Skip to content
Menu

Amerikan Anayasası nasıl yapıldı?

anayasa

CEMAL TUNÇDEMİR

17 Eylül 2015

Amerika’daki 13 koloninin, 4 Temmuz 1776’da İngilizlerden bağımsızlık ilan etmesinin üzerinden 7 yıl geçmişti. Henüz Amerika Birleşik Devletleri kurulmamıştı. 13 koloninin gevşek bir bağla birbirine bağlı olduğu konfederal bir yapı vardı. Kontinental ordunun başkomutanı general George Washingtoda herkesin dilindeki ‘askerlerin askeri bir rejim kuracağı’ söylentisini duymuştu. 15 Mart 1783 günü, ordunun, New York, Newburgh’da bulunan karargahına, bu subayların toplantı halinde olduğu sırada beklenmedik bir ziyarette bulundu.

Cuntanın başında Washington’un eskiden beri rakibi olmuş olan general Horatio Gates vardı. ABD ile İngiltere arasındaki savaş, resmen devam ettiği için, çoğu milislerden oluşan ordu dağıtılmıyordu. Askerler bağımsızlık ilanının üzerinden 7 yıl  geçmesine rağmen, Kontinental Kongrenin işlevsiz ve dağınık halinden şikayetçilerdi. Maaşları ödenmiyor, erzaksız zor kışlar geçiriyorlardı. Uğruna hayatlarını tehlikeye attıkları bağımsızlık bu muydu? Bu dağınıklık ve başıboşluğa son verecek tek bir yol vardı: Kongreyi ve gerekirse Washington’u devirip ülkede askeri bir rejim kurmak.

O soğuk Mart sabahı General Washington kendi askerlerinin karargahına habersiz girerken tarihin kavşak noktasında duruyordu. Washington ya omuz omuza savaştığı silah arkadaşlarına sadık kalacaktı ya da çok inandığı cumhuriyete. Odaya girdiğinde, subayların darbe toplantısı sürüyordu. Washington konuşmakta olan General Gates’in lafını kesti ve doğrudan söze girdi. Subaylar bu müdahaleye sessiz kaldılar. Sonuçta Kontinental ordunun başkomutanı sıfatını taşıyordu.

Washington silah arkadaşlarına, tarihe Newburgh Konuşması olarak geçecek ve insan soyunun yönetim anlayışında antik çağlardan o günlere geldiği noktaya vurgu yapan konuşmasını yaptı. Subaylarına, tarihte hiçbir politik ve sivil sorunun askeri yöntemlerle ebediyen çözülemediğini anlattı, ‘’barışçı ve hukuka uygun her türlü davanızın yanındayım’’ dedi ve kimsenin konuşmasına olanak vermeden onları onları kendi toplantılarıyla baş başa bırakıp çıktı.

Konuşma karşısında, bazı subaylar duygulanmıştı. Kontinental ordusu, işte o sabah maceraperest bir milis takımı olmaktan çıkıp gerçek bir orduya dönüşmüştü. Washington, o sabah askerleriyle beraber, ABD’yi bir askeri diktatörlüğe ve hatta krallığa kolayca dönüştürebilirdi. Askerler buna çok hazırdı ve yola çıktıklarında karşılarında duracak tek bir güç bile yoktu. Ancak Washington o dönüm noktasında tercihini tek adamlıktan yana değil, cumhuriyetten yana kullanmıştı.

Aynı yılın Kasım ayında İngiliz Krallığı ile ABD arasında Paris Antlaşması imzalandı ve ABD bağımsızlık savaşı resmen sona erdi. George Washington, Paris antlaşmasından 1 ay, askeri darbeyi engelledikten 8 ay sonra Aralık 1783’te, başkomutanlıktan istifa etti. Sekiz yılı aşkın bir zamandır ülkesine hizmet, ordusuna komutanlık yapmıştı. Mount Vernon’daki evine gitti. Karısı Martha kapıda kendisini bekliyordu. Yeniden savaştan önceki işine çiftçiliğe döndü. Toprakla dolu münzevi bir hayatın içine kendini attı. O günlerde Lafayette’e yazdığı mektupta şöyle anlatacaktı:

Potomac Nehrinin kıyısında, kamusal hayatın bütün meşguliyetinden uzakta kendi incir ağacımın altında gölgelenen sıradan bir vatandaşım… Sadece kamu görevlerimden değil, kendimden de emekli oldum. Kalbimin tatmini yolunda sakince dolaşıyorum.

