Skip to content
Menu

Bir ‘devlet başkanı’ seçiminden notlar

CEMAL TUNÇDEMİR

(12 Kasım 2020)

1960’lardan 1990’ların başına kadar 30 yıl boyunca ABD Kongresinin abidevi isimlerinden biri olan Arizona milletvekili Mo Udall, en gergin oturumları bile yumuşatan ılımlı ve mizahi üslubuyla herkesin saygı duyduğu bir politikacıydı. Söz hakkı gelen her milletvekilinin aynı konuyu sanki hiç konuşulmamış gibi yeni baştan uzun uzun değerlendirmesiyle iyice sıkıcı bir hal almış bir komite ifade oturumunda (hearing) söz kendisine geldiğine, ‘’Bu konuda söylenebilecek her söz söylendi aslında. Ama açık ki henüz herkes tarafından değil’’ diye bir şakayla başlayacak ve sonra da, saatlerdir mikrofona gelen herkesin konuştuğu şeyleri yeni baştan konuşacaktı.   

2020 başkanlık seçimi ve sonuçlarıyla ilgili de söylenmesi gereken her şey söylendi, yazılması gereken her şey yazıldı aslında. Ama ‘açık ki henüz herkes tarafından değil’. 

İşte seçim günü ve sonrasında dikkatlerden kaçmış olabileceği düşüncesiyle bir kez de ben tekrar edeyim diye düşündüğüm birkaç nüans: 

Normal yaşamı isteyenlerin zaferi

Toptan alev almaya bir paylaşım uzaklıktaki sosyal medyada bir seçim günü fırtınalar esmesi tabii ki şaşırtıcı değildi. İnsanların duyguların etkisi altında kaldığı böylesi zamanlarda, anlama çabasının yerini ezber ve peşin hükümler; gerçeği öğrenme isteğinin yerini sadece kanaatini pekiştiren veya duymak istediklerini öğrenmeye imkan verecek at gözlükleri; demokratik yarış kazanma şerefinin yerini iptidai ‘nasıl ezdik sizi ama’ çirkefliği; makuliyetin yerini ‘batsın bu dünya modu’ kolayca alabilir. 

Ama Floridalı bir gencin bir serzenişi, bütün bu çılgınlıkların arasından sıyrılıp, Amerikan sosyal medyasını fethedebildi. 28 yaşındaki Miami’li Alex Garcia, 3 Kasım Salı sabahı oy kullanmaya giderken sosyal medya evreninin en dikkat çeken seçmen karakterine dönüşeceğinden habersizdi. Oyunu kullandıktan sonra, seçmenlerin nabzını yoklamak için sandık çevresinde olan Miami Herald gazetesi muhabiri Lautaro Grinspan’ın ‘bu seçimden beklentin ne?’ sorusuna verdiği yanıt onu bir anda ülkenin en çok konuştuğu isimlerden birine dönüştürdü. 

‘’Bütün istediğim Instagram hesabımın, yeniden sadece benimle ve ne kadar şık göründüğümle ilgili paylaşımlara ait olması.’’ 

Sabah uyanıp evden çıkarken Trump’a oy vermeyi tasarlayan Garcia, oy kabinine girdiğinde kararını değiştirmiş ve kendi deyişi ile ‘normal yaşama geri dönmek için’ Biden’a oy vermişti. 

Alex’in oyu Florida’yı Biden’ın kazanmasına yetmedi ama, son derece yakın sonuçlu, kutuplaşmış bir seçim atmosferinde, kritik eyaletlerde yaşayan Alex’lerin, yani ‘normal yaşam isteyenlerin’ oyları, Biden’a başkanlığı getirmeye yetti. Örneğin, Minnesota eyaletinin Winona şehrindeki St Mary Üniversitesinin Cumhuriyetçi Partili Öğrenciler Kulübü başkanı Jonathon Krull. O da, ‘’Artık bütün bu saçmalığı geride bırakmanın vakti geldi’’ diyerek Joe Biden için oy isteyecekti. 

Joe Biden mükemmel bir politikacı ve ideal bir aday değil. Ama, Trump’ın taraftarlarına sürekli ülkenin diğer yarısını şeytanlaştırıp, devlet gücüyle ezilmesi gereken böcekler gibi gösterdiği seçim ikliminde normali açık ara fazlasıyla temsil eden aday oydu. Biden, sadece, New York ve California’lıların dört yıldır biriktirdiği öfkenin sesi olmayı reddetti. Los Angeles ve Chicago’da da konuşsa, konuşmalarında, mesajlarında Kansaslılara, Oklahomalılara, Idaho’lulara da hitap ettiğini hiç unutmadı. Wisconsin, Pennsylvania, Georgia, Nevada ve özellikle de Arizona gibi başa baş eyaletlerde, ‘normal yaşam’ talebindeki seçmenin oyları ile seçimi kazanan isim oldu. 

