CEMAL TUNÇDEMİR
19 Eylül 2021
M.Ö 7. Yüzyılın sonlarına doğru Atina, antik Yunan uygarlığının en önemli kenti değildi. Yüzden fazla Yunan kent devleti içinde kendisinden daha büyük (Sirakuza), kendisinden daha zengin (Korintos), daha güçlü (Sparta) şehir devletleri vardı. Ancak çağdaşlarının hiçbirinin cesaret edemediğini yaparak, değişime ve özgürlüğe, kapılarını ardına kadar açınca, bütün tarihe ışık saçacak bir merkeze dönüşecekti.
Aydın’lı (Miletus) Thales ve öğrencisi Anaksimandros kısa süre önce, ilk kez doğa olaylarını, mitoloji ile değil, doğal sebep sonuçlarla açıklamaya çalışarak, bilim felsefesini ve modern bilim tarihini başlatmıştı. Ege’nin iki yakasına inci gibi dizilmiş kent devletlerinde art arda yenilikçi düşünceler, yeni keşifler, yerleşik kabullere eleştiriler yükseliyordu. Bu da tanrıların soyundan olduklarına inanılan tiranlara karşı körü körüne itaat düşüncesini yıkmaya başladı. İnsan haysiyeti yükseldikçe, tiranlar devrilmeye yerine ilk kısmi demokrasiler kurulmaya başlandı.
Atina ilk Yunan demokrasisi değildi ama M.Ö 6. yüzyıldan itibaren aşama aşama en gelişmişini inşa etti. Otoriteye, yerleşik inançlara ve topluma karşı ifade özgürlük sunacağı iklimiyle, sadece Yunan şehir devletlerinin liderliğine yükselmekle kalmadı, bilim, düşünce, sanat, üretken politika ve ticaretin tarih boyunca aynı anda en yoğun en parlak yaşandığı kent haline geldi. Atina’nın özgürlük ve demokrasi deneyimi, insan uygarlığına pozitif bilim, felsefe, okul, tiyatro gibi birçok zenginlik kazandırdı.
Atina’nın en büyük rakibi Sparta, vatandaşlarını mental ve bilgi olarak sadece ‘savaş’a hazırlayan ve milli disipline inanan bir kültüre sahipti. Eğitimin tek amacı asker yetiştirmekti. Şiiri, oyun yazarlığını, yönetime dönük hicvi, eleştiriyi, felsefeyi hakir, gereksiz ve zararlı gören bir kültür egemendi. Sparta’nın aksine Atina ise, vatandaşlarını, sadece savaşa değil, normal yaşama ve barışa da hazırlıyordu. Bu nedenle sanat, düşünce ve eğitim, hiçbir Yunan site devletinde görmediği ölçüde önemi Atina’da gördü. Atina demokrasi tarihi, çoğunlukla etrafını saran savaşlar, krizler içinde geçmesine rağmen, kapılarını Sparta gibi yabancı olana kapatmak yerine, ardına kadar açık tuttu. Yabancılara, yeniliklere ve hatta başka yerlerde aşağılanan dışlanan marjinal ve tuhaf fikirlere bile…
Bu özgürlük iklimi ile, diğer bütün site devletleri ve hatta Pers, Mezopotamya, Doğu Akdeniz ve Kuzey Afrika’daki bilgi, merak ve yenilik arayışı sahibi kişileri kendisine çekti. Böylece kendisinden askeri, ekonomik ve fiziksel olarak çok büyük Yunan kentlerinin asla sahip olamayacağı düzeyde, yaratıcı zekaya ve toplumsal dinamizme sahip hale geldi.
Modern ifade ve basın özgürlüğünün antik çağdaki kökleri olan ‘parrhesia’ ve ‘isegoria’ kavramları ise Atina demokrasisinin temelini oluşturuyordu.
Ekklesia’ya egemen ilk kavram olan ‘’isegoria’’, her Atina yurttaşının konuşma eşitliğine ve meclise hitap etme hakkına sahip olmasını ifade ediyordu. Protokol görevlisi, ‘Meclise kim hitap etmek ister?’ diye bağırıyor ve söz hakkı isteyenin kim olduğuna bakmaksızın söz sırası veriyordu.
Elbette ki konuşma hakkına sahip olmak yeterli değildi, düşüncesini her türlü utançtan ve cezadan azade dile getirme hakkına sahip olmak da önemliydi. Ama ondan da önemlisi, doğruyu söyleyebilme cesareti erdemine sahip olmaktı…
İşte ‘’Parrhesia’’ kavramı, konuşan açısından, ‘’dile getirmesi, çıkarına, güvenliğine, ikbal ve istikbaline aykırı gelişmelere, baskılara, bedellere, kınanmaya yol açacaksa bile hakikati yine de söyleme cesareti’’ anlamına geliyor. ‘Parrhesia’ sözcüğüne ilk kez eserlerinde karşılaştığımız Euripides, Fenikeli Kadınlar adlı oyununda, ‘’Fikrini konuşamayan herkes köledir’’ diye yazacaktı.