13 koloniden oluşan Amerikan halkı, yeni kuracakları devlete güçlü iktidar olanakları vermekten çekiniyordu. Bir ‘kral’dan yeni kurtulmuşlardı. Zayıf ve gevşek bir devlet yönetimi istiyorlardı. Üstelik bu 13 koloninin her biri kendini bağımsız bir devlet olarak görüyordu. Hiçbirinin bir diğerine güveni yoktu. Aslında sonsuza kadar 13 ayrı ülke olarak da yaşayabilirlerdi.

Peki ne oldu, nasıl oldu da birbirinden pek de hazzetmeyen bu 13 koloni, ‘savaş’, ‘askeri güç’ veya ‘ekonomik kriz’ gibi hiçbir zorlayıcı sebep olmadan gönüllüce bir araya gelip ortak bir devlet düzeninde anlaşabildiler?

George Washington’un istifasından sonra, Amerikan kontinental devleti, kendi ayakları üzerinde durmayı öğrenmesi gereken 3 zorlu yıl daha yaşadı. Ta ki 11 eylül 1786 yılında toplanan Annapolis Kongresine kadar. 13 eyaletten sadece 5’i temsilci gönderdi. Çok fazla bir karar alınamadı ancak çok çok önemli bir sonuç doğurdu. Kurultayın iki yıldızı Alexander Hamilton ve James Madison’un, ülkenin devlet sistemini ve kurumların yerini açıkça belirtecek bir anayasaya ihtiyacı olduğunda ısrarıyla bir anayasa kongresi toplantısı düzenlenmesi ve kolonilere davet çıkarılması kabul edildi. Bu karar yaklaşık 3 ay sonra sonuç verdi ve Kontinental Kongre, 21 Şubat 1787 günü, Mayıs ayında Philadelphia’da, yani 10 sene önce İngiltere’den bağımsızlık ilan ettikleri Kongre salonunda bir Anayasa Kongresi toplamayı kabul etti.

Ömrünün son demlerini Mount Vernon’daki münzevi hayatında geçireceğini sanan George Washington, bir kez daha ülkesinin çağrısının baskısı altındaydı. Israrları kırmayarak 28 Mart günü, daveti kabul ettiğini ve Kongre’ye katılacağını bildirdi.

Philadelphia’da anayasa baharı

Kongrenin toplanmasında en önemli rollerden birini oynayan henüz 35 yaşındaki James Madison, 3 Mayıs günü Kongre için Philadelphia’ya gelen ilk delege oldu. O geldiğinde bir tek zaten şehirde çalışan Pennsylvania delegeleri vardı. Madison’un en büyük korkusu, Anayasa Kongresi’nin resmi çalışmasını başlatacağı gün olarak ilan edilen 14 Mayıs günü gerçeğe dönüştü. Bir avuç delege hazırdı. Bu da toplantıya başlamaya yetmiyordu.

Ancak günler geçtikçe delegeler gelmeye başladı. Ve her biri kendi başına bir devlet gibi olan 12 koloninin (Rhode Island kongreye katılmayı reddetti) 55 temsilcisinden oluşan Phildelphia Anayasa Kongresi, 25 Mayıs 1787 günü sessiz bir şekilde açılış oturumunu yaparak çalışmaya başladı.

