Skip to content
Menu

Demokraside ‘seçimi’ korumak

CEMAL TUNÇDEMİR

27 Şubat 2021

Tam 100 yıl önce, 1921 yılında, bir sigorta şirketinde müfettiş olarak işe başlayan Amerikalı yangın güvenliği mühendisi Benjamin Lee Whorf, fabrikalarda, sıkça meydana gelen yağ ve benzin varilleri patlamalarını soruşturmaya başladı. İşçiler, varillerin yakınında sigara içmemeleri konusunda sıkı bir eğitimden geçirilmelerine rağmen patlamalar olup yangınlar çıkmaya devam ediyordu.

Lee Worf, sadece uzman bir yangın mühendisi değildi. Antropolojiye büyük ilgi duyan amatör bir sosyal antropologdu aynı zamanda. Bu nedenle diğer müfettişler, yangınların sadece teknik sebeplerini araştırırken o işçilerin tavırlarına da odaklandı. Gördüğü şey çok çarpıcıydı. İşçiler, üzerinde ‘DOLU’ yazan varillerin tutulduğu depolarda çok dikkatliydi. Ama ‘BOŞ’ yazan varillerin depolarında sigara içmeyi sürdürüyordu. Bilimsel açıdan çok tehlikeli bir davranıştı bu. Çünkü boşaltılmış olsalar bile variller hala, küçük bir kıvılcımla tutuşup patlayabilecek yağ veya benzin havası, isi taşıyordu. 

Lee Worf, sorunun bilimsel değil ‘kültürel’ olduğunu fark eden müfettiş oldu. ‘’BOŞ, çoğunlukla insanda önemsizlik hissi uyandıran bir uyarı’’ diye yazacaktı sonradan Worf:

‘’DOLU yazan varillerin etrafında işçiler muazzam bir dikkat gösterecektir ama BOŞ yazan varillerin etrafında daha rahat davranacaklardır. Küçük bir sigara kıvılcımının bile patlamaya neden olabilecek olmasına rağmen. Fiziksel olarak ‘tehlike’ içeren bir çalışma bölgesindeler ama ‘BOŞ’ sözcüğü onlarda tehlikeli olmayan bir alanda oldukları psikolojisi uyarıyor.’’ 

Bir isimlendirmeye yüklenen anlam, risk algısını da tümden değiştirebiliyordu. 

Bizim politik literatürümüzde seçimler, yapıldığı gün ile isimlendiriliyor. 7 Haziran seçimi, 24 Haziran seçimi, 1 Kasım seçimi gibi… ABD’de ise seçimler, ‘günü’ ile isimlendirilmez. Örneğin, birkaç ay önceki ABD başkanlık seçimini yakından takip edenler, pek fazla kimsenin bu seçimden ‘3 Kasım seçimi’ diye bahsetmediğini hatırlar. Amerikalılar seçimi, sandık günü ile değil yapıldığı yıl ile isimlendiriyor. 

Elbette ki bunda, ABD’de seçim tarihinin yasayla değil anayasa ile belirlenmiş olmasının ve 200 yılı aşkın süredir tek bir erken seçim bile yapılmamasının bir etkisi var. Bir sonraki başkanlık seçim tarihi yıllar önceden bellidir ve yıllar önceden o seçim, yılı ile anılmaya başlanır.   

Ve yine, Amerika’da seçimin, öncesinde aday adaylarının kendi partisinin adayı olmak için mücadele verdiği önseçim yarışı, ardından adayın ve politikalarının görücüye çıktığı başkanlık kurultayları ve en nihayetinde bu program ve adayın halkın takdirine sunulduğu genel seçim kampanyası dönemiyle bütün yıla yayılması da bunda rol oynar. 

Ama en önemlisi demokraside, ‘’seçim’’in sandıkta oy vermekten ibaret tekil bir eylem olmamasıdır. 

Benjamin Lee Worf haklıysa, seçimi sandıkta oy kullanılacak günle isimlendirmek, seçmenlerde yanlış bir algıyı besleme olasılığı nedeniyle, bir demokrasi için oldukça riskli bir tercihtir. Çünkü ’seçim’, sandığa oy atmaktan ibaret bir eylem değildir. Seçmenler, Kuzey Kore’de, İran’da, Türkmenistan’da da sandığa gidip pusuladaki farklı isimlerden birine oy atabiliyor.

‘’Seçim’’, her siyasal partinin seçime katılma özgürlüğü ve adayların adaylıklarını açıkladıktan sonra hukuksal korumadan yararlanması; devletin kurumu, binası, parası, personeli ve gücünün mutlak tarafsızlığıyla eşit şartlarda seçim kampanyası; bütün seçim kurullarının siyasi iktidardan bağımsızlığı; en nihayetinde sonucun kabullenilip barışçıl iktidar transferine kadar uzanan bütüncül bir SÜREÇTİR. 

Bir ülkede demokratik anlamda ‘seçim’in varlığı, yani adil ve eşit şeçim, sadece sandığın ve oy pusulasının varlığıyla değil, bütün bu ‘süreç’ özgürlük ve hukuksal güvenlik altındaysa söz konusudur.

Bir seçimde hile yapmaya güç yetirecek, tek bir aday vardır o da mevcut devlet gücünü kullanmaya yetkili olan adaydır. Bütün demokrasi tarihinin tanıklık ettiği gerçek ise şu ki, seçimde ama az ama çok, hile yapmak istemeyecek tek bir iktidar bile yoktur.