Trump ise, ‘normal insanca bir yaşam’ yerine, günümüzde dünyanın dört bir yanında sıkça tanık olduğumuz ‘ülkeyi yeniden ihtişamlı günlerine döndürecek çok tarihi ve olağanüstü süreç’ vadedenlerin bir versiyonu olarak kaldı. Anayasal düzenlerini, hukuku, kurumsal işleyişlerin saygınlıklarını, ifade ve protesto özgürlüğünü yani ülkeyi bir arada tutabilecek her şeyi, ülkeyi koruma iddiasıyla yok eden bir çizgi bu. Tabii ki doğrudan ‘biz bunlara karşıyız’ demiyorlar, ‘ama içinden geçtiğimiz bu kritik dönemde bunların sırası değil’ iddiasındalar. Bu da toplumlarda sürekli kaos, kriz ve gerginlik anlamına geliyor. Bütün bu sefaleti de ‘yeniden o ihtişamlı günleri yakalama yolunda hamleler’ olarak pazarlıyorlar. 

Fransız filozof ve sosyolog Raymond Aron, Sosyolojik Düşüncenin Evreleri kitabında, ‘’16’ncı yüzyıldan beri dünyada en nadir bulunan şey, normal bir zamanda yaşadığına inanan bir kuşak’’ diye yazıyor. Kritik bir geçiş döneminde yaşadığımız duygusu hepimizde, ama az ama çok, var. Alex gibi, ‘normal bir yaşama sahip olmayı belirsiz yarınlara ertelemeyip hemen bugün kendisi için talep edecek’ insanların bol olduğu bir demokraside kolaylıkla dışlayıcı ve negatif aşırılıklar, kutuplaşmalar oluşmaz.

Günümüz dünyasında krizler, çalkantılar, yoksulluklar, aşırılıklar ve hatta iç savaşlar pençesindeki toplumlarının tamamının ortak özelliği, ‘normal yaşamı’ hakir gören toplumlar olması. Kimliklerini veya liderlerini yaşamın en değerli şeyi, kimliklerini ve liderlerini paylaşmayan komşularını da böcek gibi görüp, ‘içinden geçilmekte olan bu hassas günlerde kendi yaşamları dahil her şeyi bu uğurda feda etmeye hazır’ yığınlar olmaları. 

Trump’ın, seçim sonuçlarıyla ilgili başlattığı negatif kampanyanın etkisinin, umduğundan zayıf kalmasının en büyük nedeni ise, Trump’a oy vermiş Cumhuriyetçilerin ve Kongrelere seçilmiş Cumhuriyetçilerin önemli bir kısmının da Joe Biden’ın başkanlığını, ‘gölgesinde yaşanılamaz bir durum olarak’ görmemeleri. Normale dönüş için bir fırsat görmeleri…   

Demokraside büyük koalisyon her zaman kazanır

Napolyon’a ait olmadığı halde onunla özdeşlemiş bir Fransız atasözü, ‘tanrı bir savaşta her zaman büyük taburdan yanadır’ der. Bu sözdeki büyüklük takıntısını bir yana bırakırsak, ‘işleyen bir demokraside sandık her zaman büyük koalisyondan yanadır’ diyebiliriz. 

Aslında ABD’nin iki büyük partisi de birer koalisyon partisi. İçlerinde birçok farklı sosyal kesimin temsilcilerini barındırabiliyorlardı. Ancak, Cumhuriyetçi Parti, Reagan ve baba Bush’tan beri ABD’deki sosyal ve demografik değişimi yansıtmakta oldukça zorlanıyor. Hala ‘’beyaz-erkek-muhafazakar’’ evreninin dışına çıkamıyor. Trump’ın son seçimde Florida ve Texas’ta kazandığı kısmi Latino oyları veya bazı siyah erkeklerden gelen oylar bu demografik görüntüyü değiştirecek büyüklükte değil.   

Yine Trump’ın yükselişinden beri parti örgütü, bir şemsiye hareket olmaktan hızla uzaklaşıp, bir lider kültüne dönüşmeye de başladı. Partide adaylık yakalamanın tek yolu, lidere körü körüne sadakat, liderin ailesiyle veya liderin kulağına fısıldama gücünde olanlarla iyi ilişkiler kurmaya bağlı hale gelmeye başlamıştı.  

Demokrat Parti ise kendi koalisyon dinamiklerini dağıtmadığı gibi, Trump’ın partiyi bir lider hareketine dönüştürmesinden rahatsız Cumhuriyetçilerin oylarını da kazanabilecek, ülkede yeminli tek bir düşmanı bile olmayan bir başkan adayı ile yarışa katıldı. 

