Skip to content
Menu

Amerikan laikliği ve Trump

Donald Trump, seçim mitinglerine sık sık elinde İncil ile çıkarak, Amerikan politikasında pek sık karşılaşılmayan ve Amerikan laik sistemi açısından tartışmalı bir görüntüye neden oldu.

CEMAL TUNÇDEMİR
3 Eylül 2017

Papa Francis, ABD’de Cumhuriyetçi Partide adaylık mücadelesinin kızıştığı 2016 yılı Şubat ayında, Meksika seyahatinden dönerken uçakta bir gazetecinin, Trump’ın Meksika sınırına duvar inşa etme vaadi hakkındaki sorusuna, ‘’Nerede olursa olsun, sadece duvar inşa etmeyi düşünen, köprüler inşa etmeyi düşünmeyen kişi Hristiyan değildir. İncil’in öğretisi bu değil’’ yanıtı verecekti. Bu yanıt, ABD’nin o günlerdeki başkanlık seçim gündemini bir anda değiştirecekti.

Hiçbir eleştiriye tahammülü olmadığı bilinen Donald Trump’ın Papa’ya yanıtı gecikmeyecekti: ‘’Hiçbir lider, özellikle de bir dini lider, bir başka insanın dini inancını sorgulama hakkına sahip değil.’’

Söyleyenden bağımsız bakıldığında oldukça doğru bir cümleydi. Ama tipik Trump ikiyüzlülüğünü de yansıtıyordu. Nitekim, sosyal medya bir kaç dakika içinde, Trump’ın yıllardır sevmediği bir çok politikacının dini inancını sorguladığı eski ‘Tweet’leriyle dolacaktı. Örneğin, sadece birkaç gün önce, o günlerdeki rakibi Ted Cruz hakkında, ‘’Bu kadar yalan konuşurken ve bu kadar dürüstlükten uzakken Ted Cruz nasıl Evanjelik Hristiyan olarak görülebilir ki’’ şeklinde bir Tweet atmıştı.

Trump ve Papa arasındaki polemik bununla kalsa, bir politik seçim kampanyası magazin detayı olarak tarihe mal olacaktı. Ancak Trump’ın Papa’ya yanıtında, ilk cümledeki iki yüzlülüğüne odaklanan sosyal medyada hiç dikkat çekmeyen sonraki cümlesi, Amerikan sisteminin temeli açısından son derece alarm vericiydi:

‘’Hristiyan olmakla gurur duyuyorum. Başkan olduğumda Hristiyanlığın böyle sürekli saldırı altında olması ve zayıflatılmasına izin vermeyeceğim’’.

Trump ile Papa arasındaki polemik, dönemin ABD Başkan Yardımcısı Joe Biden’a, ‘’Birisi duvar inşa ediyorum dediğinde, sen Hristiyan değilsin denilmesi sizce adil mi?’’ şeklinde sorulduğunda, Joe Biden, 200 yıllık Amerikan laikliğinin bir devlet adamından beklediği şekilde cevap verecekti:

‘’Ben ilahiyatçı, rahip veya din adamı değilim. Ben sadece bu duvarın, ABD’yi ABD yapan temel değerlere karşı olduğunu düşünürüm. Dine uygun olup olmadığını düşünmek benim görevim değil’’.

Joe Biden yanıtı aslında neye vurgu yapıyordu ve Trump’ın sözleri neden son derece alarm vericiydi?