Dünyanın en iyi niyetli iktidarı, en dürüst devlet adamı bile, imkanı varsa, seçimde devlet gücünü kendi lehine kullanmaktan geri kalmaz. Yani, burada demokrasiye öncelikli tehdit, iktidarın veya devlet başkanının kötü niyetli olup olmaması değil, imkanı olup olmamasıdır. Mevzuatın, anayasal kurumsal düzenin ve toplumsal kültürün buna ne kadar yol vereceğidir.  

Aday olma özgürlüğü ve adayların dokunulmazlığı

Bir seçimi, seçim olmaktan çıkaracak iktidar hilelerinin başında, sandıkta potansiyel tehdit gördüğü olası rakiplerini kriminalize etmek veya partilerin seçime girmesini zorlaştırmaktır. Kuzey Kore gibi bazı ülkelerde iktidarlar, seçimde hiç muhalif aday veya parti bırakmayarak sandığı kendileri için dikensiz bahçeye çeviriyor. Türkmenistan gibi bazı ülkeler ise, Türkmen liderin deyimi ile ‘milli muhalefet’ yaratıyor. Türkmenistan Devlet Başkanlığı seçiminde liderin karşısına çıkan 6 adayın bütün seçim kampanyası, devlet başkanının ne kadar önemli bir insan olduğu, vatanı için ne büyük işler başardığı hakkındaydı. Rusya, İran, Venezuela gibi daha kompleks bazı ülkeler ise seçimi bu derece karikatürize etmeyip, halklarına, iktidar alternatifini ‘seçme şansları’ varmış illüzyonu yaratmayı tercih ediyorlar. Sandıkta iktidar olmalarını engelleyebilecek her potansiyel aday veya partiyi ise, ‘terör veya şiddetle iltisak’, ‘dış güç taşeronluğu’, ‘karşı devrimcilik’ gibi suçlamalarla doğrudan veya dolaylı yollarla bertaraf etme yoluna gidiyorlar.     

Adil, eşit ve demokratik bir seçimin en önemli unsurlarından biri olan ‘aday olma özgürlüğü’nü korumanın ilk şartı, devletin istihbarat ve kişisel bilgi arşivi imkanlarının, siyasi otorite tarafından bir adayı karalamak için kullanılmasında asla mümkün olamamasıdır.   

Joe Biden’ın aday olacağının gündeme gelmesinin üzerinden bir hafta geçmeden Trump, Biden’ın oğlunun Ukrayna’da bir dönem ortaklık yaptığı şirketle ilgili olarak açık bulması için bütün devleti harekete geçirmeye çalışacaktı. Ve bu konuda soruşturma makamlarını, seçime aylar, hatta haftalar kala açıklamalar yapmaya zorlayacaktı. 

Oysa bu, ABD Adalet Bakanlığının on yıllardır uygulanan ‘’Seçim Yılı Hassasiyeti’’ adlı yönetmeliğine açıkça aykırı. Bu yönetmeliğe göre FBI ve diğer bakanlık soruşturma birimlerinin, seçime 90 gün kala, bir adayı gözden düşürecek, parlatacak veya adaylarla doğrudan ilgisi de olmasa da seçim sonucuna etki edebilecek konulardaki soruşturmaların, varlığını bile kamuoyuna açıklama yapması yasak. Böylece, hem siyasi iktidara kendisine rakip gördüğü adayları seçimden önce bertaraf etme, karalama olanağı yok ediliyor hem de, haysiyet düzeyi daha yüksek nitelikli insanların da aday olması teşvik ediliyor.  

Trump, Dışişleri Bakanına, Adalet Bakanlığına, FBI’a, Gelir Vergisi Dairesine, Biden, Kamala Harris, İlham Omar, Alexandria Ocasio Cortez, Hillary Clinton başta olmak üzere öfkelendiği bütün siyasi rakipleri hakkında soruşturmalar başlatmaları, ellerindeki bilgi ve belgeleri kamuoyu ile paylaşmaları için açıkça baskı yaptı. Üstelik bunu yapmakta çekince gösteren Dışişleri Bakanı, Adalet Bakanı ve FBI Başkanını yine Twitter’dan açıkça haşladı. 

Devletin seçimde mutlak tarafsızlığı 

Amerikan demokrasisi, yaklaşık 230 yıllık sürede yaşadığı deneyimler sonucunda, devletin, siyasi mücadelelerde mutlak tarafsızlığını sağlamak için bazı bariyerler inşa etme ihtiyacı hissetti. Bunların en önemlisi ise 1939 yılından beri yürürlükte olan Hatch Yasası adlı kanun. O dönemde tasarıyı gündeme getiren ilk Kongre üyesi olan Senatör Carl Hatch’ın adıyla anılıyor bu yasa. 

Bu yasa ile, Başkan ve Başkan Yardımcısı dışındaki bütün memurlara (Bakanlar, Danışmanlar, Beyaz Saray Sözcüsü, Bakan Yardımcıları, Müsteşarlar da dahil), devletin herhangi bir binası, arabası veya yetkisini kullanırken, mesai saatleri içinde veya vergi mükelleflerinin parasıyla masrafı karşılanan bir kamu seyahatindeyken ‘’politik faaliyet’’ yapmaları yasaklanıyor.  

Hatch Yasası, ‘politik faaliyet’ kavramını ise, ‘’bir partinin, siyasal grubun veya siyasi adayın lehinde veya aleyhinde yapılan her türlü faaliyet ve açıklama’’ olarak tanımlıyor.