Parrhesia’nın en ileri düzeyine ise her türlü otoriteyi ve statüyü hor gören kinik felsefenin takipçileri ulaşacaktı. Özellikle de Platon’un hakkında ‘kafayı sıyırmış bir Sokrates’ nitelemesi yapacağı Diyojen ve öğrencileri, muktedirleri, zenginler, asiller, makam düşkünleri, din adamları ve ortalama toplum için adeta bir baş belası olacak ölçüde bu özgürlüğü kullandılar. Sinoplu bu çılgın ama bilge insan, bir defasında ‘‘hangi ‘polis’tensin (nerelisin)?’’ sorusuna ‘kozmopolis (dünya kenti)’ şeklinde kimlikçiliği aşağılayan bir yanıt vererek, ‘kozmopolitan’ kavramını da literatüre kazandıracaktı.
Diyojen’in döneminin muktediri Büyük İskender ile olan diyaloğu ise ‘parhessia’nın en ünlü örneklerinden biri…
Korintos’a gelen Büyük İskender, hep ismini duyduğu ve şöhretinin kendi şöhretini gölgelemesine haset ettiği Diyojen’in de şehirde olduğunu öğrenince onunla tanışmak ister. Ama bu tanışma Büyük İskender’in huzurunda gerçekleşmez. Büyük İskender bütün maiyetiyle beraber, sokaklarda yaşayan Diyojen’in huzuruna gitmek zorunda kalır. Ev olarak kullandığı şarap variline sırtını dayamış yalnız başına oturarak güneşlenen Diyojen’in önüne gelir ve ayakta dikilir. İkili arasında, tarihin en ünlü diyaloglarından biri gerçekleşir.
M.Ö İkinci Yüzyılda doğmuş Bursalı orator ve tarihçi Dio Krisostom’un ‘‘Krallık Üzerine 4. Ders’’ kitabında uzunca aktardığı bu diyalog, daha antik çağda, ‘akıbetini umursamadan muktedirin yüzüne doğru olduğuna inandığını konuşma cesareti’ ile ‘hazzetmeyeceği düşüncenin yüzüne karşı ifade edilmesine tahammül edebilen muktedir’ tablosuyla çarpıcıdır.
‘‘Kimsin sen, ne amaçla geldin?’’ diye sorar Diyojen, ’’Bana ait olanın bir kısmını almaya mı geldin?’’.
‘‘Neden öyle sordun? Birisiyle paylaşmak istediğin malın mülkün mü var?’’ diye karşılık verir İskender.
‘‘Evet zenginim, ama, senin bundan payını alabileceğinden emin değilim’’ yanıtı verir Diyojen.
Diyalogun bir yerinde İskender ‘‘seni görmeye geldim’’ dediğinde Diyojen bir kez daha aşağılar herkesin korktuğu büyük kralı: ‘‘Kör biri ışığı ne kadar görebiliyorsa sen de beni o kadar görebilirsin’’.
Yine Diyojen, kendisinin kral olduğunu hatırlatan bir insanın, olgunluk bakımından, bir oyun kazandıktan sonra başına bir taç geçirerek ben kral olduğum diye bağıran çocuktan hiçbir farkı olmadığını söyleyerek, İskender’in gururuna dokunmayı sürdürür. Sokratik okulun bir öğrencisi olarak, bir şeyi biliyorum diyenin aslında bu sözüyle o şeyin cahili olduğunu itiraf etmiş olduğu felsefesine uygun bir bakıştır bu.
Yine Diyojen, karşısında silahlı duran İskender’e, ‘arı kovanının kralının, diğer arıları sokmayacak tek arı olmasını’ hatırlatarak, ‘‘tahminim o ki, sen yatağına bile silahlarınla giriyorsundur. Bu korkunun alameti değil mi? Korkak bir insanın gerçek bir kral olma olasılığı yoktur’’.
Dio’nun aktardığına göre korkaklık ithamına öfkelenen İskender’in eli mızrağına gider. Diyojen ise devam eder:
‘’Kral olarak beni öldürme gücün olduğunu biliyorum. Ama, benden gerçeği duymaya yetecek cesaretin var mı? Yoksa doğruları duymak yerine beni öldürecek kadar korkak mısın? Mızrağını bana bir kerede saplarsın. Ama gerçekleri duyabileceğin tek insan da benim. Çünkü etrafındakilerin hiçbiri benim kadar dürüst değil ve ben onların hiçbiri gibi senin hizmetkarın değilim’’.