Orta Çağ, Hristiyanlık adına arkasına kılıcı, kraliyet ordularını, şövalyeleri, hapishaneleri, engizisyon mahkemelerini almış yolsuz bir dinci örgütlenmenin sosyal ve ekonomik yaşama hükmettiği çağdır. Descartes, Hume, Locke, Voltaire, Rousseau, Diderot gibi Fransız ve İskoç aydınların başlattığı ‘Aydınlanma’, insana bu örgütlenmenin aşıladığı korkularını aşıp kendi aklına da güvenmeyi öğreterek insanlığı yeni bir düzeye taşıdı. Genel olarak dini inanca veya İsa’ya karşı değil, insan zihni ve varlığının din adına, İsa adına kurumsal köleleştirilmesine karşı bir duruştu bu. Aydınlanma düşüncesinin, genel din öğretisi ile bir çelişkisi yoktu. İnançlı bir mümin de pekala kamusal yaşama ‘aydınlama’ düşüncesinin perspektifinden bakabilirdi. Aydınlanma ‘vatandaş‘ı doğuran temel faktör oldu.

ABD’nin kurucu babaları da bu çizgideydi. ABD sisteminin temelini oluştururken ‘’bütün insanlar eşit yaratılmıştır’’ diye deklare ettiklerinde, bütün inançlara ve bütün inançların mensuplarına eşit saygı ima eden bu felsefi inanca sadık kalmak için ekstra bir çaba harcamak zorunda kalacaklarının da farkındaydılar. Çünkü bütün inançları kamusal alanda eşit görecek politik bir yapı tarihte ilk kez denenecekti. Devrimci mücadelelerinde yaşamlarını riske etmeleri, onları kanun önünde eşitliği o güne kadarki tarih boyunca en benimsemiş politik grup haline getiriyordu.

Devlete, her hangi bir dini inancın lehine veya aleyhine her türlü propagandayı, parasal harcamayı, sembolizmi kullanmayı yasaklaması, Amerikan Anayasasını, Aydınlanma Düşüncesinin en etkili yazılı politik dökümanı haline getirdi.

Ne var ki, Anayasanın oluşmasından yaklaşık 100 yıl önce John Winthrop’un İncil’den esinlenerek Yeni Dünya’yı ‘’Tepedeki Şehir’’ diye nitelemesiyle başlayan bir başka sosyal damar daha vardı. John Winthrop’un liderliğindeki püritenlerin kurduğu Massachusetts Kolonisi, 17’nci yüzyılda son derece teokratik ve baskıcı bir yapıya bürünecekti. Bugün, ‘ABD başlangıçta Hristiyan bir ülke olarak kuruldu’ diye savunan dinci Hristiyanlar, ‘kurucu babalarımız’ derken, ABD’yi kuranları değil, teokratik koloniler kuran püritenleri kast ediyorlar.

İşte bu iki damar, ABD’nin, dünyanın bir çok ülkesinden aynı anda hem daha dindar hem de daha seküler olmasına neden olan kendine özgü kültürünün de iki kaynağı.

Dinci püriten bakış 18’nci yüzyılda eridi ama 19’ncu yüzyıl başlarında ‘İkinci Büyük Uyanış’ diye anılan sosyal dalga ile Evanjelik Hristiyanlık olarak yeniden sahneye çıktı. 20’nci yüzyılın ikinci yarısında ise bazı aşırı Katolik ve diğer Protestan çevreler de onlara katıldı. Bu tutucu koalisyon son çeyrek yüzyılda tarihinin en etkin konumuna geldi.

Bu sosyal damara rağmen, anayasal denge ve denetleme sistemi, Amerikan devlet yapısının ‘laik’ özelliğini, 200 yılı aşkın süre korumasını sağladı.

Amerikan laikliğinin ve sisteminin kurucularından Thomas Jefferson, her hangi düşünce veya inancın kamusal yaşamda devlet gücüyle tekel kurma hevesinin neden olacaklarını daha 1782’de ‘Virginia Notları’nda şu şekilde paylaşıyor:

‘’Sadece haksız bir görüşün, ayakta kalabilmek için, devlet iktidarı ile desteklenmeye ihtiyacı olur. Hakikat, kendi başına da ayakta kalabilir
(…)
Bir görüşün devlet gücüyle, zorla dayatılmasını kabullenmek şu anlama gelir: Kimin senin engizisyonun olmasına karar vereceksin.
(…)
Peki neden baskı? Düşüncede ve inançta birliği sağlamak için. Fakat, düşünce ve inançta birlik, ne kadar yararlı bir amaç? İnançta yorum farklılığı bir dinin en önemli avantajıdır.

