e karşı olan Parlamenteristler, William ve karısı Kraliçe Anne’a çağrıda bulunarak İngiliz tahtına el koymalarını istedi. 1688 yılı Kasım ayında William ve karısı beraberlerinde Hollanda ordusu ile İngiltere’ye geçti. Burada Kraliyet ordusunun büyük bölümü de onlara katılınca kansız bir şekilde Londra’ya girdiler. Kral James, Fransa’ya kaçtı. İngiliz tarihi, Hollandalıların müdahalesiyle gerçekleşen bu taht değişimini, neden olacağı gelişmeler nedeniyle ‘Şanlı Devrim’ diye anıyor. 

Şanlı Devrim ile 84 yıldır süren Stuart Hanedanlığıyla beraber, ‘tanrı kral’ iddiası ve ‘mutlak monarşi’ hayali de bir daha gündeme gelmemek üzere sona erdi. 

Parlamento, bu kez 1640’lı yıllardaki gibi gücünü suiistimal ederek, nihayetinde bir askeri diktatörlüğe dönüşme hatasına düşmedi. Herkesin haklarını her türlü iktidara karşı güvence altına alacak bir hazırlığa girişti. Devrimden sadece birkaç ay sonra 1689 kışında, İngiliz demokrasisinin 1215 Magna Carta ve 1628 Haklar Dilekçesi ile beraber en önemli üç yapı taşından biri olacak ‘Haklar Bildirgesi’ Parlamento’da kabul edildi. Bu bildirge ile: 

Tahtın, kendisini yasadan muaf görmesi veya herhangi bir yasayı askıya alması yasaklandı. 

Tahtın, yasaların istediği gibi çıkması amacıyla yasama faaliyetine müdahalesi yasaklandı. 

Tahtın, vergi koyması yasaklandı. 

Tahtın, Parlamento onayı olmadan ordu kurması, barış zamanında emri altında ordu bulundurması yasaklandı. (Ki, o günden beri, deniz ve hava gücünün aksine kara ordusuna ‘Kraliyet Ordusu’ denmiyor, Britanya Ordusu tabiri kullanılıyor). 

Mahkeme jürileri ve yargıçların bağımsızlığı teminat altına alındı. 

Sanıklara veya suçlulara orantısız ceza ve barbarlık uygulanması (işkence) yasaklandı.  

1679 tarihli ‘Habeas Corpus Yasası (Kimsenin mahkemede adil yargılanmadan suçlu ilan edilememesi)’ tahkim edildi. 

Tahtın bir kişiye yargılanmadan suçlu muamelesi yapması, suçlu ilan etmesi yasaklandı. 

1628 tarihli ‘Şikayet Hakkı’ yasası tahkim edildi. Devlete şikayetin vatandaş hakkı olduğu belirtilerek, devletten şikayetçi olanlar hakkında soruşturma açılması yasaklandı.

Ve nihayet Parlamento, İngiliz tahtına karşı uzun yıllardır verdiği mücadelede zaferini de bildirgeye koydu: İfade özgürlüğü ve kürsü dokunulmazlığı. 

Parlamenterlerin, kürsüde yaptıkları konuşmaların, saray ve mahkemeler de dahil Parlamento dışında herhangi bir mercide yargılama, azil ve soruşturma konusu olması yasaklandı. Parlamento seçimleri, Kraliyet dahil herhangi bir otoritenin müdahalesinden bağımsız serbest seçim haline getirildi. Parlamento, Kral’ın talebiyle oluşan bir heyet olmaktan çıktı ve düzenli toplanan bağımsız bir erke dönüştü. 

