Samuray’ın dönüşü mü?
CEMAL TUNCDEMİR
Follow @amerikabulteni
(4 Şubat 2015)
162 yıl önce, 8 Temmuz 1853 günü Amerikan donanmasından tuğamiral Matthew Perry komutasındaki üç ”kara gemi’’ o günlerde adı Edo olan Tokyo limanına izinsiz girdiğinde, kimse, bu iki devletin bir sonraki yüzyılın iki büyük ekonomik gücü olacağını tahmin dahi edemezdi. Amerikan başkanının mektubunu taşıyan donanma gemileri, limanda bir kaç top atışıyla güç gösterisi yaparak, Japonya’ya, ülkesini dünyadan izole eden ticaret yasağını kaldırması ültimatomu verdiler.
Amerikalıların gelmesinden önceki 250 yıl boyunca Japonya, Kyoto’daki sembolik impratora rağmen Edo’yu mesken tutan Tokugawa Şogunlarının ve samurayların feodal hükümranlığı altındaydı. Tokugawa Şogunlarının fiili yönetimine geçtiği 1633’ten beri dış politikasında ‘sakoku’ denen bir izolasyon politikası sürdürüyordu. Buna göre Japonya’ya yabancıların girmesi de, Japonların ada dışına çıkması da ölüm cezası ile cezalandırılan bir suçtu. Avrupalılarla, Çinlilerle ve Korelilerle ticaret, belirlenen birkaç limanda çok sıkı kural ve denetimlerle yapılabiliyordu. Japon limanlarına gelen yabancı gemilere ‘kara gemiler‘ deniyordu. Ancak Perry’den sonra bu tabir, Japonya’yı tehdit eden Batı teknolojisinin sembolü olacaktı. Amerikalıların 1853’teki zorlamasından sonra sınırlarını açan Japonya sonraki 150 yılda insanlık tarihinin en büyük ekonomik başarılarından birine sahne oldu. Son 25 yıllık ekonomik durgunluğuna rağmen bugün halen dünyanın üçüncü büyük ekonomisine sahip ve dünyanın en büyük kreditörü konumunda.
Japonya’nın ekonomik ve teknolojik başarısının ikinci dünya savaşından sonra başladığı şeklinde yaygın ve yanlış bir kanı var. Bugün Japonya deyince aklımıza gelen birçok firma, ikinci dünya savaşından çok önce kurulmuştur. İkinci Dünya Savaşına giderken Asya’nın en gelişmiş ve askeri olarak en güçlü ülkesiydi. Birinci Dünya Savaşı’nda galiplerin safında yer aldığı için savaştan sonra kurulan Milletler Cemiyeti’nin 5 büyüğünden biri olarak etkinliği daha da arttı. 1935 yılında nüfusu 70 milyonu geçmişti. Ama İkinci Dünya Savaşı’ndaki hatalar ülkeye pahalıya mal oldu. İki şehri atom bombasıyla, diğer şehirleri ve endüstriyel altyapısı hava bombardmanlarıyla enkaza döndü. Teslim olan Japonya, 1947 yılında liberal pasifist anayasasını kabul ederek yeni bir sayfa açtı. Amerikan işgali 1952 yılında sona erdi. Bundan dört yı sonra da BM’ye üye oldu.
Ve ondan sonra yeni bir mucizeye daha imza attı Japonlar. Görülmemiş bir hızda toparlanıp büyük bir ekonomik atılım yapan ülke, dünyanın ikinci büyük ekonomisi oldu. Ekonomik büyümesi öyle bir ivme yakaladı ki 1980’lerde, 21’nci yüzyılın Japon yüzyılı olacağı konuşulur olmaya başladı. Ancak 1986’dan itibaren hızla şişen ekonomik balon 1990’lara girilirken patlamaya başladı. Kriz bütün 1990’larda sürdüğü için ‘kayıp 10 yıl’ diye anılıyor ama 2000’li yıllarda da devam etti. 2010 yılında Çin, Japonya’yı geçerek dünyanın ikinci büyük ekonomisi oldu. Bununla beraber Japonya hala dünya ekonomisinin en önemli dört ülkesinden biri olmaya devam ediyor.
Çin’in, ekonomik büyümesine paralel olarak, Pasifik’te ve Güneydoğu Asya’da askeri ve politik etkinliğini de artırma çabaları, 1947’den beri pasifist bir devlet felsefesine sahip olan ve savunma gücü dışında ordu oluşturmayan Japonya’nın dış politikasında son dönemde çok kritik değişimlere zemin hazırlıyor. 2012’den beri Japonya’yı yöneten ve geçtiğimiz Aralık ayındaki seçimde üçte iki çoğunlukla yeniden başbakan seçilen Şinzo Abe’nin anayasanın dünyaca ünlü bir anayasa maddesini yeniden gündeme getirmesi de bu çerçevede bir gelişme.
Japon Anayasası’nın ünlü 9’ncu maddesi şöyle:
“Adalet ve düzene dayalı bir uluslararası barışı samimiyetle arzulayan Japon halkı, savaşı, milli egemenlik hakkı olarak; tehdit ve güç kullanımını da uluslararası çatışmaların çözüm aracı olarak görmekten sonsuza kadar feragat etmektedir.
Bir önceki paragrafta belirtilen amaca ulaşmak için kara, deniz, hava kuvvetleri veya diğer potansiyel savaş kaynaklarını asla muhafaza etmeyecektir. Devlete hiçbir zaman savaş ilan etme hakkı tanınmayacaktır.”