Hem bir dinin birliği gerçekleşebilir bir amaç mı? Hristiyanlığın doğuşundan beri milyonlarca masum adam, kadın ve çocuk yakıldı, işkence gördü, cezalandırıldı, hapsedildi. Buna rağmen, Hristiyan dünyasında inanç birliğine bir santim bile yaklaşamadık. Peki bütün bu baskı ile neye ulaşıldı? Yarısını ahmak fanatiklerin diğer yarısını iki yüzlülerin oluşturduğu bir dünyaya…”

Bir düşünceyi, bir politikayı veya bir inancı ‘milli’ kılıfına sokup mistize edip devlet gücüyle herkesi bunu kabullenmeye zorlamanın, bir ulus ve bir ülke için korkunç ve yıkıcı etkisinin erken farkındalığı, Amerikan politik karakterinin takdire değer özelliklerinden biri oldu.

Bu farkındalığın en parlak örneklerinden biri, hem de ABD’nin İkinci Dünya Savaşı nedeniyle son derece hamasi bir iklimin etkisinde olduğu 1943 yılında, ABD Yüksek Mahkemesinin, devlet okullarındaki öğrencilerin Amerikan bayrağına selam durmaya veya öğrenci andını okumaya zorlanamayacağına hükmettiği davadır. Yüksek Mahkeme adına yargıç Robert Jackson’ın kaleme aldığı ve, ifade ve inanç özgürlüğü ile diğer anayasal hakların, ”devletin veya toplumun çoğunluğunun asla müdahale edemeyeceği haklar’’ olarak nitelendirildiği içtihadın gerekçesi, Amerikan yargı tarihinin en imrenilesi cümlelerinden birini de içeriyor:

‘’Düşüncede birlik sağlama, sadece mezarlıkta mümkün olabilir. Amerikan devlet konseptinde veya otorite kaynağının doğasında hiçbir mistizm yoktur. Biz hükümeti, yönetilenlerin onayı ile oluştururuz. Ve Anayasa, iktidardakilerin her hangi bir yasal fırsatı, bu onayı baskı altına almak için kullanmalarına yasak getirir. Anayasa evrenimizde yeri asla değişmeyecek bir tek yıldız varsa o da, alt düzey veya üst düzey farketmez hiçbir devlet yetkilisi, politik ve milli meselelerde, dini konularda veya diğer görüş ve inanç konularında neyin doğru neyin yanlış olduğunu buyuramaz, ve böylece vatandaşları, sözle, davranışla bunu kabullenmeye veya bu inancı paylaşmaya zorlayamaz.’’

Bu müthiş içtihat, Amerikan sisteminin, kilise ile devlet arasına ördüğü ”duvar”ın bir sonucuydu. Thomas Jefferson, ABD’ye başkan seçilince, Connecticut’taki ana akım Protestan yapının dışında hareket ettikleri için soruşturma geçirdiklerinden yakınan Danbury Baptistlerine 1802 yılında gönderdiği destek mektubunda şöyle yazacaktı:

‘’Dinin, yalnızca insan ile tanrı arasında bir mesele olduğu konusunda sizinle hemfikirim. Bundan dolayı da bir insan dini inancı veya ibadetleri hakkında başka kimseye hesap vermek zorunda değil. Devletin meşru güçleri, bir görüş, düşünce veya inancın benimsenmesi hakkında işlem yapamaz, sadece bir fiil hakkında işlem yapabilir. Amerikan halkının büyük saygı duyduğum, ‘yasa yapıcılar, bir dini inanca destek veya bir inancın yaşanmasını yasaklayan yasa yapamazlar’ deklarasyonu, kilise ile devleti ayıran duvardır.’’