Bu yasanın ihlal edip edilmediğini denetlemekle görevli teftiş kurumu olan Özel Savcılık Ofisi(OSC), web sitesinde, Hacth Yasasının amacını şöyle tanımlıyor:

”Devlet program ve hizmetlerinin siyaset üstü yönetilmesini, devlet memurlarını işyerlerinde politik amaçlara hizmet etme baskısından korunmasını ve devlet memurluğunda yükselmenin, siyasi sadakat yerine liyakat esasına göre yapılmasını garanti altına almak’’ 

Yani, Bakanlar, Başkan danışmanları, Beyaz Saray Sözcüleri ve diğer bütün federal görevliler, görevlerine ‘’atama’’ ile gelmiş devlet memurları oldukları için, hiçbir zaman seçilmişler veya adaylar ile polemiğe giremez, lehlerine veya aleyhlerine konuşmalar, açıklamalar yapamazlar. Sosyal medya çağında yapılan güncellemelerle, sosyal medya da yasak kapsamına alındı. Yani, bakanlar, Beyaz Saray danışmanları, Beyaz Saray sözcüleri ve diğer bütün memurlar, kişisel Twitter, Facebook, Instagram ve hatta WhatsApp hesaplarını kullanırken bile bu yasağa uymak zorundalar. Örneğin, mesai saatleri içinde veya kamu binası, aracı, görevindeyken, kendi kişisel telefonu veya bilgisayarı ile bile politik içerikli Tweet atamaz, bir başkasının paylaşımını beğenemez veya ‘retweet’leyemez. OSC, mesai saatinde, devlet binası, görevi ve arabası içinde, kendisiyle aynı düşünen devlet memurlarına WhatsApp veya e-mail üzerinden kendi arkadaşlarına politik görüş paylaşmayı bile ‘’politik faaliyet’’ sayıyor. Öte yandan, Yargıçlar, CIA, FBI, IRS gibi bazı hassas kurumların yönetici ve mensupları ise mesai saatleri dışında, evlerinde bile politik faaliyette bulunamaz. Herhangi bir politik toplantıya katılamazlar. 

Hepsi birer atanmış memur olan Bakanlar, Beyaz Saray sözcüleri, danışmanlar ve ülke yönetiminin diğer üst düzey isimleri, resmi unvanlarıyla, devletin makam arabalarıyla, hiçbir zaman parti teşkilat ve organizasyonlarına veya siyasi mitinge gidemezler. Benzin parasını kendi cebinden ödese bile vergi mükelleflerinin parasıyla alınmış makam aracıyla bir siyasi faaliyete gidemez. Çalışma saati dışında ve özel aracıyla gittiğinde bile yanında götüreceği korumaların tüm ulaşım masraflarını kendisi veya partisi karşılamak zorundadır. Bakanların, danışmanların, Beyaz Saray sözcüsünün özel zamanlarında katılacakları siyasi toplantıların, davetiyelerinde, politik afişlerde, onlara dönük hitaplarda veya dinleyiciye takdimlerinde bu resmi unvanları kullanılamaz. ABD’deki resmi statüsü ‘devlet sekreteri’ olan Dışişleri Bakanı ile Adalet Bakanı ise bu unvanlarını kullanmasalar bile, özel zamanlarında bile hiçbir politik faaliyete katılamıyor. 

Hatch Yasası, federal devlette görevli kariyer memurları için çok sert ve tavizsiz uygulanıyor. Özel Savcılık Ofisi’nin (OSC) sevkiyle yarı-yargısal bir heyet olan Liyakat Sistemini Koruma Kurulu (MSPB), ilgili memura, yaptığı siyasi faaliyetin niteliği oranında, kınamadan başlayıp, kıdem durdurma, açığa alma, işten çıkarma ve hatta 1000 dolara kadar para cezası verebiliyor.      

Doğrudan ABD Başkanı tarafından atanmış memurlarda ise başka bir prosedür var. OSC, yasayı ihlal ettiği hükmüne vardığı, Bakan, Sözcü, danışman ve diğer üst düzey memurların, görevden alınması veya ihlalin boyutuna göre uyarılması veya eğitime alınması kararları verebilir. Fakat bütün bu kararlar ancak Başkan’ın onayı ile uygulanabiliyor. Bu ise, ancak duyarlı bir kamuoyu ve kendisini yasaların üstünde görmeyen bir politik iktidar döneminde mümkün olabilir. 

Örneğin, dönemin Başkan Yardımcısı Al Gore’un, 1995 yılında, 1996 başkanlık seçimi için potansiyel kampanya bağışçıları ile, seçim kampanyasına bağış toplamak için Beyaz Saray’daki makam odasından ve devletin telefonu ile görüşmeler yaptığı, hem de iki yıl sonra, 1997 yılında ortaya çıktığında ABD’de haftalarca tartışılacak bir skandala dönüşmüştü. Dönemin ABD başkanı Bill Clinton’ın yardımcısı olan Gore, Başkan Yardımcısı olarak yasanın yasak kapsamında olmadığı iddiasıyla kendisini savunacaktı önce. Ancak, devletin telefonundan ve devletin binasından seçim kampanyasına siyasi destek istediği için Demokrat Partili Kongre üyeleri de eleştiri kervanına katılınca, özür dileyerek, bir daha aynı hatayı tekrarlamayacağı sözü verecek, skandal dinmeye başlayacaktı.  