Haklar Bildirgesi ile ‘’devlet’’, sonradan ABD’nin ikinci başkanı John Adams’ın veciz şekilde ifade edeceği gibi, ‘şahısların değil, yasaların devleti’ haline geldi. Yani, devlet, bürokratlar, valiler, bakanlar ve başkan değildi; devlet, kurallar, yasalar ve anayasaydı. İngiltere Parlamentosu, getirdiği bu anlayışla dünyada demokratik bir geleneğin de başlatıcısı oldu. Günümüzde ‘Parlamentoların Anası’ diye anılması bundan… 

Birçok demokratik düzenin ve Amerikan Haklar Yasasının da en büyük esin kaynağı olacak Haklar Bildirgesi’nin fikriyat ve metninin en büyük esin kaynağı ise devrin büyük siyaset filozofu John Locke’tı. Kral İkinci James’ın onu, ‘vatana ihanet’ suçuyla yargılaması nedeniyle 5 yıldır Hollanda’da sürgün yaşayan John Locke, artık ülkesine dönebilirdi. Üstelik İngiliz tahtında da artık, Hollanda’dan tanıştığı William ve Kraliçe Anne vardı. 

Başlangıçta sürgün gibi görünen Hollanda Cumhuriyeti ona ‘farklı inançlara hoşgörü’ başta olmak üzere birçok konuda adeta bir okul olmuştu. Çok daha derin konular üzerine kafa yorma, eserler yazma fırsatı sunmuştu. 1689’da İngiltere’ye döner dönmez, yıllardır üzerinde çalıştığı ve bazı bölümlerini parlamenterler ve asillerle zaman zaman paylaştığı ‘Hükümet Üzerine İki İnceleme’, ‘Hoşgörü Üzerine Bir Mektup’ ve ‘İnsanın Anlama Yetisi Üzerine Bir Deneme’ gibi klasiklerini art arda yayınladı. Özgürlükçü düzen idealinin İngiltere toplumunda kısa zamanda yerleşmesine imkan verecek bir ilgi gördü bu eserler. Dahası Avrupa Aydınlanma Çağının başlamasında çok önemli rol oynadılar. Jean-Jacques Rousseau ve David Hume’dan, Immanuel Kant’a birçok önemli düşünür üzerinde önemli etki bıraktılar. 

Parlamento’nun en uzun yüzyılı sona ererken John Locke, 1690’da Essex’te bir dostunun malikanesine yerleşecek ve ömrünün son 14 senesini burada hep istediği gibi ‘hayattan sessiz sedasız geçip gitmek’ için sükunet içinde geçirecekti. Bu inziva sürecinde tek politik çabası, hala yürürlükte olan 1662 tarihli ‘Yayın İzni Yasası’nın kaldırılmasıydı. Locke, mektuplarıyla, ona saygı duyan Parlamenterler nezdinde yasanın kaldırılması için sıkı bir lobi yapmaya başladı. 1693 yılında süresi biten yasayı Parlamento iki yıl daha uzatmıştı. Buna göre her türlü basın, önce içeriğini Canterbury Başpiskoposluğuna sunup onay (imprimatur) alıp sonra da kraliyet matbaa loncası ‘Stationers’ Company’de sisteminden bandrol alarak basabilirdi. 

Locke, ‘‘Bazıları ihanet ve sapkınlık için kullanabilir diye bütün insanların elinden özgürce yayın yapma hakkını almakla, herhangi biri elleriyle başkalarına zarar verebilir diye bütün insanları önceden kelepçeleme veya suç işleyenler olabilir diye baştan herkesi hapse atma mantığı arasında hiçbir fark yok’’ diye yakınacaktı. 

Aslında ‘Şanlı Devrim’e ve ‘Haklar Bildirgesi’ne rağmen, Parlamento’da ‘basım yayın faaliyetine denetim uygulama’ konusunda hala büyük çoğunluk hemfikirdi. Bu durumu pek önemli bir politik konu olarak bile görmüyorlardı. Locke ve benzeri düşüncedekilere göre ise bu, Parlamento’nun ve halkın bütün kazanımlarını geriye götürebilecek önemli bir tehditti. Otoritenin yayın izni yetkisi olan bir yerde ifade, düşünce ve yayın özgürlüğü diye bir şey asla söz konusu olamazdı. İfade, düşünce ve yayın özgürlüğü olmayan bir yerde de Parlamento’nun varlığını sürdürmesi imkansızdı.  

Sonuçta Locke’ın lobisi amacına ulaştı ve Parlamento, ‘yayın lisans izni’ yasasının süresinin bittiği 1695 yılında hareketsiz kalarak yasanın yenilenmemesine ve yürürlükten sessizce kalkmasına yol açtı. İngiltere, mutlak yayın ve ifade özgürlüğüne kavuştu. Kitap ve gazete yayını, basımı için önceden içerik denetimi veya önceden yayın izni gibi hiçbir mekanizma kalmadı. O günlerde henüz kimse bunun asıl büyük devrim olduğunun farkında değildi. 