Elbette ki Diyojen – İskender diyalogunu tarihte ünlendiren ise, İskender’in büyük bir gururla Diyojen’e, ‘‘Benden istediğin bir şey var mı?’’ diye sormasıyla başlayan kısmı.
Diyojen, önünde ayakta dikilmiş İskender’in önünü kapattığı güneşi parmağıyla gösterip İskender’den ‘’Bana veremeyeceğin bir şeye engel olma, başka ihsan istemez’’ diyerek gölge etmemesinin yeterli olacağını söyler. Diyojen’in Büyük İskender’e ‘güneşimin önünden çekil’ işareti yapması, İskender’in maiyetini şok eder.
Ama bu ünlü anekdotun öncesindeki diyalogları dolayısıyla, Diyojen’in güneşten ne kast ettiğini İskender herkesten daha iyi anlamıştır. Zira, daha konuşmalarının başında İskender’in büyük fiolozofun kendisini tanıdığını itiraf etmesini çok arzu ettiği bir anda Diyojen, ‘‘Sen piç İskender değil misin?’’ diye sorar. Öfkelenen İskender, ‘‘neden ‘piç olduğumu düşünüyorsun?’ diye çıkışır. Diyojen de ‘‘Neden mi? Çünkü annen bile sana böyle söyledi. Olimpiya (Büyük İskender’in annesi, CT) demedi mi sana, baban Philip değil, Zeus, diye. Bu durumda piçsin.’’
Diyojen, mitolojide, kralların, tanrı Zeus’un oğlu olduğu ve güneşin insanlaşmış hali oldukları inancına atıf yapmaktadır. Bu ince dokundurmayı anlayan İskender, başkasını asla yaşatmayacağı ‘piç’ nitelemesine tebessümle karşılık verecektir.
M.S 3. Yüzyılda yaşamış tarihçi Laertius’un aktardığına göre ise, İskender, diyalogun bir başka yerinde artık Diyojen’e hayranlığını gizleyemez. ‘‘İskender olmasaydım Diyojen olmak isterdim’’ der. Bazı kaynaklara göre, Diyojen de ‘‘Diyojen olmasaydım’’ diye karşılık verir bu iltifata, ‘’yine Diyojen olmak isterdim’’.
Otoriteye karşı gerçeği veya düşündüğünü konuşma özgürlüğü sayesinde, Atina, Diyojen gibi eksantrikler de dahil birçok dev düşünürün ya doğup yaşadığı ya da bir süre yaşadığı bir yer oldu. Sokrates’ten, Sofokles’e, Öklid, Perikles ve Euripides’ten Plato ve Aristo’ya kadar etkileri çağlar boyunca sürecek çok sayıda filozof, devlet adamı, yazar, bu iklim sayesinde olgunluklarına erişti. Tragedya ve komedya bu coğrafyada ilk mükemmel formlarına sahip oldu. Hicivle eleştiri, kamusal yaşamın parçası oldu. Başta komedinin babası Aristofanes olmak üzere komedi yazarları, güçlüleri ve toplumu iğneleyen, küçük düşüren, hakir gören oyunları, arsızca çekinmeksizin yazdılar. Bu da vatandaşlık bilincini daha da pekiştiriyordu (Tabii ki bu günümüzdeki anlamda bir vatandaşlık değildi. Antik çağda vatandaş, sadece erkeklerin doğumla kazandığı bir statüydü. Göçmenler, kadınlar ve köleler vatandaş sayılmıyordu).
Atina, doğrudan demokrasi olduğu için, şehir meydanındaki (agora) vatandaş meclisinde (ekklesia) isteyen her vatandaş tartışma ve yasa yapma sürecine bizzat katılabiliyordu
Dahası, vatandaşlar, katılıma teşvik ediliyordu. Vatandaşlık sorumluluk ve görevlerinden kaçınan düz vatandaşlara, ‘idiot’ deniyordu. Sonraki yüzyıllarda Batı dillerinde ‘ahmak’ anlamı kazanacaktı bu isimlendirme.
Antik çağın büyük tarihçisi Tukidides, ‘‘devlet işleri ile ilgilenmeyen vatandaş, kendi işine bakan kişi değil, zaten Atina’da işi olmayan kişidir’‘ diye yazacaktı. Atina demokrasisinin altın çağı olan Perikles döneminde ise, kamusal görevlere katılan vatandaşlara ücret ödenmesi uygulaması getirilerek, tam katılımcı bir demokrasi yaratıldı. Böylece, vakti bol zenginlerin yanı sıra, günlük işlerle geçinen yoksul vatandaşlar da yönetime ve meclise katılmaya başlayacaktı.