1997 yılındaki bu ‘’dev politik skandal’’ günlerinde komaya giren bir Amerikalı, Trump’ın başkanlığı döneminde uyansa, yaşayacağı şokla yeniden komaya girebilirdi. Trump döneminde, Bakanlar, sözcüler, danışmanlar için Hatch Yasasını ihlal etmek bir ‘milli kahramanlık’ eylemi haline geldi. Bunlar için kanunu çiğnemek, Trump’a ona ne kadar sadık olduğunu göstermenin yoluna dönüştü. Örneğin, OSC’nin, defalarca uyarılmasına rağmen Hatch Yasasını neredeyse her gün çiğnemekte ısrar eden başkan danışmanı Kelyanne Conway, OSC’nin kendisini görevden alması için Trump’a yazı yazması üzerine, ‘’Blah..blah…blah.. Beni yasayla susturabileceğinizi sanıyorsanız yanılıyorsunuz. Hapis cezası da verdiğinizde haberim olsun’’ şeklinde alaycı bir kahramanlık gösterisi yapacaktı. 

Devlete, siyasi partiler arasında tarafsızlık getiren bu yasanın ihlalleri, 2020 seçimi sürecinde ise artık, OSC’nin bile takip edip listelemeye güç yetiremediği bir pervasızlık ve boyuta ulaştı. 

Trump, Başkanlık Kurultayı konuşmasını, vergi mükelleflerinin parasıyla inşa edilmiş ve işleyen Beyaz Saray’ın bahçesinde, topladığı bakanlar ve partililer önünde video konferans yöntemiyle gerçekleştirdi. İç Güvenlik Bakanı, bir devlet faaliyeti olan ve vergi mükelleflerinin parasıyla gerçekleşen vatandaşlığa alım yemin törenini, Trump’ın göçmen karşıtı olmadığı propagandası için Trump ile birlikte buraya taşıyarak yaptı. 

Çok daha vahimi, normalde Dışişleri Bakanları diğer bakanlardan ayrı olarak özel zamanlarında bile başkanlık kurultayına katılmazken, Trump’ın Dışişleri Bakanı Pompeo, 75 yıldır bir başkanlık kurultayında konuşma yapan ilk dışişleri bakanı oldu. Hem de, vergi mükelleflerinin parasıyla gittiği Kudüs’ten video konferans yöntemiyle. Pompeo, devlet görevine çıktığı için yurtdışından konuşmak zorunda kalmış değildi. Aksine, sırf bu propaganda konuşması için, vergi mükelleflerinin parasıyla Kudüs’e kadar gitmişti. Arkasında Kudüs’ün bazı dini mekanları da gözükecek şekilde konuşan Pompeo, kendisi gibi Evanjelik seçmenlere, Trump’ın Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanıdığını hatırlattı konuşmasında. Trump’ın diğer bütün bakanları da, bakan unvanlarıyla kritik eyaletlere defalarca seçim çalışması için gittiler.  

Bir devlet memuru olan Beyaz Saray Sözcüsü Kayleigh McEnany, devlet başkanın basın sözcüsü olarak Beyaz Saray’da yaptığı hemen her basın toplantısında, açıkça Joe Biden’a ve diğer Demokrat Partili Kongre üyelerine karşı açıklamalar yaparak yasaları ihlal etti. 

2020 Ağustos ayındaki Cumhuriyetçi Parti başkanlık kurultayı sırasında hemen her gün yasanın onlarca kez açıkça çiğnenmesinin hatırlatılması üzerine Beyaz Saray Genel Sekreteri olan Mark Meadow, yasanın bu açık ihlallerini, ‘’Hatch Yasası dediğiniz şey, Washington DC’deki birkaç kişi dışında kimsenin umurunda değil, o kadar da büyütmeyin’’ şeklinde savunabildi. Kendi işlerine gelmeyen her kanunun rahatlıkla çiğnenebileceğini düşünen tipik otoriter bir zihniyetin ifadesiydi bu.  

Trump’ın ateşli savunucularından Dana Perino da, Cumhuriyetçi Kurultay sırasında Trump’ın yasayı açıkça çiğnemesi üzerine Fox News’deki programında, ‘’Trump’ın bu yasayı çiğnemesi hiç önemli değil. OSC soruşturmasına başladığında bu seçim çoktan bitmiş olacak’’ şeklinde konuşacaktı.  

Amerikan sisteminin, devletin seçimdeki tarafsızlığını garanti altına alan bir diğer bariyeri ise memurları politik baskıdan korumak. ABD’de devlet memurlarının liyakat esasına göre alınması, atanması ve korunması sistemini, eski başkanlardan Theodore Roosevelt, Devlet Memurları Dairesinin başında olduğu 1889 yılında ilk kez kurmuştu. Bundan 12 yıl sonra ABD Başkanı olacak Roosevelt, bu memur düzenini, ‘’kimi tanıyorsun değil, ne biliyorsun sistemi’’ diye tanımlamıştı. 1970’lerde Watergate Skandalı patladığında, bir ABD başkanının sistemi ne kadar rahatlıkla manipüle edebileceği de görüldü. 

Nixon yönetiminin, her bakanlıkta, ‘işe partizan alımları ve istenmeyen personelin işten atılmasını sağlayacak veya yükselmelerini engelleyecek’ gayri resmi bir ‘kadro sorumlusu’ görevlendirdiği ortaya çıkmıştı. Mariott Otellerinin patronu ve Nixon’un danışmanı Fred Malek’in kurduğu bu sistemin deşifre olmasından sonra ABD Kongresi 1978 yılında devlet memurları kanunu reform yasasını kabul etti. 