Kurucu babalardan bazıları salonda yoktu. Thomas Jefferson Paris’te ve John Adams Londra’da oldukları için katılamamıştılar. Samuel Adams, John Hancock ve Patrick Henry gibi bağımsızlık mücadelesinin bazı liderleri ise davete icabet etmediler. Patrick Henry’nin gerekçesi, ‘Philadelphia’dan yeniden güçlü bir devlet kurarak, monarşiye kayma eğilimi gibi pis kokular gelmesi‘ydi.

Anayasa Kongresine katılan 55 adam, sadece pazar günleri hariç, aylarca, günde bazen 15 saat süren toplantılarla bir imkansızı başardılar. 13 ayrı koloniyi kapsayan bir devlet yapısı çıkardılar. Yürütme, yasama ve yargı organlarının ayrılığına dayalı, Kongre merkezli bir denge ve kontrol sistemi  tesis ettiler. Bununla beraber, aralarından çaba gösterenler olsa da köleliliği yasaklayamamak gibi vahim zaafları da oldu bu yeni devletin.

Çıkarları farklı, hedefleri farklı, devlet anlayışları farklı bu 55 delege, toplantılara başladıktan 3 ay 23 gün sonra 17 Eylül 1787 günü, Amerika Birleşik Devletlerini kuracak ve yönetecek Amerikan Anayasası üzerinde anlaştılar. Washington bir kez daha görevini yapmış olmanın gururuyla Mount Vernon’daki evine çekildi.

Amerikan Anayasasının kabulünden 1,5 yıl sonra 14 Nisan 1789 günü, yeni Federal Kongrenin genel sekreteri Charles Thomson, Washington’un Mount Vernon’daki evinin kapısını çaldı ve ona, 69 seçici delegenin her birinin oyunu alarak Amerika Birleşik Devletlerinin ilk başkanı seçildiğini tebliğ etti. Washington, yemin töreni için ABD’nin geçici ve aynı zamanda ilk başkenti olan New York’a davet edildi.

Ülkenin kurucu başkanı Washington, 8 yıllık başkanlığının ardından emekli oldu ve yeniden Mount Vernon’a döndü. ABD başkanlarının en fazla iki dönem başkan olabilmesi geleceğini başlattı. Başkanlıktan emekli olduktan sonra iki yıl, yeniden sıradan bir vatandaş olarak yaşadı. Anayasa Kongresinden önce inzivada olduğu yıllarda, en büyük arzusunun 19’ncu yüzyılı görmek olduğunu söylemişti. Ancak 1799 yılının 14 Aralık günü, yani 19’ncu yüzyıla sadece 17 gün kala yaşamını yitirdi.

Amerikan Anayasası bir ‘mucize’ mi?

ABD Anayasasının yapılışı hakkında uzun yıllar en fazla referans gösterilen kitaplardan biri, Catherine Bowen’in  ‘Miracle at Philadelphia (Philadelphia’da Mucize)’ kitabıdır. Adından da tahmin edilebileceği gibi, bu kadar bir birine zıt, bölük pörçük kolonilerin bir araya gelip tarihin en görkemli politik metinlerinden birini ortaya çıkarabilmeleri ve devlet sisteminin yapısı üzerinde uzlaşabilmelerini adeta bir mucize olarak nitelendirmekte. Aslında, Anayasa Kongresine giden süreçte bir sonuç alınabileceğinden şüpheli olan Washington da, Philadelphia Kongresi’nden sonra Lafayette’e yazdığı mektupta, ulaşılan neticeyi bir ‘mucize‘ olarak nitelendirmişti. Bowen kitabında, ‘’Mucizeler durup dururken olmaz. Her mucizenin uzun acılar içinde yapılmış duaları vardır.‘’ diye aktaracaktı. Bu Amerika’nın diğer bütün ülkelerden özel olduğu düşüncesinin ortaya çıkardığı yanlış bir bakış.

Oysa Philadelphia Anayasa Kongresinin Pennsylvania devleti delegasyonundan Gouverneur Morris, daha Anayasa kabul edildikten hemen sonra, ‘’Bazıları buna gökten inmiş muamelesi yapıyor. Oysa ki bu metin 55 sade adamın gayretlerinin ve samimiyetlerinin ürünüdür’’ diye konuşacaktı. Açıkçası bu çok daha ayağı yere basan bir bakış açısı.