ABD’nin mevcut demografisindeki bu iki zıt parti eğiliminde, Demokratlar, merkez seçmene itici gelmeyecek bir aday göstermedikleri sürece, Cumhuriyetçilerin başkanlık kazanması pek mümkün görünmüyor. Cumhuriyetçi Partinin hızla yeniden kendini yenilemesi, demografik ve sosyal olarak da Amerika’yı temsil edebilir bir şemsiye hareketine yeniden dönüşmesi gerekiyor. Trump’ın yenilmesi bu anlamda, Cumhuriyetçi Partiye çok büyük bir fırsat sunuyor. Trump’ın mevcut ‘hile yapıldı’ gerginliğini tırmandırmada öncelikli amacının da başkanlığı kendi uhdesinde tutmaktan çok, Cumhuriyetçi tabanı 20 Ocak’tan sonra da kendi uhdesinde tutma çabası olarak da okumak mümkün. 

Biden seçildi ama Demokrat Parti kazanamadı  

3 Kasım ABD seçimleri, medyanın yoğun ilgisinden dolayı yaygın bir yanlışla bir ‘başkanlık seçiminden’ ibaret görülüyor. Bu ABD’nin devlet sistemini basitçe ‘başkanlık sistemi’ olarak görme bilgisizliğinden kaynaklanıyor. ABD’nin devlet sistemi, kuvvetler ayrılığına dayalı ‘denge denetleme sistemi’dir. Başkanlık ise sadece yürütme erkinin şeklini ifade ediyor. Dolayısıyla, 438 sandalyeli Temsilciler Meclisinde ve hele hele 100 sandalyeli Senato’da kimin çoğunlukta olacağı da başkanlık kadar önemliydi. 

2020 seçiminde hassaten önemli bir durum daha vardı. Çünkü 2020 ABD’de nüfus sayımı yılı. Her 10 yılda bir yapılan nüfus sayımı, ABD Temsilciler Meclisinde hangi eyaletin sonraki 10 yılda kaç sandalyeye sahip olacağını belirliyor. Ama daha da önemlisi, her eyaletin kongresi, nüfus sayım yılını takip eden yılda, eyaletteki federal ve eyalet kongresi seçim bölgeleri haritalarını yeniden çiziyor. 2011’de Cumhuriyetçi eyalet kongrelerinin Wisconsin, Pennsylvania, Florida, Ohio, Georgia, Arizona gibi birçok kritik eyalette haritaları, ‘gerrymandering’ denen siyasi çalma yöntemiyle çizmesi, 10 yıldır eyalet kongrelerini ve federal temsilciler meclisi seçimlerinde çok büyük avantaj sağlıyor. Bu ‘hileli’ harita çiziminde, eyaletlerde Demokrat seçmenlerin yoğun yaşadığı kongre seçim bölgeleri ikiye üçe bölünüp, Cumhuriyetçi seçmen çoğunluklu bölgelere monte edilerek Demokratlar azınlık hale getiriliyor ve cumhuriyetçilerin kazandığı Kongre sandalyesi sayısı olağandışı şekilde artıyor. 

İşte Demokratlar bu yıl eyalet kongrelerinde bu trendi durdurmayı umarak eyalet kongrelerinin seçimlerine de yüklendi. Ancak tek bir Cumhuriyetçi çoğunluklu eyalet kongresini bile geri kazanamadılar. Örneğin en umutlu oldukları Texas, North Carolina ve Florida da kaybettiler ki toplamda bu üç eyaletin Temsilciler Meclisindeki 82 milletvekilliğinin 2022 seçiminde yine çok büyük çoğunlukla Cumhuriyetçilere gitmesi demek. 

100 sandalyeli Senato’da da 47-53 Cumhuriyetçi çoğunluğu net şekilde kırılamadı. Demokratların Cumhuriyetçilerden iki senatörlük kazanıp bir tane kaptırmalarıyla şu anda 48-50 Cumhuriyetçiler lehine çoğunluk devam ediyor. Demokratların son umudu, iki senatörlük koltuğu da bu yıl seçime konu olan Georgia’da her iki senatör koltuğunun da adaylarından hiçbirinin eyalet yasalarına göre ilk turda yüzde 50 oy alamaması nedeniyle ikinci tura kalması. Demokratlar, Biden’ın eyaleti çok büyük bir sürprizle ve az farkla kazanmasının da verdiği ümitle bu iki senatörlük koltuğunu 6 Ocak’ta yapılacak ikinci turdaki seçimde kazanma umuduna kapıldı. Eğer bu zor başarıyı gösterebilirlerse Senato’da 50-50 eşitlik oluşacak. Bu da Demokrat çoğunluk demek. Çünkü, oyların 50-50 bölünmesi durumlarında resmen Senato başkanı unvanı da taşıyan ABD Başkan Yardımcısına da (yani gelecek dönem için Kamala Harris) oy kullanma ve çoğunluğu belirleme hakkı doğuyor. İşte bu son derece kritik önemden dolayı Georgia eyaleti, önümüzdeki 2 ay boyunca Amerikan politikasının nabzının attığı yer olacak. 