1978 reformuyla, Hatch Yasasının bu yönden uygulanmasını denetlemek için Liyakat Sistemini Koruma Kurulu (MSPB) oluşturuldu. Bu kurulun ana görevi ise, devlette herhangi bir zümre veya partinin kadrolaşmasını engellemek, seçimlerde avantaj sağlamak için kamu alımları, işten çıkarma yapılmasını engellemek, devlet memurlarının siyasi amaçlarla işlerini, kıdemlerini kaybetmelerine veya yükselmelerine mani olmak. Aynı yasa ile MSPB’nin soruşturma dairesi olarak Özel Savcılık Ofisi (OSC) adlı teftiş kurumu da kuruldu. Devlet memurlarının, kamu faaliyet ve kurumlarındaki her türlü partizanlığı, israfı veya yasadışılığı Kongre’ye, medyaya veya savcılara sızdırarak ifşa etmelerini teşvik için, ifşacı memurlara (whistleblower) koruma getiren 1989 tarihli Whistleblower Yasası ile de OSC, kendi başına bir kuruma dönüştürüldü ve faaliyet alanı artırıldı.   

OSC’nin, Başkan tarafından atanmış üst düzey memurlarla ilgili kararlarını uygulatma gücü olmadığı için bu kurumu hiçbir zaman ciddiye almadı Trump. Yarı yargısal bir kurum olan Liyakat Sistemi Koruma Kurulunu ise, kurulda boşalan koltuklara yeni üye seçmeyerek bertaraf etti. Liyakat Sistemi Koruma Kurulu, toplantı yeter sayısına ulaşamadığı için bütün Trump döneminde tek bir kez bile toplanamadı. Mahkemenin Trump dönemindeki tek ve son üyesinin de görev süresi 2019 Şubat ayında sona erdi. 

Devlet memurları, Anayasa ve yasaların çizdiği çerçeveye değil, Trump’ın çıkar ve keyfine mahkum hale geldi. Trump’ın eski başdanışmanı Steven Bannon’un seçim günlerinde Twitter’daki hesabından, FBI Başkanı Christopher Wray ile Salgın Hastalıklar Enstitüsü Başkanı Dr. Anthony Fauci için, ‘’Kelleleri ibreti alem olması için derhal alınmalı. Böylece federal bütün bürokratlara, ya bizimlesiniz ya da kelleniz gider mesajı verilmiş olur’’ şeklindeki ürpertici Tweet’i ile açığa çıkan bir keyfiliğe… 

Trump bütün cüretkarlığıyla, her kesimden vergi mükelleflerinin parasıyla çalışan Amerikan devletini, seçimde kendi siyasi tarafı haline getirmeye çalıştı. Eline İncil alıp Beyaz Saray yakınındaki kilisenin önünde seçim kampanyası için poz vermeye giderken yanına Genelkurmay Başkanını da aldı örneğin. ABD’nin ulusal güvenlik konusu olan dış yardımı, kişisel ilişkilerine göre yönlendirdiği, örneğin Ukrayna’da, potansiyel rakibi Joe Biden’ın oğlu ile ilgili bu ülkede yargısal soruşturma açılması şartına bağladığı ortaya çıktı. ABD tarihinde ilk kez, görevdeki bazı büyükelçilerinin, yurt dışında açıkça bir siyasi aday lehine destek çalışmalarına tanık oldu.  

Seçmen, bilmiyorsa, ‘seçmen’ değildir

Bir demokraside milletin seçim hakkını kullanabilmesi için, aday özgürlüğü ve güvenliği ile devletin tarafsızlığı yetmez. Seçmenin, iktidar ve muhalefetin, politikaları ve iddiaları hakkında eşit şekilde bilgilenme hakkına da sahip olması lazım. Bu hak, vatandaşın devlet hizmetleri, uygulanan politikalar, vergi, bütçe, harcamalar ve aday hakkında temel bilgilere seçimden önce sahip olabilmesi, bunu özgürce paylaşabilmesidir.  

Amerikan düzenin buna getirdiği en önemli koruma, Anayasal ifade ve basın özgürlüğü (First Amendment) ilkesidir. Sayısız mahkeme kararı ve Yüksek Mahkeme içtihadı ile oldukça muhkem hale gelmiş bir ilke bu. Bir başka koruma, devlete ait televizyon, haber ajansı gibi kurumlar oluşturmayarak, merkezi propaganda faaliyetine imkan vermemesidir. ABD’de vergi mükelleflerinin parasıyla çalışan tek bir medya kurumu var o da Amerika’nın Sesi (VOA). VOA’nın ise, propaganda aracına dönüşmemesi için Amerika içine yayın yapması yasak

Tarih boyunca medyanın kendisine adil davrandığını düşünen, medyayı seven tek bir ABD başkanı bile olmadı. Trump ise medyayı, ‘ülkenin en büyük düşmanı’ ilan edecek kadar ileri gitti. Devlet gücünü kullanarak medyayı susturmaya kalktı. Hemen her mitinginde, orada görevli muhabirleri bile hedef gösterdi ve yuhalattı. Eleştirel ve sorgulayıcı medyayı tabanının gözünde şeytanlaştırarak, büyük bir muhafazakar seçmen kesimini, ‘’haberdar olmaktan gönüllüce vazgeçmeye” teşvik etti. 