Antik Atina, pür demokrasinin ilk örneği olmakla kalmadı; sadece oy sayımına dayalı pür bir demokrasinin kendi kendisini nasıl yutacağının da ilk ibretlik örneği oldu. Pür demokraside en önemli güç hitabet ve karizmaydı. Hitabeti ve karizması güçlü olan liderlerin etrafında vatandaş kümelenmeleri oluşuyordu. Bu tür politik liderlere antik Yunanlılar, ‘demagog’ adını veriyordu.
Demagog, ‘demos (millet)’ ve ‘agogos (lider)’ sözcüklerinin birleşmesinden oluşmuş ‘halk lideri’ anlamında bir terimdi. Perikles gibi iyi niyetli demagoglar döneminde henüz negatif bir anlamı yoktu.
Herhangi bir güçler dengesi ve ilkesel denetim yapan mekanizmalardan yoksun, sadece oylamaya dayalı pür demokraside, kifayetsiz muhterisler, hitabetle, hamasetle en fazla oyu yakalamayı başarıp, bütün kent devletini kişisel hırslarına ve çıkarlarına hizmet eder hale getirebileceklerini gördüler.
Demokrasi sayesinde kazanılan bu orantısız ve karşı dengesi olmayan gücün, nihayetinde sayesinde var olduğu demokrasiyi tahrip ettiği görüldükçe, demagog sözcüğü de negatif bir anlam kazanmaya başladı.
Örneğin Peloponez Savaşlarının detaylarını sayesinde öğrendiğimiz tarihçi Tukidides’in bu terimi, Perikles için kullanmayıp halefi Kleon için kullanması dikkat çekicidir. Böylece, demagog, toplumdaki en yaygın ve ilkel eğilimlere hitap ederek, hamasi ve manipülatif söylemlerle oldukça geniş bir vatandaş oyunu etkisi altına alıp, sonra bu gücünü, şahsi politik kariyeri, hırsları ve çıkarları için kullanan politik karakterlerin genel adı olacaktı.
Amerikalı yazar James Fenimore Cooper, 1838 yılında demagogların dört önemli ortak noktası olduğunu yazacaktı:
‘’Kendilerini elitlere karşı milletin gerçek evladı gibi sunarlar; çok güçlü duygusal çalkantılar yaratırlar; kabarttıkları bu duygusal çalkantıları kendi amaçları doğrultusunda manipüle ederler; devleti devlet yapan ilkelere ya tehdit oluştururlar veya tamamen çiğnerler.’’
İşte Atina demokrasisinin altın çağındaki politik liderlerden Perikles’in ölümünden sonra liderliğe yükselen Kleon, bu dört şartı da kendinde toplayarak, günümüzdeki anlamında demagogların ilk mükemmel örneği oldu.
Politik yaşamının fazla muktedir olmadığı ilk bölümünde devlet muhalifi olan Kleon, Perikles’in ölümünden sonra güçlendikçe, bir mutlak iktidar ve güç savunucusu haline geldi. Çok elit bir hitabeti olmasa da fiziksel heybeti ve ses tonunun sağladığı karizma ve en iptidai duygulara hitap edebilme kurnazlığıyla en etkili politikacı oldu. Atina’daki yoksul vatandaşlara sağladığı bazı desteklerle arkasındaki vatandaş desteğini artırdıkça artırdı. Atina içine çok sayıda muhbir yerleştirerek, özgürlükle özdeşleşmiş iklime yoğun bir korku pompaladı. Başta Aristofanes olmak üzere birçok yazarı, eleştirileri nedeniyle mahkemelerde yargılatacak, Tukidides hakkında sürgün kararı çıkartacaktı. Savaş ve gerginlik ikliminde vatandaşları manipüle edip arkasında toplamak daha kolay olduğu için, Sparta ile oluşan barışı bozacak ve ikinci Peloponez Savaşını başlatacaktı.
Antik çağ tarihçisi Plutark, Kleon’u şu şekilde tanımlayacaktı:
‘’Sığ ve cüretkar…şarlatan ve pervasız…Politik arenayı bütün edebinden uzaklaştırdı ve insanlara bağırarak hitap etme modasını yerleştirdi. Politikada abes olanı öne çıkarıp dürüst olmayı önemsizleştirdi ki bu kısa sürede bütün devletin yıkılmasına neden olacaktı’’.
Komedyanın babası sayılabilecek Aristofanes de sürekli krizlerden ve gerginlikten beslenebilen Kleon hakkında, ‘‘tıpkı su yılanı avcısı gibi. Temiz ve durgun suda hiçbir şey yakalayamıyor ama bulanık suda iyi av yakalıyor’’ diye yazacaktı. Şövalyeler adlı oyununda ise Kleon’u temsil eden karakterini, ‘‘Halkı istediğim gibi kandırabilirim’’ diye konuşturacaktı.