Genel olarak bakıldığında, Donald Trump’a 70 milyona yakın oy verildi. ABD Kongresi ve eyalet Kongrelerine bakıldığında ise Cumhuriyetçi Partiye giden oylar bundan çok daha fazla. Aileleriyle beraber 130-140 milyona yaklaşan bir kitlenin tamamını, ırkçı beyazlar veya komedi programlarının Trump mitinglerinde yakalayıp mizah malzemesi yaptığı ürpertici derecede cahil beyazlardan ibaret olarak görmek çok büyük bir yanılgı olur. Demokrat Parti tabanında popüler bu yanlış algıya karşın, Joe Biden’ın konuşmalarının ve politik geçmişinin de gösterdiği gibi bu gerçeği bilen bir isim olması, Amerikan demokrasisini şu anda çok daha büyük çalkantılara savrulmaktan koruyan en önemli şey belki de.  

Seçim sonucu konusunda bir muhasebe yapması gereken tek parti Cumhuriyetçi Parti değil. Solcu Demokratların da, ‘nasıl oluyor da ülkenin en yoksul eyaletleri Cumhuriyetçi Partiye oy verirken, en zengin eyaletleri Demokrat Partili’ sorusu gibi önemli sorulara, bu devasa seçmen kitlesini aşağılama kolaylığına kaçmayan gerçekçi bir açıklama bulması gerekiyor.  

Kırmızı – mavi değil, morun 50 tonu

Hem kırmızı hem de mavi, birliğin sembolü olan Amerikan bayrağının renkleri. Ama aynı zamanda politik bölünmenin de renkleri. ABD’de seçim sonuçları açıklanırken kullanılan haritalarda Cumhuriyetçi adayın kazandığı yerlerin kırmızı, Demokrat adayın kazandığı yerlerin ise mavi renkle gösterildiğine 3 Kasım’da da çokça tanık olduk. Örneğin, ‘kırmızı eyalet’ dendiğinde, eyaletin ‘muhafazakar’ veya ‘cumhuriyetçi’ olduğunun kast edildiğini herkes kolayca anlıyor. Ama sanıldığının aksine bu çok eski bir gelenek değil, 2000’li yıllarda oluşmuş bir fenomen. 20’nci yüzyılın sonuna kadar hemen her seçimde ve hemen her yayın organı kendisine göre bir partiyi kırmızı diğerini mavi ile gösterdi. 1996 seçimi ilk büyük konsensus oldu. Bill Clinton’un ikinci dönemine seçildiği 1996’da kırmızı rengi Cumhuriyetçilerle, mavi renk ise Demokratlarla özdeşlemeye başladı. Kaldı ki o seçimde bile Washington Post, Time dergisi gibi birçok önemli yayın organı hala tam tersi renkleri kullanmıştı. 2000 seçiminde bütün medya organlarının da tecih etmesiyle alışkanlık haline geldi. Sonuçların alınmasının haftalar sürdüğü o günlerde politik yorumcu Tim Russert’ın canlı yayın yorumlarında sürekli ‘red state (kırmızı eyalet)’ , ‘blue state (mavi eyalet)’ tabirlerini kullanmasıyla da politik birer anlam kazandılar. 

Mavi-kırmızının başladığı 1996 seçiminden beri değişmeyen şey ise yine Atlas ve Pasifik Okyanuslarının sahili eyaletleri ile Doğu Kanada sınırına doğru olan Orta Batı eyaletlerinin mavi, ülkenin içindeki büyük boşluğun ise kırmızıya boyandığı bir haritayla gösterilmesi oldu. 

Bütün politik genellemeler gibi bu da yanıltıcı ve körleştirici bir bakış açısı. Ne o mavilikler o kadar mavi, ne o kırmızılıklar o kadar kırmızı. Hayat yolu Iowa City ve Des Moines’den geçmiş biri olarak Iowa eyaletinin ‘kırmızı eyalet’ olarak kestirilip atılmasını, Minneapolis deneyimimden de Minnesota eyaletinin ‘mavi’ diye kestirilip atılmasının yanlışlığına kişisel olarak da tanığım. Pennsylvania ne kadar maviyse, Texas da o ölçüde kırmızı. Yani yarı yarıya… 

Kırmızıyla gösterilen o büyük boşluktaki birçok eyalette, gay, kadın, siyah, Müslüman, Yahudi, Budist, Hindu, Ateist, Asyalı, Latin ve farklı kimliklerden insanlar eyalet veya federal meclislere girmeyi başardı. Son derece özgürlükçü bazı düzenlemelere referandumlarda ‘evet’ oyu kazandı. Kırmızı eyaletlerin birçoğunda valilik, eyalet kongresi veya diğer makamları Demokratlar kazandı. Mavi ile gösterilen birçok eyalette, benzeri şekilde Cumhuriyetçiler kazandı. Yani, birkaç istisna dışında keskin bir kırmızı-beyaz netliği yok Amerikan coğrafyasında. Nüanslara birazcık bakıldığında Amerikan siyasal haritasında morun tonlarından söz etmek daha doğruya yakın olabilir.

Mor demişken, Mo Udall’ın Amerikan demokrasisine en büyük hediyesinin John McCain olduğunu söylemiş miydim?