ABD Başkanlarının ayda en az bir kez yapmak zorunda olduğu ‘basın toplantısını’ çoğu zaman aylarca yapmadı. Beyaz Saray Muhabirleri Derneğinin belirlediği muhabirlerin karşısına çıkmak yerine, kendisine sadece istediği soruların soracak müttefik televizyoncuların canlı yayın konuğu olmayı tercih etti. Oysa ki, basın toplantısı, başkanın millet adına sorumlu tutulması ve her konuda millet adına sorgulanması adına demokrasinin olmazsa olmazlarından biridir.  

Basın toplantısı yaptığında ise istemediği soruları soran muhabirleri aşağıladı veya mikrofonlarını aldırarak susturmaya çalıştı. Bir defasında soruyu sormakta ısrar eden CNN muhabiri Jim Acosta’nın ‘Beyaz Saray akreditasyonu’ iptal edecek kadar ileri gidebildi. İki hafta süren hukuk mücadelesinden sonra Acosta’nın akreditasyon yeniden tesis edildi. Trump, yönetimi aleyhine yazılan kitapların basılmasını engellemek için dava açıp mahkemelere baskı yapabildi. Başkanın, medyaya, ‘basın yayın yoluyla hakaret’ davası açmasını imkansız kılan yasanın kaldırılması için çabaladı. CNN’in yayınlarından dolayı Time Warner şirketinin, Washington Post’un yayınlarından dolayı Amazon şirketinin ekonomik çıkarlarına başkanlık gücü ve yetkisiyle açıkça darbe vurmaya çalıştı.     

Her fırsatta kendisini, ‘’Washington DC bataklığına karşı milletin haklarını savunan adam’’ olarak ilan eden Trump, ironik şekilde, milletin Washington DC’de olup biteni öğrenme yollarının hepsini tıkamaya çalıştı. Kendi attığı Tweetler dışında hiç bir şey bilmemesini istedi. Trump’ın başkanlığa başlamasından birkaç ay önce 50’nci yılına giren Bilgi Edinme Özgürlüğü Yasası da Trump döneminde çöpe dönüşen yasalardan biri oldu. Bu yasa kapsamında Trump yönetimine yapılan bilgi edinme başvurularının çoğu yıllarca işleme bile konmadı. 

Yine örneğin Trump öncesindeki uygulamada, Beyaz Saray’ın bahçe kapısından içeri giren her kişinin adı, ona içerden referans olan Beyaz Saray görevlisi ve içeride kimin ziyaret ettiğini içeren ziyaretçi giriş kayıtlarını, hem de internetten girerek isteyen her Amerikan vatandaşı görebiliyordu. Çünkü, Başkanın hangi politikacı, aktivist, kampanya bağışçısı ve şirket yöneticilerini ağırladığı, politikalarının amaçları hakkında milletin sağlıklı şekilde bilgilenmesi açısından hayati olduğuna inanılıyordu. Ancak Trump’ın başkanlığına başlamasından günler sonra, ‘’milli güvenlik’’ gerekçesi ile bu web sitesi, erişime kapatıldı. Halbuki aynı Trump, dönemin başkanı Obama’nın, Beyaz Saray ziyaretçi defterindeki sadece birkaç ismi gizli tutmak istediği için şeffaflık organizasyonları ve gazetelerce mahkemeye verildiği 2012 yılında, ‘’Ne saklıyorsun?’’ diye çok haklı bir Tweet atıp Obama’ya hesap soracaktı. Başkan olduğunda ise ilk iş olarak sadece birkaç ismi değil bütün siteyi karartmak oldu. 

Yine örneğin, Trump, koronavirüs salgının başladığı günlerden itibaren bu konuda yaptığı bütün görüşmeleri ve resmi arşivi de ‘devlet sırrı’ mührü vurarak erişime kapattı. Yine örneğin, devletin Kovid ile mücadele kapsamında 500 milyar dolarlık yardım yaptığı şirketlerin isimleri ve devletten aldıkları paranın miktarını da milletten sakladı. Uzun yıllardır süren bir gelenek olan Başkanların yabancı devlet başkanları ile telefon konuşmalarının özet dökümünün yayımlanmasına Trump döneminde son verildi. Trump yönetiminde İçişleri Bakanlığı da dahil birçok bakanlık ve kurum, iletişim birimlerini kapatarak medya ile ilişkileri tamamen kesti. ‘’Derin devlete karşı milletin adayı olduğunu’’ iddia eden Trump, Amerikan vatandaşlarının mahremiyeti ve eşit vatandaşlık haklarının devletin herhangi bir kurumunca yasadışı şekilde ihlal edilip edilmediğini denetlemekle görevli Mahremiyet ve Sivil Özgürlükleri Koruma Kuruluna (PCLOB) hiçbir üye atamayarak, kurulu Trump yönetiminin çok büyük bölümü boyunca sadece tek bir yarı-zamanlı çalışanın eline bırakarak etkisiz hale getirdi.  

Trump, her başkan adayının kendisiyle ilgili halka açıklamak zorunda olduğu en temel bilgileri bile seçmenlerden sakladı. Örneğin, ne kadar geliri olduğunu ve ülkesine ne kadar vergi verdiğini de hem adayken hem de başkan olduktan sonra gizli tuttu. Trump Hotele, yabancı devlet heyetlerince ödenen paraya gizlilik yasağı getirildi. Trump Holding, Trump’ın başkanlığının sadece ilk yılında 35 milyon dolarlık daire sattı. Ancak bu daireleri kimlerin satın aldığı kamuoyundan gizlendi.