ABD’nin kurucu babaları aynı kafa yapısına sahip insanlar değildi. Farklı sosyal, etnik, dini, sınıfsal arka planlara sahiptiler. Dahası bir kısmı birbirleriyle ciddi hasımdı. Örneğin, John Adams ve Alexander Hamilton, her ikisi de federalist olmasına rağmen birbirlerinden ölesiye nefret ediyorlardı. Benjamin Franklin, kölelik karşıtı söylemleri nedeniyle birçok kurucu babanın antipatisini kazanmıştı. Thomas Jefferson, görüş ayrılıkları nedeniyle George Washington ile tüm iletişimini ölünceye kadar, Adams ile 15 yıl boyunca kesecekti. James Madison ve Hamilton devletin şekli konusunda ciddi görüş ayrılıklarına düşmüştü.

Fakat hepsinin çok önemli bir ortak noktaları vardı: samimiyet. Toplumsal bir uzlaşma aramakta, ‘herkesin’ devletini inşa etmede samimiydiler. Bir uzlaşmayı, laf olsun diye değil, gerçekten istiyorlardı. Kendileri de dahil kimsenin babasının malı gibi olmayacak, denetime ve denetlemeye açık, istismara mümkün olduğunca kapalı bir devlet istemekte hepsi samimiydiler. Hiçbiri, anayasayı yaparken, iktidar ve gücü kendisinin veya grubunun eline geçirmek gibi kurnazlıklar peşinde olmadı. İşte bu samimiyetin sonucunda ortaya çıkan Amerikan Anayasasının başlangıç bölümü de şu muhteşem cümle oldu:

‘’Biz Birleşik Devletler Halkı olarak, kendimiz ve gelecek kuşaklar için daha mükemmel bir birlik oluşturmak, adaleti sağlamak, vatanımızda huzuru korumak, halkımızı savunmak, toplum refahını artırmak ve özgürlük nimetini güvence altına almak için, bu anayasayı tesis ediyor ve kabul ediyoruz’’

Tarihçi Richard Beeman, bu anayasanın yapılış hikayesini anlattığı ‘’The Plain Honest Men’’ adlı nefis kitabında, 1787 yazının Philadelphia’sına götürüyor bizi. Sadece Pennsylvania eyalet kongresinin salonundaki hararetli tartışmalara değil… 25 Mayıs’tan 17 Eylül gününe kadar 3 ay 23 gün boyunca akşamları gitikleri restoranlara, tavernalarda dönen kulislere, evlerdeki toplantılara, ağrıyan dişlere, yaşaran gözlere, öksürük nöbetlerine…

Bununla şu çok önemli noktayı göstermeye çalışıyor Beeman;

‘’Bu adamlar, yani Kurucu Babalarımız, elbetteki iyi yetişmiş insanlardı ama bazılarının da görmek istediği gibi yarı tanrı filan da değillerdi. Fanilerden oluşan bir heyetti bu. Amerikan Anayasasını bizim gibi faniler yaptı…’’

Herkesin haklarını ve özgürlüklerini, herkesin huzurunu, güvenliğini garanti altına alan gerçek bir anayasa için, yarı tanrı gibi davranan devlet liderlerinin varlığına, olağanüstü güçleri olan süper kahramanlara değil, samimiyete ihtiyaç vardır. Kimsenin bu anayasayı, kendi kişisel politik kariyerinin veya kabilesinin veya partisinin iktidarını tahkim etmek için bir truva atı olarak kullanmak gibi ucuz, pespaye kurnazlıklar peşinde olmadığı bir samimiyete… Gerisi birkaç aylık işti…

CEMAL TUNÇDEMİR‘i Twitter’dan takip edebilirsiniz.

ABD başkanlık makamı nasıl doğdu?