Amerikan laikliğinin temel ifadesi olan ‘kilise-devlet ayrılığı’ ve ‘ayrılık duvarı (separation wall)’ metaforları işte bu mektup ile Amerikan literatürüne girdiler. Jefferson, Baptistlere mektubunda ‘duvar’ sözcüğünü tesadüfen seçmemişti. ABD’deki ilk Baptist kilisesini kuran Roger Williams’ın 1644 yılında yazdığı ‘’kilisenin temiz bahçesi ile dünyanın yaban yaşamı arasındaki duvar’’ ifadesine de atıfta bulunuyordu.

Massachusetts kolonisinin kuruluşunda rol alan Püriten liderlerden biri olan Roger Williams, yeni kurulan koloninin, kaçtıkları eski kıtadaki gibi tek tipçi bir teokrasiye dönüştüğünü görünce itiraz edecekti. ‘Vicdan özgürlüğü (liberty of conscience)’ kavramını savunan vaiz Roger Williams’a göre herkes aynı şekilde inanıp aynı şekilde ibadet etmek zorunda değildi. Herkesin kendi inancını kendince yaşama hakkı vardı. Williams’a göre kilise ile devlet birbirinden ayrı tutulmazsa, bu durum, devletten önce kiliseyi yozlaştırırdı.

Williams’ın karşısında yer alan dinci püritenlere göre ise, kendilerinkinden başka bir inanca hoşgörü, büyük günahtı. Çünkü, ‘’tanrının adamları olarak ‘’doğrunun’’ savunucusuydular, ‘’hakların’’ değil’’. Williams özgürlükçü yakalaşımı nedeniyle koloniden dışlanınca, bugünkü Rhode Island’a yerleşerek, ABD’nin ilk Baptist kilisesinin yanı sıra inanç özgürlüğü ve kilise-devlet ayrılığını savunan ‘Providence’ kolonisini de kuracaktı.

Jefferson’un laiklik için kullandığı ‘duvar’ metaforu, ABD Yüksek Mahkemesinin, çok eşle evlilik yapan bir Mormon hakkındaki mahkumiyet kararını onayladığı 1878 tarihli bir davada (Reynolds v. United States) gerekçe olarak kullanılınca legal literatüre de girecekti. Çok evlilik yaptığı için yargılanan Mormon kilisesi üyesi George Reynolds, inancı gereği çok evlilik yapması gerektiğini, ABD Anayasasının birinci ek maddesine göre devletin onun inancının gereği gibi yaşamasını engelleyemeyeceğini savunuyordu. Mormon liderin, bu güçlü savunmasına karşı Yüksek Mahkeme, ABD’nin dini özgürlük tarihini araştırmaya başladı. Jefferson’ın ‘kilise – devlet ayrılığı duvarı’ metaforu tam da aradıkları şeydi. Jefferson’ın Baptistlere gönderdiği destek mektubundaki ifadelerine atıfla, Yüksek Mahkeme, çok eşliliğin, kişisel bir inanç, bir görüş, bir düşünce ifadesi olmadığını, bir başka kişinin yaşamını etkileyen bir ‘’fiil’’ olduğuna hükmedecekti. Yani devlet, bir düşünce veya inancın lehinde/aleyhinde düzenleme yapamazdı ama bir fiil hakkında düzenleme yapabilirdi.  Mahkemenin gerekçesinde, eğer sadece dini görüş olarak kabul edilip çok eşliliğe izin verilirse, dini inancı gereği bir başkasını kurban etmek isteyen kişiye de izin verilmesi gerekeceğine dikkat çekilecekti.