John McCain, 1983’te Kongre’ye çiçeği burnunda Arizona milletvekili olarak geldiğinde, elinden tutacak, yol göstericisi ve en yakın dostu olacak kişi o günlerde Kongrenin en güçlü isimlerinden biri olan Mo Udall’dı. McCain bütün uzlaşma kültürünü bu kıdemli hemşehrisinden öğrendi. 1998’de ölen Mo Udall ile 2018’de ölen John McCain, Arizona’nın Demokrat ve Cumhuriyetçi ruhunun sembolleri olageldiler. Trump, Cumhuriyetçi Partinin 2008’de başkan adayı da olan Senatör McCain’in kendisini açıktan eleştirmesini hiç hazmedemedi. Bu seçim yılında bile, 2018’de ölen McCain’i aşağılayan Tweetler atmayı sürdürdü. Sonuçta, Udall’ın mavi ruhuyla, McCain’in kırmızı ruhunun oluşturduğu mor koalisyon, 1932 seçiminden beri sürekli Cumhuriyetçi adayı seçen Arizona’yı bu yıl çok büyük bir sürprizle Demokratlara taşıdı. McCain’in eşi, ‘eşim muhtemelen bu sonuca çok mutlu olurdu’ açıklaması yaptı. Politikacının ölmüş insanların hatırasına saygı göstermesi gerektiğini, çünkü bazı ölü insanların, dirilerden bile bin kez daha fena çarpabileceğine yeniden tanık olduk.      

İki Amerika’nın Hikayesi

‘’ABD görülmemiş bir kutuplaşma yaşıyor’’ beylik cümlesi, benim de özensiz anlarımda tembelce ifade ettiğim yaygın bir yanlış. Bu ay, Avrupa’dan Yeni Dünya’ya kalıcı bir yaşam için ilk göçmenleri getiren ve bu özelliği nedeniyle modern Amerikan toplumunun kurucusu kabul edilen Mayflower gemisinin Massachusetts’e demir atmasının 400’ncü yıldönümü aynı zamanda. İnsan türünün sık sık düşmekten kendini alamadığı büyük yanılgılarından biri de, sosyal olarak homojen bir toplum yarattığında barışı ve birliği yakalayacağı inancı. Bütün tarih bunun aksini gösterdiği halde. Tamamı aynı inanç evrenine sahip püritenler de bir süre sonra, herkesin istediği gibi inanma özgürlüğü ve hakkını savunanlar ile ‘doğru neyse herkesin ona göre yaşaması gerektiğini savunanlar’ diye iki bölünecekti. 

Amerika’nın 400 yıllık tarihi bu iki damarın farklı formlarda çatışmasının da tarihi olageldi bir bakıma. Trump’ın seçim mitinglerinde, örneğin, Minnesota milletvekili ‘Ilhan Omar’ın dini, kıyafetleri veya kökeni olan ülkeyle alay edip aşağılaması, Kamala Harris’in ismini itici şekillerde telaffuz ederek, ‘bizden biri değil’ alt mesajı vermesinin büyük alkış alması, ABD’de yeni bir fenomenle karşı karşıya olduğumuzu göstermiyor. Benzer dışlayıcı aşağılayıcı tavırlar, 90 yıl önce Yahudilere, 100 yıl önce İtalyanlara, 150 yıl önce İrlandalı Katoliklere de yapılıyordu. Siyahların aşağılanması ise yüzlerce yıldır hiç sona ermedi. Amerikan toplumu, biri iç savaş düzeyine kadar çıkacak birçok kutuplaşmayı da aşabildi. Yani, mevcut kutuplaşmaya bakarak kolayca, ‘Amerika dağılıyor, Amerika bölünüyor’ yargısına varmak, objektif bir tespitten çok bir arzunun ifadesi olur.

Trump’ın ‘tremendouscehaleti ve kifayetsizliği ile siyasi mücadeleyi ayaklara düşürmesi tabii ki oldukça sıra dışıydı ama Amerikan başkanlık seçimleri de her zaman bir ‘centilmenler yarışı’ şeklinde gerçekleşmemişti. Daha 1800 yılında yapılan dördüncü başkanlık seçiminde Washington DC’de taraflar taşlı sopalı birbirine girecek kadar keskin bir kutuplaşma oluşmuştu. İkinci başkan John Adams ve Thomas Jefferson birbirleri hakkında kavgada söylenmeyecek aşağılamalarda bulunacaktı. Sonraki bütün başkanlık seçim kampanyaları da ama az ama çok bir şekilde çirkinliklere sahne oldu. Günümüzde sosyal medyanın herkese mikrofon kazandırması nedeniyle bu kutuplaşma çok daha kitlesel boyutta göz önüne çıkıyor. Peki nasıl oldu da ABD demokrasisi hala işleyebiliyor?    