Aristo da birkaç on yıl sonra Kleon için, ‘‘Prensiplere saldırısıyla kimse Atina’yı onun kadar yolsuzlaştırıp çürütmedi. Kamusal kürsüde bağıra bağıra konuşan ilk politikacı oldu. Kendisiyle aynı fikirde olmayanlara saygısız bir dil kullanan ilk politikacı oldu.’’ diye yazacaktı.
Kleon ile birlikte keskin bir düşüşe geçen Atina demokrasisi, o çağda etkili bir başka etkili demagog, Alkibiades’in maceracı şahin politikalarının neden olduğu hezimetle çok büyük bir darbe yedi.
Demagogların güçlendikçe neden oldukları yenilgiler ve başarısızlıklar, kentteki özgürlük iklimini tahrip etti. Atina demokrasisi, örneğin, en parlak evladını, Sokrates’i, ‘’gençleri dinden çıkarıyor’’ suçlamasıyla yüzde 52-48 halk oyu çoğunluğu ile idama mahkum ederek öldürebildi.
Kleon’la birlikte düşüşe geçen Atina bir daha asla eski gücüne ve parıltısına kavuşamadı. Önce Sparta’nın sonra da Tebe’nin gerisine düştü. Sonradan demokrasiye geri dönme denemeleri oldu ama artık çok geçti. Önce Makedonya İmparatorluğunun ardından Roma’nın bir kenar vilayeti haline geldi. 19’ncu yüzyıl sonlarında kurulacak modern Yunanistan, başkent olarak orayı seçene kadar yaklaşık iki milenyum gölgede kaldı.
Roma Cumhuriyeti, ‘libertas’ ve ‘respublica’
Özgürlüğün, toplumların kaderini nasıl değiştirebileceğinin antik çağdaki bir başka çarpıcı örneği olan Roma Cumhuriyeti ise, aynı dönemde doğduğu Atina demokrasisinin hatalarından gerekli dersi çıkarması sayesinde, beş asırdan fazla ayakta durmayı başardı ve tarihin en etkili uygarlıklardan birini oluşturdu.
M.Ö 6’ncı yüzyılın sonlarında Atina demokrasisinin temelleri atılırken, Romalılar da tiranlarına baş kaldırarak yıktıkları Roma Krallığı yerine Roma Cumhuriyetini kuruyorlardı. Atina’nın pür demokrasisinin aksine, kamusal alanda güçler arasında Senato ve konsül gibi ara mekanizmalarla denge kurarak, basit çoğunluk oyu ile sistemin yıkılmasını engellediler.
Roma Cumhuriyeti de bütün gelişimini ve parıltısını, tıpkı Atina demokrasisi gibi özgürlük iklimi sayesinde kazandı. Roma Cumhuriyetinin dayandığı iki konsept ise ‘’Libertas’’ ve ‘’respublica’’ kavramlarıydı.
Libertas, Roma vatandaşlarının, en başta da şehir meydanı olan ‘forum’larda, başlarına bir şey geleceğinden korkmadan düşündüklerini konuşabilmesine olanak veriyordu. Respublica ise, yönetimi, ‘kamusal iş’ yani ‘herkesin işi’ haline getirerek, herkese, devlet işleri hakkında konuşma, eleştirme, belli derecelerde denetim yapma imkanı getiriyordu. Devlet işinin hükümdarın şahsi işi (res privata) olduğu Roma Krallığına baş kaldırıp yıkarak bu cumhuriyeti kurmuşlardı. Devletin en yetkili ismi de olsa kimse kanundan üstün olamaz temeline dayanan ve insan haysiyetine en uygun yönetim olan ‘republic (cumhuriyet) fikrini insan uygarlığına kazandıracaktı ‘respublica’ konsepti…
Cumhuriyet devleti, her vatandaşın ortak devletidir. Bu yüzden örneğin Roma Cumhuriyet Senatosunda gizli oylama yapılamazdı. Senatörler, oturumlarda yetkili yöneticilere, konsül üyelerine karşı çok ağır eleştirileri rahatlıkla ve açıklıkla dile getirebiliyor, hesap sorabiliyordu. Hakeza şairler, yazarlar şiirlerinde oratoryolarında ve hicivlerinde, vatandaşlar da şehir meydanlarında (forum)…
Roma Cumhuriyetinde ifade özgürlüğünün boyutu öyle büyüktü ki, günümüz modern ordularına egemen disiplin anlayışının aksine Roma askerleri bile açıkça politik konuşmalara yapma, kararları ve emirleri tartışma konuşmaları yapabilme hakkına sahipti. Tarihçiler, sonrasında yasal sorunlar yaşama riski açısından bakıldığında, sıradan bir antik Roma Cumhuriyeti vatandaşının, günümüzdeki en gelişmiş demokrasilerin vatandaşlarından bile daha fazla ifade özgürlüğüne sahip olduğuna dikkat çekiyor.