Sandığa giden yolların korunması 

Bir seçimi seçim yapan her unsura savaş ilan eden Trump, seçimin sandık aşamasına da kayıtsız kalmadı. Kendisine oy vermeme olasılığı çok yüksek sosyal kesimlerden (Siyahlar, Hispanikler vs) seçmenleri yıldırıp sandığa gitmekten men etme stratejisine ağırlık verdi. Birçok eyalette Cumhuriyetçi Kongreler, herhangi geçerli bir kimlik kartı yerine, ‘sürücü ehliyeti’ gibi bu kesimlerin sahip olmadığı türden bir kimlik kartının ibrazını, oy kullanma şartı haline getirdi. Yine örneğin Florida’da, geçmişinde adli sicil kaydı olanların oy hakkı ellerinden alındı. Adli sicil geçmişinde suç kaydı olan 1,5 milyon Florida sakini oy kullanamadı. Bunların ezici çoğunluğu potansiyel Demokrat Parti seçmeniydi. Trump’ın eyaleti 375 bin oyla kazandığı göz önüne alındığında, Cumhuriyetçi eyalet kongresinin getirdiği bu kısıtlamanın sonuca etkisi daha iyi anlaşılır. 

ABD’de 19’ncu yüzyıldan beri uygulanan ve günümüzde bütün eyaletlerin izin verdiği ‘posta yoluyla oy kullanma seçeneği’ de bir hedef haline getirildi. Günümüzde 5 eyalette hiçbir seçimde sandık kurulmuyor, bütün seçimlerde bütün seçmenler postayla oy kullanıyor. 45 eyalette ise seçmen, belli bir tarihe kadar kayıtlı olduğu seçim kütüğüne, oyunu posta yoluyla kullanacağı başvurusu yaparsa, pusulası resmi ikametgah adresine imza karşılığı güvenli postayla yollanıyor. Adresine pusula yollanan seçmen, sonradan kararını değiştirse veya posta yoluyla oy kullanmasa bile, sandıkta oy kullanamıyor. Kovid 19 salgını nedeniyle bu seçimde bu yöntemle oy kullanmayı tercih edenlerin sayısı oldukça arttı. Aslında, salgınla mücadele eden birçok eyalet de, daha sağlıklı bir tercih olması açısından bunu teşvik etti. 

ABD’de seçim gününün (Salı) resmi tatil olmaması, şehirlerde yaşayanlar ve çalışan kesim ile resmi ikametgahından farklı bölgede yaşayanlar veya arabası olmayıp da sandığa uzak yerlerde yaşayan yoksullar için posta yoluyla oy kullanmayı tercih edilen bir seçeneğe dönüştürüyor. Çoğunlukla Demokrat Parti seçmenleri barındıran coğrafya ve sosyal kesimler bunlar. Bundan dolayı da Cumhuriyetçi stratejistlerin değişik taktiklerle sandığa gitmesini engellemeye çalıştıkları bir oy grubu. George W. Bush döneminde de Bush’un Adalet Bakanlığının ve Cumhuriyetçilerin kontrolündeki Kongre komisyonunu, yıllar süren bir araştırma yapmış, ancak, bu şekilde oy kullanımında, seçim sonucunu etkileyecek çapta organize bir hile yapılamayacağını belirlemişti. 2016 yılında Hillary Clinton’ın kendisinden fazla aldığı 3 milyon oy için Trump da 2017 yılında benzeri bir çalışma için ‘Pence-Kobach Komisyonu’ diye bilinen çalışma grubunu kuracak, ancak, 8 aylık araştırmadan sonra, yasadışı oy kullanılmasına dair bir delil bulamamaları üzerine, sonuç raporu hazırlamalarına bile izin vermeden komisyonu dağıtacaktı. 

Trump, seçime aylar kala, ABD’nin en partiler üstü kurumlarından biri olan Posta Genel Müdürlüğünün bütün üst düzey yöneticilerini bir gecede değiştirdi ve kendisine sadık isimler atayarak bir parti aparatına dönüştürmeye yeltendi. Trump’ın Posta Genel Müdürü Louis DeJoy’un, bazı eyaletlerde posta yoluyla oyları, geçersiz olmaları için, bilinçli olarak son oyun ulaşma tarihine kadar ulaştırmama çabası, bazı eyaletlerde önleyici mahkeme kararlarıyla boşa çıkarıldı. Ama başarılı olduğu eyaletler de oldu. Yine Trump’ın baskısıyla bazı eyaletlerde Cumhuriyetçi Kongreler, posta yoluyla oy kullanma sürelerini kısıtlayarak, bu şekilde oy kullanmak isteyen milyonların oylarını riskli hale getirdiler.  

Sonucun korunması

Ancak bunların hiçbiri, ‘’yılıp oy kullanmaması istenen’’ seçmenlerin sandığa ilgisini azaltmadı. Aksine, seçimde oy kullanma oranı tarihi düzeyde yükseldi. 

Bütün anketler, Trump’ın açık şekilde kaybedeceğini gösteriyordu. Trump önce, ABD tarihinde Birinci ve İkinci Dünya Savaşları yıllarında bile gündeme gelmemiş ‘seçimi erteleme’ gibi çılgınca bir talebi gündeme getirdi. Bu uçuk talebe ailesi dışında kimseden destek bulamayınca vazgeçti. Geriye tek bir şey kalmıştı: Sandığı tümden itibarsızlaştırmak. Sandık gününe daha aylar kala, 2020 seçimini, ‘’ABD tarihinin en hileli seçimi’’ ilan etti.  