Bu anayasa maddesinden dolayı Japonya’nın bir ordusu yoktur. Savunma amaçlı Öz Savunma Gücü denilen, görev yetkileri oldukça sınırlandırılmış, sınırlar dışında asla silah kullanamayacak bir askeri gücü var. Günümüzde, Japonya’nın en sıcak iç politika tartışması bu maddenin kaldırılması veya yeniden yorumlanması ekseninde yaşanmakta. Pasifistler, Japonya’nın 9’ncu maddeye sadakatle bağlı olması gerektiğini söylüyor ve öz savunma gücünü bile anayasaya aykırı kabul ediyorlar. Japonya’nın her türlü uluslararası savaşın dışında kalması gerektiğini savunuyorlar. Bazı güçlü ekonomi çevreleri, öz savunma gücünün, dışarıda sadece BM kararları kapsamında ve çatışma dışı alanlarda görev yapması gerektiğine inanıyorlar. Bununla beraber savunma harcamalarının minumum düzeyde olması gerektiğini ve ekonomik büyümeye odaklanılması gerektiğini savunuyorlar. Daha milliyetçi çevreler ise, 9’ncu maddenin revize edilmesi ve Japonya’nın derhal silahlanması, hatta nükleer silah geliştirerek küresel bağımsızlığını pekiştirmesi gerektiğine inanıyorlar. Konjonktür milliyetçi yaklaşımın işini kolaylaştırıyor. Gerek Çin ile yaşanan Senkaku adası krizi gerekse de Güneydoğu Asya’da Çin ve ABD arasında tırmanan gerginlik, Japonya’da güçlü askeri varlık ve ülke dışında askeri varlık eğilimini güçlendiriyor.
Tartışmalar sürerken Japonya hükümeti 2014 yılı yazında, 9’ncu maddenin yeniden yorumlanmasına karar verdi. Japon Meclisinin ilkbaharda, bakanlar kurulu kararını görüşmesi, bu konuda oldukça kritik bir dönemeç olacak. Bununla beraber Şinzo Abe, iki yıldır, Güney Amerika’dan Afrika’ya, Asya’dan Avrupa’ya onlarca ülkeyi ziyaret ederek mevkidaşları ile önemli görüşmeler yaptı. Seleflerinden hiçbir bu kadar aktif bir dış politika yürütmemişti. Abe’nin son durağı ise geçtiğimiz ayda Ortadoğu ülkeleriydi. 16-21 Ocak tarihleri arasında, Mısır, İsrail, Filistin ve Ürdün’ü ziyaret ederek çok önemli anlaşmalara imza attı.
IŞİD’in Japon gazeteci Kenji Goto’yu katletmesinden sonra Japonya Başbakanı Şinzo Abe’nin sıradışı açıklamasının dünyada büyük yankı yapmasının nedeni işte bütün bu arka planda yatıyor. Şaşırtan açıklamasında Şinzo Abe, ”intikam” sözü vererek, ”katillere bunun bedelinin ödetileceğini” ilan etti. Bu sözler, İkinci Dünya Savaşı sonrası Japonya’sı için bir ilk. Kimse, yakın zaman öncesine kadar, bir Japon başbakandan böyle bir söz duyabileceğini düşünemezdi. New York Times’ın Tokyo temsilcisi Martin Fackler, NYT’da yayınlanan önemli analizinde, 12 günlük rehine krizinin Japonya’nın pasifist dış politikasında bir dönüm noktası olabileceğini yazdı. Abe’ye danışmanlık da yapan eski diplomat Kunihiko Miyake, Fackler’a verdiği demeçte, iki Japon vatandaşın öldürülmesini, ‘’Japonya’nın 11 Eylül’ü’’ olarak nitelendiriyor ve ekliyor:
‘’Japonların, iyi niyetlerinin ve asil davranışlarının, onları dış dünyanın tehditlerden koruyacağı rüyası görmekten vazgeçmelerinin zamanıdır.’’
Şimdi herkes, Şinzo Abe’nin bu sert sözlerinin içini hangi araçlarla dolduracağını ve Japonya’nın hem coğrafyasında hem de küresel olaylarda daha aktif rol oynama kapasitesini merak ediyor.
Amerikalı General Douglas MacArthur, 1945 yılında Japonya’nın teslim mektubunu güvertesinde kabul ettiği Missouri zırhlısının gönderine, 1853 yılında Tokyo limanına girerek Japonya’ya limanlarını uluslararası ticarete açmaya mecbur eden tuğamiral Perry’nin gemisinin sancağını çektirmişti. MacArthur böylece, Japonya’ya sadece, kanlı bir savaşı kazanıp Pearl Harbor baskının intikamını almadıklarını aynı zamanda 100 yıllık tartışmayı kazandıkları mesajını da vermiş oluyordu. Uluslararası politikada basit sembollerin, küçük sözlerin anlamı bazen boyundan çok büyük olabiliyor.
Başbakan Şinzo Abe’nin, küresel terörizme yönelik sözlerinin sembolizmi, iç ve dış politikaya dönük art arda gerçekleşen hamle ve açılımları, bugüne kadar sadece finans ve teknoloji haberlerine konu olan Japonya’yı artık diplomatik ve politik haberlerde de sıkça duyacağımız bir döneme girdiğimizin habercisi gibi…