Tarihte belki de hiçbir devletin vatandaşları, Roma Cumhuriyeti vatandaşlarının kendi devletlerini eleştirdiği kadar eleştirmedi. Kendi devletini eleştirmek, açıkların, hataların, suistimallerin ısrarla üzerine gitmek, bir devleti yıpratmaz aksine tamir eder. Ve gerçek vatanseverlik de budur. İngiliz filozof G.K. Chesterton, 20’nci yüzyılın ilk çeyreğindeki ‘vatanseverlik’ tartışmaları sırasında, “Vatandaşları, Roma’yı kusursuz ve büyük olduğunu düşündükleri için sevmiyordu. Roma, kendisini kusursuz ve mükemmel bulmayan insanları onu sevdiği için büyüktü” sözüyle bunu vurguluyordu.
Ve nihayetinde Cumhuriyet, Romalılara, daha antik çağda, Avrupalıların bir daha ancak 19’ncu yüzyılın ikinci yarısında kavuşabilecekleri düzeye bir yaşam kalitesi sağlayacaktı.
Peki herkesin devleti, yöneticileri, senatörleri, generalleri hatta birbirini özgürce eleştirdiği, hakaretin bile serbest olduğu, her kafadan bir sesin çıktığı bir kamusal iklime sahip Roma Cumhuriyeti nasıl yüzyıllarca hem de gelişerek ayakta kalabildi?
Daha doğrusu Roma cumhuriyetinin sonunu bu kaotik özgürlük mü getirdi?
Hayır.
Tarihçi Laura Robinson’un Roma Cumhuriyetinde İfade Özgürlüğü kitabında belirttiği gibi, ‘’Sadece ifade özgürlüğünün olduğu bir ortamda Roma Cumhuriyeti işlevini ve fonksiyonunu yerine getirebilirdi’’.
Nitekim, cumhuriyetin sonunu, halkın çıkarlarını ve devletin güvenliğini koruma iddiasındaki bir populist diktatör ve onun yasakları getirdi. Hem de olağanüstü bir hızla…
Julius Sezar’ın öyküsü, bir insanın, muktedir oldukça nasıl şirazeden çıkıp, kendisi de dahil her şeyi yıkma pahasına daha fazla iktidar isteyen birine dönüşeceğinin ibret öyküsü oldu…
Oysa, Sezar, MÖ 59 yılında konsül seçildiğinde, Senato protokollerini halka açmıştı. Devlet işleri hakkında vatandaşı bilgilendiren Acta Diurna (Günün Kamu İşleri Kaydı) levhasını, Sezar’ın konsül seçilmesinden sonra yayınlanmaya başladı.
Acta Diurna, taş ya da metal tabletlere kazınarak, yasaların kamuya yazılı deklare edildiği, ‘album’ olarak isimlendirilen panoya asılıyordu. Vatandaşı devlet işleri hakkında haberdar edip bilgi veren bu bir nevi ilkel gazeteye, vatandaş çıkarına olduğu için, ‘halkın kaydı (acta publica)’ da deniyordu.
Ancak Sezar güçlendikçe, daha fazla güç arzusuna kapıldı. Bunun doğal sonucu olarak da Roma Cumhuriyetini Roma Cumhuriyeti yapan kurumlara, konseptlere düşman hale geldi. Çünkü Cumhuriyet, sadece olağanüstü krizlerde ve süresi kısıtlı diktatörlüğü tolere edebilecek bir düzene sahipti. Ucu açık keyfi diktatörlüğe izin vermiyordu. Sezar’a göre ise bütün yaşam savaştan ibaretti ve Plutark’ın aktardığına göre bir defasında, ‘’Savaş zamanı ifade özgürlüğü olmaz’’ diye konuşacaktı. Bu da Sezar muktedir kaldıkça, ifade özgürlüğü olmayacağı anlamına geliyordu. İfade özgürlüğünün olmadığı yerde de cumhuriyet olmazdı. Cicero ve Cato gibi önde gelen cumhuriyetçiler, Sezar’ın, Cumhuriyetin varlığına yaşamsal bir tehdit oluşturduğunu çok geçmeden fark edecektiler. Nihayetinde Sezar, M.Ö. 49 yılında kendisini Roma Cumhuriyetinin ‘Ebedi Diktatörü’ ilan edecekti.