19’ncu Yüzyılda yaşamış büyük İngiliz tarihçisi ve devlet adamı Lord Thomas Macaulay, ‘iki yüzyıl geriye dönüp baktığında’, ‘1695’te yayın izni yasasının sessizce yürürlükten kalkmasının, İngiltere’yi, Büyük Haklar Bildirgesinden bile daha fazla uygarlaştırdığı ve geliştirdiğini gördüğünü’’ yazacaktı.  

1695’te yayıncılıkta sansür, yasal izinler ve denetimin tamamen kalkmasıyla İngiltere, Avrupa’nın en özgür ülkesine dönüştü. Yaklaşık 100 yıl sonra 1799’da Başyargıç Baron Lloyd Kenyon’un bir basın davasında mizahi üslupla niteleyeceği şekilde, ‘‘Bir yayıncı, memlekette 12 vatandaşın yanlış bulmadığı herşeyi yayınlayabilirdi’’.

Yayın izni, bürokrasi ve içerik denetiminin olmadığı iklimde düşünce, sanat, edebiyat, akademik faaliyetlerde patlama yaşandı. İngilizce, Avrupa’nın en hızlı gelişen diline dönüşürken, ülke de teknolojide, bilimde birçok yeniliğin merkezi haline geldi.  

1695’in en önemli sonuçlarından biri ise, kitap basmaktan daha ucuz olduğu için yerel matbaaların tercih ettiği ‘gazete’ basımı oldu. O günlerde yeni bir tür olan gazetecilikte dev bir sıçrama yaşandı. 1702 yılında Londra dışında yayınlanan tek bir gazete vardı. 1740 yılında Londra dışındaki kentlerde en az 40 yerel gazete günlük yayınlanıyordu. 

Gazetelerin geniş kitlelere ulaşmasıyla 1700’lerde adına ‘kamuoyu (public opinion)’ denen fenomen doğacaktı. Parlamento, devlet gücü üzerinde milletin en önemli denetim aracıydı. Gazetecilik ise, milletin, Parlamento üzerindeki en önemli denetim gücüne dönüşmeye başlayacaktı. Parlamenterler, duyulmasını istemedikleri konuşmalarının da halka yansımasından başlangıçta hazzetmediler. Bu nedenle 1721’de gazetecilerin Parlamento haberlerini yapması yasaklanmaya çalışıldı. Parlamentoların Anası bir kez daha sonuçta kendisini de yozlaştırıp yok edecek bir ahmaklığın eşiğine gelmişti. 

Neyse ki kısa vadeli kariyer ve kazançlarını ülkelerinin geleceğinin üstünde tutan parlamenterlerin çabası sonuç vermedi ve 1731 yılından itibaren bütün Parlamento faaliyeti gazetecilerin denetimine açıldı. Gazetecilik, demokratik ‘Westminster Sistemi’nde çok belirleyici bir yer ve önem kazandı. Bu denetim, parlamenter sistemi ve demokrasiyi geliştirecek ve koruyacak çok önemli bir adım oldu.  

O günkü gelenekte Parlamento’da üç ayrı güç odağı var olduğu kabul ediliyordu. Anglikan Din Adamları, Lordlar ve Halk Meclisi üyeleri. İngiliz muhafazakar devlet adamı Edmund Burke, 1787 yılında Parlamento genel kuruluna hitap ederken, eski düzenin artık değiştiğini, ‘’Westminister’da artık dört kuvvet var’’ sözleriyle ilan edecekti.

‘Dördüncü kuvvet bu sıralarda oturuyor’’ derken parmağı ile işaret ettiği bölümde, gazeteciler oturuyordu.

(Devam edecek) 

CEMAL TUNÇDEMİR‘i Twitter’dan takip edebilirsiniz

Dizinin ilk iki yazısı:

İfade Özgürlüğü Tarihine Bir Yolculuk

Özgürlük ve Toplumların Yükselişi