Demokrasiyi liderler değil, kurumlar yaşatır

Yüzyıllardır süren bu kutuplaşmalarda Amerikan demokrasinin sürekli ayakta kalmasını sağlayan en önemli şey, siyasi etkiye kapalı tarafsız kurumları oldu. Bu yılki seçimin olağanüstü endişeli geçmesinde en büyük neden, kişisel otoritesini güçlendirmek için son üç yılda ABD’nin kurumlarının saygınlığında büyük tahribat yapan Trump’ın bu tahribatında ne derece başarılı olduğunun bilinmemesiydi. Ancak, görünen o ki, Trump henüz korkulduğu kadar büyük tahribat yapamamış durumda.

Georgia, Arizona, Pennsylvania, Michigan, Wisconcin, Nevada gibi başa baş yarışa sahne olan eyaletlerin hiçbirinde Demokratlar eyaletin hakimi değil. Çoğunda eyalet valiliği, Kongre çoğunluğu ve seçim işlerinden sorumlu eyalet genel sekreterinin üçü veya en az ikisi Cumhuriyetçi Partili. Bu eyaletlerde seçim kurulları ilk andan itibaren partiler üstü ve şeffaf çalıştı. Cumhuriyetçi valiler ve eyalet genel sekreterleri bile Trump’ın iddiası ile açıkça ters düşeceklerini bilmelerine rağmen, sık sık, ‘seçimde sonucu etkileyecek çapta bir hile yapıldığına dair tek bir delile sahip olmadıklarını’ açıklamaktan çekinmediler. Mahkemelere ve seçim yetkililerine ‘siyasi bir karar’ almaları baskısı yapan Trump’ın aksine, birçok Cumhuriyetçi Partili yetkili çıkarcı bir siyasi tutum takınmadı. Georgia’daki bir eyalet yetkilisinin, ‘Siyasi açıklamalara hiç bakmıyoruz. Tek bir önceliğimiz var, eyaletimizde seçimlerin saygınlığını korumak’ sözleri, demokrasinin geleceği açısından umut vericiydi. Bir ülkeyi politik şiddet ve kaostan koruyacak yegane şeyin, güvenlik tedbirleri değil, seçim kurulunun bağımsızlığının garanti altında olması ve sandığın saygınlığının korunması olduğu bir kez daha görüldü.   

Ne zamandan beri kimin başkan seçildiğini medya ilan ediyor? 

4 Kasım günü oy sayımının devam ettiği kritik eyaletlerden Arizona’yı Joe Biden’ın kazanacağını ilan eden ilk haber kanalının Cumhuriyetçi Parti çizgisinde yayın yapan Fox News olması, neredeyse Biden’ın Cumhuriyetçilerin daha güçlü olduğu Arizona’yı kazanması kadar gündem olacaktı. Fox News’in bu çıkışıyla çektiği tek şey ‘’ilgi’’ değildi. Donald Trump’ın ve yakın çevresinin öfkesi de şiddetli şekilde onlara yöneldi. Ama nihayetinde Trump, kendisini destekleyen medyayı, bile seçim sonuçlarını doğru vermekten alıkoyamadı.  

7 Kasım günü, haber kanallarının, Pennsylvania’yı Joe Biden’ın kazandığını ve ABD başkanı seçildiğini ilan etmesi, Trump’ın ve destekçilerinin, ‘ne zamandan beri kimin başkan seçildiğini medya ilan ediyor?’ diye bir kez daha ve güçlü şekilde yakınmasına sebep oldu. Bu soru aslında, Donald Trump’ın ve destekçilerinin ‘temel Amerika ve Amerikan tarihi bilgisinden’ yoksunluğunun bir başka yansımasıydı. 

ABD’de 170 yıldır kimin başkan seçildiğini medya ilan ediyor. Çünkü, ABD’de, seçim gecesi, seçimi kimin kazandığını ilan edecek federal bir seçim kurulu veya yetkilisi yok. Dahası, her eyalette o eyaleti kimin kazandığını resmen ilan etmeye yetkili bir eyalet seçim görevlisi de yok. Sonuçların eyalet başkentlerinde toplanması bile haftalar sürecek. 14 Aralık günü eyaletler bu sonuçlar ışığında en çok oy alana adaya eyaletin ‘electoral college’ oylarını kazandığını sertifikalandıracak. 

Seçimin olduğu 3 Kasım ve sonrasında ise eyaletleri oluşturan ve ‘county’ adı verilen küçük idari bölgeler (Türkiye’deki ‘il’in bir versiyonu gibi görebiliriz) kendi sayımlarını kendileri yapıyor. Seçim gecesi Amerikan kanallarında programcı ve yorumculardan, ‘x county’nin sayımı başladı’, ‘x county’de y aday önde’ türü cümleleri bolca dinlememizin nedeni bu. Dolayısıyla ABD başkanının kim olacağını o gün öğrenmek isteyen birinin yapabileceği tek bir şey var; ABD’nin 50 eyaletine bağlı 3141 ‘county’deki sayımların hepsini yerinde takip edebilip, buralardaki resmi sayım tutanaklarına dayanarak eyalet ve sonra da ülke geneli oyların toplamını elde edebilecek bir organizasyona bakmak.  