Tarihçi Cassius Dio’nun aktardığına göre Sezar’ın diktatörlüğünü ilanından sonra Senatör Cato, ‘’Özgürlüğün ve özgür ifade hakkının olduğu bir dünyaya doğdum. Ahir ömrümde değişip, köleliği öğrenmem mümkün değil’’ diye yakınacaktı. Ona göre diktatörlük o kadar cumhuriyet karşıtı illegal bir durumdu ki, Sezar’ın onun yaşamını bağışlaması kararını bile reddedecekti. MÖ 46 yılında intihar ederek yaşamına son verecekti.
Cicero da ‘‘Tiranlık varken normal yaşamaya devam edemem. Çünkü böyle bir yönetim altında hak sahibi vatandaş olarak veya fikirlerini özgürce söyleyen biri olarak kalamayız’’ diye konuşacaktı. Roma’dan ayrılıp sürgüne gidecek ve Sezar’ın beş yıl süren diktatörlüğü boyunca, onun diktatörlüğünün bir aracı olmayı ret edecekti.
Sezar’ın M.Ö. 44 yılında öldürülmesinden sonra oluşan karışıklık döneminde Cicero, Cumhuriyetin özgürlük değerlerine dönülmesi için büyük çaba harcadı. Ancak, Sezar’ın diktatörlüğünden yana olan Mark Anthony, Roma Cumhuriyet tarihinin en parıltılı isimlerinden biri olan Cicero’yu devlet düşmanı ilan edecekti. Yakalama kararı ve insan avından sonra MÖ 43 yılında Cicero’nun, yakalandığı yerde kafası kesildi, bedeni parça parça edildi ve özgürlüğün savunucusu olan ‘dili’, ‘‘konuşacak herkese ibret olması’’ için Roma Cumhuriyetinde ifade özgürlüğünün sembolü olan Forum’daki konuşmacı kürsüsüne (platform) asıldı.
Cato ve Cicero’nun ölümleri, ‘libertas’ ve ‘res publica’ konseptlerinin, dolayısıyla da Roma Cumhuriyetinin de fiili ölüm ilanı oldu. Ancak Sezar’ın açtığı kişisel iktidar arzusu kapısında bekleyenler için artık ‘diktatör’ unvanı da yeterli olmayacaktı. Sezar’ın M.Ö. 44 yılında suikastla öldürülmesinden sonraki iç savaşta, Mark Anthony ve Sezar’ın sevgilisi Kleopatra’nın kurduğu ittifakı yenen Sezar’ın evlatlığı Octavian, kendi oluşturduğu kukla Senato ile kendisini önce ‘başvatandaş’ ilan etti. Çok geçmeden, M.Ö. 27 yılında da kuklası senato kendisine ‘Augustus’ adıyla ‘imparator’ unvanı verdi ve böylece Roma Cumhuriyeti resmen sona erdi. Bir Romalı tarihçinin, imparator değişimlerini, ‘’Bir köle sahibinden diğer köle sahibinin eline geçiyoruz’’ diye nitelendireceği, Roma İmparatorluğu çağı başladı.
Sezar Augustus, imparatorluğuna, ‘’yazı yoluyla ihanet’’ suçunu icat ederek başladı ve ‘yasadışı’ metinleri kitapları yaktırdı. Acta Diurna’nın yayınlanmasına son verdi ve vatandaşların devlet ve Senato işleri hakkında haberdar olmasını engelledi.
Augustus’un evlatlığı ve halefi İmparator Sezar Tiberius zamanında ise, yasadışı ve muzır neşriyatın cezası ölüm haline geldi. Örneğin M.S. 23 yılında şair Aelius Saturninus, imparator hakkında terbiyeye aykırı bir dörtlük yazdığı suçlamasıyla, Capitol tepesinden aşağıya atılmak suretiyle öldürülecekti. Yine, imparatorun desteklemediği fikirleri konuşanlar yazanların, mal varlıklarına el konulması ve ‘damnatio memoriae’ denilen işlemle, bütün kayıtlardan silinerek, milli hafızada yokluğa mahkum edilmeleri uygulaması başladı.
İfade özgürlüğünü yitirmek, Roma vatandaşlarının otorite karşısındaki bütün statüsünü sildi. Roma vatandaşları, imparatorun tebasına dönüştü. Senatörlük bile göstermelik bir konuma dönüştü. İmparator Sezar Tiberius bir defasında Senato’da bir oylama yapılmasını istediğinde Senatörler önce onun oy kullanmasını isteyerek, ‘‘Önce siz oy kullanırsanız bizim takip edeceğimiz bir oy alacak. Ama siz en son oy kullanırsanız, kazara yanlış oy kullanmış duruma düşebiliriz’’ karşılığı verecektiler.