Thomas Jefferson, kendinden önceki iki başkan Washington ve John Adams ile kendinden sonraki bütün başkanlardan farklı olarak Şükran Gününde dua içeren resmi açıklama yayınlamayı, tek bir dinin yorumuna göre hazırlandığı ve laikliğe aykırı olduğu gerekçesiyle reddedecekti. Ateist olduğu için değildi bu direnişinin nedeni. Veya din konusunda bilgisiz de değildi. Kendinden önceki ve sonraki birçok başkandan daha fazla din konusuna kafa yormuş ve okumuştu. 18’nci yüzyıl dünyasına ait kütüphanesinde Kur’an dahil birçok inancın kitabının bulunması ve dini inançlar konusundaki yazıları da konu hakkındaki entelektüel derinliğinin göstergesiydi. Dindar bir yaşama sahip olmadığı aşikar olmasına rağmen James Madison ile beraber Washington DC’de kilise ibadetlerine katıldıkları da biliniyor. Fakat ABD başkanı seçildiğinde kendisini Amerikan halkının başkanı olarak görüyordu; halkın papası, papazı, vaizi, rahibi, pederi olarak değil… Bir başkanın, diğer insanlara din hakkında konuşma yetkisine sahip olmadığının farkındaydı.

Günümüzde bile bazı fundementalist Hristiyanlar, Jeffersonian bakışı, ‘’devletin, Hristiyanlığı reddi’’ olarak yorumlamaya devam ediyor. Fakat, Amerikan geleneği 200 yılı aşkın süre büyük ölçüde Jeffersonian görüşte mutabık kaldı. Nitekim Püritenlerin egemenliğinden zaman içinde sıyrılan Massachusetts kolonisi bile, 1780 yılında yürürlüğe giren ‘’Commonwealth of Massachusetts’’ Anayasası ile, ‘bütün insanların eşit yaratıldığı ve hiçbir otoritece dokunulamaz haklara sahip olduklarını’ kabul etmişti. Massachusetts Anayasasından yaklaşık 10 yıl sonra kabul edilen Amerikan Anayasasında ‘din’ kelimesi sadece bir kez geçiyor:

‘’Amerika Birleşik Devletlerinde her hangi bir kamusal makama gelmek için her hangi bir dini inancın mensubu olmak veya olmamak şart olarak görülemez’’.

Bundan iki yıl sonra yürürlüğe girecek Birinci Ek Madde (First Amendment), ‘’Kongre her hangi bir dini inancın lehinde veya aleyhinde yasal düzenleme yapamaz’’ hükmünü içeriyordu.

Berberi Savaşları sırasında, Trablusgarb Dayısı Karamanlı Yusuf Paşa ile dönemin ABD Başkanı John Adams’ın temsilcisi Joel Barlow arasında 4 Kasım 1796 günü imzalanan ve 7 ay sonra Amerikan Senatosunca oybirliğiyle onaylananan antlaşmanın 11’nci maddesi de artık ABD’de laikliğin temel belgelerinden biri kabul ediliyor:

‘’Amerika Birleşik Devletleri hiçbir bakımdan, Hıristiyanlık temeli üzerine kurulmadı. Bu noktadan hareketle kendi içinde Müslümanların din, hukuk ve huzuruna hiçbir kastı ve nefreti yoktur. Belirtildiği gibi Birleşik Devletler hiçbir Muhammedi topluma karşı savaş ve düşmanlığa girmiş değil. Bu antlaşmanın tarafları bu iki ülkenin birlikte kurduğu uyumu kesecek dini bir yorum ve bahane ileri sürmeyecekler.’’