İşte 170 yıldır bu organizasyonu yapan gücün adı Associated Press haber ajansı. Yani ABD’nin ana ve en büyük haber ajansı. AP, 170 yıldır yaptığı gibi, 3 Kasım günü, her ‘county’nin seçim sayım merkezinde en az biri olmak üzere 4000 muhabirle sayımları an be an takip etti. Bu muhabirler, sayım yetkililerinin tutanak altına aldığı oy sayım sonuçlarını, AP’nin seçim merkezine an be an bildirdi. Burada, her muhabirden gelen bilgileri, ikinci kez kontrol edip herhangi bir anormallik gördüğünde kaynağından doğrulatan 800 veri görevlisince bu sayım sonuçları toplandı. Nihayetinde bir eyalette, artık diğer adayın kalan oyların tamamını bile alsa kazanamayacağı anlaşılan her durumda en az iki üst düzey editörün onayı ile hangi adayın kazandığını açıklamanın vakti geldiğine karar verildi. Bu tür her nihai açıklama ise ancak Washington büro şefi Julie Pace’ın imzası ile mümkün olabildi. Pace, tarafsızlığı, gazetecilik etiğine bağlılığı ile herkesin saygısına sahip bir isim.  

AP’nin kurulmasından hemen sonra 1848 yılında Zachary Taylor’ın ABD başkanlığını kazandığı seçimden beri ABD’deki bütün başkan seçimlerinde kimin kazandığını ülke AP’den öğreniyor. Dahası Donald Trump’ın kendisi de 2016 yılında başkan seçildiğini AP’den öğrendi. Associated Press haber ajansı, Trump’ın başkan seçildiğini duyuran ilk medya organı olmuştu. Seçim gecesi saat 02:29’da geçtiği şu tek cümlelik son dakika haberi ile:

“WASHINGTON (AP) — Donald Trump elected president of the United States.”

Ve o andan itibaren de, herkes ona ‘sayın seçilmiş başkan’ diye hitap etmeye başladı. Çünkü 170 yıldır AP kimin kazandığını açıkladıktan sonra yenilen aday, sonucu kabul konuşması yapıp, rakibine başarı diliyor. 170 yıldır  AP seçimi kimin kazandığını ilan ettiği andan itibaren kazanan adaya ‘President-Elect (Seçilmiş Başkan)’ diye hitap edilmeye başlanıyor. 170 yıldır AP kimin kazandığını ilan ettikten sonra, mevcut başkanın ofisi, kazanan aday ile temasa geçip 2 aylık ‘geçiş sürecini’ başlatıyor. Mevcut Başkan, devlet kurumlarına her konuda, seçilmiş başkana da brifing vermeleri talimatı veriyor. Böylece, seçilmiş başkan, 20 Ocak günü Beyaz Saray’a geldiğinde ülkenin mevcut durumu hakkında yeterli bilgiye sahip oluyor.   

Associated Press, ABD’nin bu en büyük haber ajansı bir kamu kurumu veya politik bir çizginin taşıyıcısı değil. Devletten bağımsız bir medya oluşumu. Ülkede her siyasal görüşten, her yayın çizgisinden 5000’den fazla yerel gazete, televizyon kanalı, radyo ve sitenin üyesi olduğu dev bir haber kooperatifi. Ajansın yönetimi, bu medya organlarının oylarıyla belirleniyor ve son derece tarafsız, gazetecilik ilkeleri açısından oldukça titiz bir editoryal denetime sahip. 

AP kuralları gereği, çalışan ve yöneticilerinin hiçbiri, politik bir kurumun hiçbir atama veya görevlendirmesini kabul edemez. Bir siyasal partiye veya politikacıya yakın çalışmış, danışmanlık yapmış, seçimlerde aday olmuş hiçbir kimse 170 yıldır AP’de editoryal yönetici olamadı. AP çalışanları sosyal medya hesapları da dahil kamuya açık hiçbir platformdan bir siyasi parti veya politik karar lehinde veya aleyhinde açıklama yapamaz. Ajans çalışanı muhabir, gazeteci, analist ve editörlerden her hangi birinin eşi, kardeşi, anne-babası veya bir yakını politikacıysa bunu önceden editörlerine bildirmek zorunda. Aksi halde menfaat çatışması nedeniyle kurumla ilişiği kesilir.

Dolayısıyla ABD başkanlarının AP’ye bakışı da genel olarak kontrol edemedikleri diğer bütün medyaya bakışlarından çok farklı olmadı. Hep potansiyel ‘hasım’ gördüler. 1977 yılında Sovyetler Birliği’nin Moskova’daki AP haber ajansı muhabirini sınır dışı etme kararına Beyaz Saray Sözcüsü Jody Powell’ın şakalı tepkisi, bunun çok çarpıcı bir göstergesiydi:

‘’Sovyetlerin bir AP muhabirini sınır dışı etmesine misilleme olarak biz de bir AP muhabirini sınır dışı edeceğiz’’.