İmparator Domitian döneminde Senato’nun göstermelik yetkileri bile makaslandı. Devlet, Domitian’ın şahsından ibaret hale geldi. Öyle ki Roma kentinin dışına çıktığında devletin merkezi de onunla Roma dışına çıkıyordu. ‘Roma İmparatoru’nun ilahi bir statü olduğu kabulü getirdi. İmparator ailesinin kudsiyeti olduğuna hükmetti. Sadece askeri ve politik ilişkiler konusunda değil, kültürden ahlaka ve günlük yaşama kadar her alanda norm dayatmaya başladı. Din, militerlik, kültürel propaganda ve lider kültü, Domitian’ın bütün yönetiminin merkezine yerleşti.
Aslen Denizlili (Hierapolis) filozof Epiktetus, Roma’da yaşadığı o günlerde, filozofu, ‘’tiranın yüzüne dimdik bakabilen insan’’ olarak tanımlayacaktı. Domitian’ın karşılığı ise tiranların korkaklığına uygundu. M.S. 93 yılında, Roma’yı bütün filozoflara yasakladı ve Epiktetus dahil bütün filozoflar kentten ayrılmak zorunda kaldılar.
Roma İmparatorluğu, Roma Cumhuriyeti’nin mirası sayesinde iki asır kadar daha sürdürebildiği ihtişamını kaybetmeye başladı. Domitian’dan sonra Nerva, Marcus Aurelius gibi Senato’nun itibarını yükseltip, özgürlük alanını yeniden genişletmeye çalışan, farklı görüşleri düşüncelere tahammül edebilen bilge imparatorlar da çıktıysa da despot imparatorların yıkıcılığı daha baskın oldu ve Roma İmparatorluğunun çöküş süreci hızlandı.
Lidere sadece duymak istediklerinin söylenebildiği bir korku ikliminde, kapkaranlık bir gerçek körlüğü yaşanması kaçınılmaz olur. M.S. 2. Yüzyılda yaşamış Bergamalı (Pergamon) doktor filozof Galenos, ‘’Ruhun Tutkularının Teşhis ve Tedavisi’’ kitabında, gerçekleri duymanın devlet yöneticilerine katkısına dikkat çekerken, ‘muktedirin gerçekleri sadece, ismiyle hitap edecek yakınlığı olmadığı, sofrasına oturmayan, yanına gelip gitmeyen, ondan hiçbir ihsanı kabul etmeyen insanlardan duyabileceğini’ yazacaktı. Bir devlete, bir topluma, bir lidere gerçek dost onlara duymak istediklerini söyleyenler değil, duymaktan rahatsız olduklarını konuşabilenlerdir.
Aslında atalarımızın ‘dost acı söyler’ dediği sır bu. Tıpkı devletler gibi bizim de kişisel yaşamımızda, bize gerçeğimizi hatırlatacak dostlarımıza ihtiyacımız var. Çünkü başkasının hatalarını neredeyse hepimiz görebiliriz. Kendimizi ise aynı berraklıkta göremeyiz. Platon bu körlüğümüze, ‘Yasalar’ adlı diyalogunda şöyle bir gerekçe belirtir: Aşk, insanı kör eden bir güçtür. Aşık olduğumuz kişinin gerçeğini görmemizi engelleyen bir körlüktür bu. Hepimizin en fazla sevdiği ise kendimiziz. Yani hepimizin bu öz aşkı, nihayetinde bizi kendi gerçeğimizi göremeyecek kadar körleştiren şeydir.
Atina demokrasisi ve Roma cumhuriyetinin tarihleri, otoriteye ve topluma karşı konuşma özgürlüğünün, milletlerin yükselişinde ve insana haysiyet kazandıran vatandaşlık statüsünün oluşmasında nasıl yaşamsal bir rol oynadığının ilk parlak örnekleri oldu. Ama aynı zamanda, özgürlüğün bir kerede kazanılan bir oluş değil, sürekli korunması gereken bir duruş olduğunun da ibret öyküleri oldular…
Bilinçli vatandaşlara dolayısıyla uygar bir geleceğe sahip olmak isteyen her ülkenin eğitim müfredatında, öğrencilerine, bu iki antik çağ deneyimini okutmaya çok özen göstermesi boşuna değil.
Eseriyle tarih boyunca bilge yöneticilerin başvuru kaynağı olmayı sürdüren antik çağ tarihçisi Tukidides, tarih kitabının daha başında, muazzam öngörülü bir hatırlatmada bulunacaktır:
‘’İnsan doğasının bir sonucu olarak gelecekte de zaman zaman benzerleri tekrar edecek bu geçmiş vakalar hakkında yazdıklarımın, açıklıkla anlamak isteyenlere bir faydası olacaksa ne mutlu bana. Bu eserim sadece bugüne hitap etmiyor, bütün geleceğe hitap ediyor’’.
(Devam Edecek)
Cemal Tunçdemir’i Twitter’dan takip edebilirsiniz