Bununla beraber 200 yıllık uygulamada ise daha sonra bazı Evanjelik kiliselerde yeniden vücut bulan ‘tek tipçi’ fundemantalizm de varlığını sürekli hissettirecekti. Öyle ki 20’nci yüzyılın ortalarına kadar bir Katolik’in ABD başkanı olmak istemesi bile büyük bir cüret ve cesaret işiydi. John F. Kennedy, 1960 yılında güneyli Hristiyanlara hitap ederken, ‘’kilise – devlet ayrılığının mutlak olduğu bir Amerika’ya inanıyorum’’ diye deklare edecekti. Bu konuşmasından iki ay sonra ABD’nin ilk Katolik başkanı olacak Kennedy, Katolikliğini hiçbir zaman reddetmedi, yok saymadı. Ancak, sırf Katolik diye her hangi bir Katolik kilisenin, ona oy verilmesini istemesini de, her hangi bir Protestan kilisenin, sırf katolik olduğu için ona asla oy verilmemesi çağrısını reddettiği ölçüde reddetti. Kamusal alanda, politik ehliyette dini kimlik, dine bağlılık ve benzeri ölçülerin kullanılmasına açıkça karşı çıktı.

‘’Savaş ve Barış Döneminde İnanç ve Politika’’ kitabının yazarı Elisabeth Sifton, ABD Kurucu Babalarının, ‘bir tarihsel tecrübe olarak dini grupların politik güce eriştiklerinde yolsuzluk eğilimine girmelerinin ve devlet gücünü ülkede kendi düşünce ve inanç çizgilerinde teklik oluşturmak için kullanmalarının kaçınılmaz olduğunu ve bu ikisinin sonucu olarak da kamusal alandaki özgürlükleri yıkmaya girişecekleri’ uyarısının bugünkü politikacılarca ve bazı yüksek yargı üyelerince yeterince paylaşılmadığı endişesini dile getiriyor. Son yıllarda bu endişeyi zirveye çıkaran bir faktör daha var.

Bugün ABD’nin başkanlık koltuğunda, 200 küsur yıl önce daha devlet kurulurken kilise-devlet ayrılığının neden sistemleştirildiğini kavramaktan aciz, kendi kişisel iktidarı için bu duvarı yıkmakta tereddüt etmeyecek bir kifayetsiz muhteris oturuyor.

Trump, başkanlığı kazandıktan hemen sonra konuşma yapacağı kürsüye ‘Merry Christmas (Hayırlı Noeller)’ yazısı yazdıracaktı. ‘Merry Christmas’ bir dini inancı yansıttığı için Amerikan başkanlarının, kamu okulları öğretmenlerinin ve diğer devlet memurlarının, devlet herkesin devleti olduğu için, resmi ünvanları ile kullanmadığı bir kutlama ifadesi. Başkanlar bugüne kadar sadece özel mekanlarındaki özel açıklamalarında ‘Merry Christmas’ demeye dikkat ettiler.

Yine, Trump, ‘Ulusal Pazar Duası’ adlı sosyal etkinlikte yaptığı konuşmada, kilise kürsülerinde bir politik adayın desteklenmesini yasaklayan ‘Johnson Amendment adlı yasayı değiştireceğini vaat etti.

Yine Trump, South Carolina eyaletindeki konuşmasında, ‘’Hristiyanlık lime lime ediliyor, lime lime… Hristiyan değerlerin koruyucusu olacağım’’ şeklinde konuştu.

Liberty Üniversitesi konuşmasında da, ‘’Hristiyanlığın koruyucusu olacağın’’ vaadinde bulundu.

Trump, 2016 Iowa adaylık konuşmasında, ‘’Ben gerçek bir müminim. Hristiyanlık büyük bir kuşatma altında. Başkan seçilirsem Hristiyanlık yeniden güç sahibi olacak’’ şeklinde konuşmuştu. Aynı konuşmasında, ‘’Birlik olursak çok gücümüz var. Ama Hristiyanlar bu güçlerini kullanmıyor’’ diye de yakınacaktı.