Bu yıl haber kanalları ve birçok önde gelen gazete, eyaletlerdeki tablo çok net de olsa AP ilan etmeden hangi eyaleti kimin kazandığını açıklamama kararı almıştı. Haber kanalları, ‘kimin kazandığını ilk duyuran olmak’ gibi haberciliğin saygınlığına da zarar verecek bir yarışın içine girmediler. Sosyal medyada ne konuşulursa konuşulsun, sonuç açıklamak için AP’nin açıklamasını beklediler. Bu da ülkede seçim gecesinin, beklendiğinden daha düşük tansiyonlu geçmesinde en önemli etken oldu. Bağımsız medyanın, eşit ve adil bir seçimin çok önemli bir güvencesi olacağı bir kez daha görüldü.  

Durdurulamaz bir güç yerinden hareket ettirilemez bir objeye denk geldiğinde

Bana, belki de çoğu malumunuz bu detayları, yeniden tekrar etme cüreti aşılayan Arizona’nın efsane milletvekili Mo Udall, 1976 seçimi için Demokrat Partinin önde gelen aday adaylarından da biriydi. Nihayetinde Jimmy Carter’ın adaylığı göğüsleyeceği parti içi adaylık yarışının daha başında New Hampshire’da yaşadığı hezimetten sonra, Udall, eyaleti kaybettiğini açıklamak için karşılarına çıktığı destekçilerine, ‘’Artık geri evinize dönebilirsiniz. Doğrusu, New Hampshire seçmeni en azından benim bunu yapmam konusunda bayağı bi ısrarlı’’ diye konuşmuştu. 

Açık ki seçim kaybetmeyi ‘utanç verici’ görmeyecek, bu sonuç egosunda hasar oluşturmayacak bilge bir karakterdi Udall. 

Narsist kişilik bozukluğunu en üst düzeyde yaşadığı konusunda birçok psikolog ve psikiyatristin hemfikir olduğu Trump ise, kendine dönebilecek biri değil. ‘Yenildiğini’ kabullenebilecek biri hiç değil. Ölünceye kadar, kaybedeceğini aylarca önceden gördüğü için seçimden aylarca önce dillendirmeye başladığı ‘ben kazandım, hile ile kaybettim’ iddiasını sürdüreceği neredeyse kesin. Şu anda Amerikan demokrasisine verebileceği tek zarar, Cumhuriyetçi seçmenin önemli bir kısmının, seçimlere ve kurumlara olan inancını tahrip edip onları her türlü çılgınlığa hazır hale getirmek. 

20 Ocak günü başkanlık gücü elinden çıktıktan sonra, bugünkü büyüsünde ve etki gücünde olmayacağı kesin. Ama kimse onun tamamen etkisiz hale geleceğini de beklemiyor. Öte yandan Biden yönetiminin onu hapse göndermek gibi bir heves içine gireceğini de sanmıyorum. Biden, daha önce başkan seçilirse, Trump hakkında bir af yetkisi kullanmayacağı ve yargının işine karışmayacağı vaadinde bulunmuştu. Ancak Joe Biden’ın böylesi bir durumda ‘başkanın af yetkisini’ kullanabileceğini hala olası görenlerdenim.  

Trump, Amerikan demokrasisinin ‘Joker’i olarak bir süre daha karşımızda olacak gibi. Aslında onun varlığı, siyasi etkiden bağımsız kurumların, devlet gücünden bağımsız medyanın, bağımsız yargının, ilkelerin, etiğin ve şerefin neden önemli olduğunu hatırlatması, başkanlığın nasıl kontrolden çıkmış bir güç olduğunu sergilemesi açılarından yararlı bile oldu.   

Eğer bu noktadan bakacak olursak mevcut politik durum, Kara Şövalye filminde, Batman ile Joker’in final sahnesini andırıyor. ‘Batman’ nihayet eline geçirdiğinde, sadece ipi bırakarak bunu yapabileceği halde, Joker’in ölmesine yine de izin vermez. Joker, Batman’ın, kural tanımaz bir cani olmaması nedeniyle, kendisini öldürmeyeceğinden emin olunca da, ‘’Durdurulamaz bir güç yerinden hareket ettirilemez bir objeye denk geldiğinde işte tam da bu olur’’ diye konuşur. 

Batman Türk olsaydı, ‘atsan atamazsın, tutsan tutamazsın. La havle…’ diye söylenirdi muhtemelen. 

Tıpkı Batman’ın Joker ile sınavı gibi, Amerikan demokrasisinin de Trump ile sınavı daha bitmedi. Hem, Amerikalılar, tutan şeylerin yenisini çekmeye bayılıyor nihayetinde…  

CEMAL TUNÇDEMİR‘i Twitter’dan takip edebilirsiniz