Amerikan kurucu değerlerine taban taban zıt bu söylemleri diğer mitinglerinde de defalarca kullanan Trump, ABD seçim kampanyalarında görülmemiş şekilde, mitinglerde eline İncil alarak çıktı. Başkan seçildikten sonra da yönetimini, ‘kilise – devlet ayrılığı’ ilkesiyle sorunlu isimlerle doldurdu. Adalet Bakanı Jeff Sessions, kilise-devlet ayrılığının, tarihsel bir ilke olmadığını ve Amerikan Anayasasında geçmediğini iddia ediyor.  Eğitim Bakanı Betsy DeVos, her inançtan vergi mükellefinin parası ile oluşan kamu bütçesinden özel dini okullara da yardım yapmanın zeminini oluşturma peşinde. Kamu görevinin biricik amacının ‘tanrının krallığını yüceltmek‘ olduğunu söylüyor. Rick Perry’den Ben Carson’a kadar, tek kerametleri kamusal alanda bolca dinci veya hamasi mesajlar vermekten ibaret kifayetsiz isimler bakanlık koltuklarına oturtuldu. CIA’nin başında sıkı bir Evanjelik olan Mike Pompeo var. Trump’ın manevi konulardaki danışmanı Paula White ise, insanlara televizyon kanalından, ‘’eğer kendi kilisesine binlerce dolar para bağışlarlarsa tanrının onlara özel yardımlarda bulunacağını’’ anlatan bir televanjelist. Trump’ın ‘’dindar’’ kabinesinin bir başka özelliği ise Amerikan tarihinin en zengin kabinesi olması. İsa’nın gerçek öğretilerinin çoğunu, ‘sosyalist’ veya ‘gayri-Amerikan’ diye yaftalayan zihniyette bir heyet bu.

Deist, ateist, agnostik veya dindar Amerikan başkanlarının çok büyük kısmı ‘kilise-devlet ayrılığı’ ilkesine de aradaki duvara da büyük ölçüde sadık kaldılar. En azından bu duvarı tartışma konusu yapmadılar. Bazısının önceliği özgürlüğü, bazısının önceliği yurttaş eşitliğini korumaktı.

Dindar başkanlara göre ise laiklik duvarı, ‘dinin saygınlığını’ da korumanın tek yoluydu. Din ve devlet arasında duvar olmadığında, devlet iktidarının dine, dinin devlet iktidarına karıştığından daha çok karışacağına inanıyorlardı…

Örneğin, 1832 yılında kolera salgınının ABD’yi kasıp kavurduğu ve tıbbi olanakların yetersiz kaldığı günlerde bazı Kongre üyeleri artık sadece tanrının yardımının ülkeyi kurtaracağını ifade ederek, devletin resmi bir dua günü ilan etmesi için Kongre’ye karar tasarısı verdiler. Bugün fotoğrafı 20 dolarlık banknotların üzerine basılan dönemin ABD Başkanı Andrew Jackson bundan rahatsız olacak ve Kongre böyle bir karar geçirirse asla imzalamayacağını duyuracaktı. Andrew Jackson, sonradan, dini bir gruba gönderdiği mektupta şöyle savunacaktı bu sert tavrını:

‘’Anayasanın başkana çizdiği sınırın ötesine geçerek dini bir konuda talimat vermiş olacaktım. Bu ülkede dini yaşamın, devletin her türlü müdahalesinden özgür yaşaması lüksünü böylesi bir müdahale ile bozmayı kabullenemezdim’’.

Yine örneğin, 1979 yılında da kamu okullarında dua tartışması alevlendiğinde, bütün ülkenin gözü bir anda Güneyli dindar bir Evanjelik olan başkan Jimmy Carter’ın ne söyleyeceğine çevrilecekti. Carter, hiç tereddüt etmeden, ‘’Bence devlet bu dua işlerine hiç karışmamalı’’ diyerek ekleyecekti:

‘’Hiç bir çocuğa, devlet emriyle dua etmek zorunda olduğu düşüncesi aşılamak istemem’’.
Ona göre de laiklik, sadece devleti değil, dini de koruyan bir mekanizmaydı. Din ile devlet arasındaki laiklik duvarını yıkarsan sadece devlet kalmazdı altında. Din ve toplum da kalırdı…

CEMAL TUNÇDEMİR‘i Twitter’dan takip edebilirsiniz