Yarattığı kutuplaşmayı daha da derinleştirirse sandık gecesi ve sonrasında yaratacağı kaosta, yargıdaki müttefiklerinin ve Cumhuriyetçi eyalet vali ve kongrelerinin onu desteklemeye mecbur kalacağı hesabına dayanan bir stratejiydi bu. ABD’de sonuçları ilk açıklanan kritik eyalet olan Florida’yı Trump’ın kazanması, 3 Kasım gecesi, ona daha birçok kritik eyalette oy sayımı sürerken, erken zafer ilan etme, gecenin ilerleyen saatlerinde tablo Demokrat aday lehine netleştiğinde ise, aylardır seslendirdiği ‘hile’ iddiasını yükseltme olanağı sundu. 

Ama, yasaları çok kolay çiğneyen Trump, 220 yıllık ABD Anayasasının, düzenin değişik yerlerine serpiştirdiği anayasal bariyerleri aşamadı. Yargı bağımsızlığı, bağımsız medya, ABD’nin ademi merkeziyetçi devlet ve seçim sistemi ve hepsinden önemlisi, Trump’ın şahsından çok siyasi tarafsızlığa ve yasalara sadık şahsiyetli memurların, seçim yetkililerinin, eyalet yetkililerinin varlığı, Trump’ın stratejisini boşa çıkardı.   

Örneğin, 3 Kasım gecesinden sonra Trump’ın ‘seçimde hile yapıldı’ iddiasıyla başlattığı kampanya sürerken, federal devletin, seçim sandık, pusula, bilgisayar ve mekanlarının teknik ve fiziki güvenliğinden de sorumlu kurumu olan Siber Güvenlik ve Altyapı Güvenliği Dairesi (CISA), 12 Kasım’daki raporunda, ‘seçim sonucuna etki edecek hiçbir hile yaşanamadığı’ hükmüne vardı. Dahası CISA aynı raporda, 2020 seçimini, ‘’ABD tarihindeki en güvenlikli seçim’’ olarak niteledi. Trump tarafından 2018’de bu kurumun başına atanmış CISA Başkanı Chris Krebs, 17 Kasım günü, ‘’Mevcut 57 uzmanımızın tamamı, seçimde hile iddialarının temelsiz ve teknik olarak gerçekleşmesi imkansız iddialar olduğunda müttefik’’ açıklaması yaptı. Trump aynı gün Krebs’i, hem de Twitter üzerinden kovdu. 

Trump, Adalet Bakanlığını ve FBI’yi devreye sokmak istedi. Trump’ın baskısına boyun eğen Adalet Bakanı William Barr, ilgili birime seçim hileleri ile ilgili soruşturma başlatma talimatı verdi. Adalet Bakanlığının seçim suçlarını soruşturma bürosunun başındaki savcı olan Richard Pilger aynı gün, on yıllardır uygulanan, ‘’seçim ve sayım sonuçlanmadan seçim sonuçları ile ilgili soruşturma yapılamaz’’ yönetmeliğine açıkça aykırı bu talimatı reddederek istifa etti. Son 50 yılda Adalet Bakanlığını, Beyaz Saray yörüngesine en fazla sokmuş bakan olarak görülen Barr, bakanlığında politik tutum alacak yetkili bulmakta zorlandı. Ve çaresizce 1 Aralık 2020 günü, Associated Press haber ajansına, ‘seçimde şu ana kadar sonuca etki edecek ölçüde bir hile tespit edilmiş değil’ açıklaması yapmak zorunda kalınca kendisi de Trump’ın gazabına uğradı. Birkaç gün sonra istifa etmek zorunda kaldı.  

Ancak ABD Başkanının, yetkilerini suiistimal ederek estirdiği bütün bu fırtınaya rağmen, sonuçların resmi takvimi durmadı, resmi prosedür işlemeye devam etti. 

Trump ve avukatları, 4 Kasım gününden itibaren çeşitli tartışmalı eyaletlerde ve federal bölge mahkemelerinde bu işleyişi durdurmak için açtığı 60’dan fazla davayı kaybetti. Çünkü basın açıklamalarında iddia ettikleri ”yüzbinlerce sahte oy kullanıldı” gibi iddiaların hiçbiri, mahkemelere sundukları dosyalarda yer almıyordu. Ezici çoğunluğu Cumhuriyetçi başkanlar döneminde atanmış bu yargıçların istisnasız tamamı, Trump’ın medyadaki siyasi iddialarına değil, mahkemeye sunduğu dava dosyalarına ve somut delillere bakarak karar verdi.  

Tıpkı, son yıllarda oldukça muhafazakar bir çizgiye kaydığı eleştirilerinin hedefindeki ABD Yüksek Mahkemesi gibi… Mevcut ABD Yüksek Mahkemesinin dokuz üyesinden altısı Cumhuriyetçi başkanlar tarafından, dahası, üçü Trump tarafından bu göreve seçilmiş muhafazakar isimler. Nitekim Trump’ın hukuk danışmanı Harmeet Dhillon, 6 Kasım akşamı Fox News canlı yayınında, ‘’Üç üyesini Trump’ın atadığı Yüksek Mahkeme’den sürece müdahil olup bir şeyler yapmasını bekliyoruz. Umuyoruz ki Amy Coney Barrett harekete geçecektir’’ diyerek Yüksek Mahkeme’ye açıkça ‘bize diyetinizi ödeyin‘ çağrısı yapacaktı. Amy Coney Barret, Trump ve Cumhuriyetçi Senatörlerin teamüllere ve siyasi ahlaka aykırı olarak ve Demokratların bütün itirazlarına rağmen seçimden sadece bir hafta önce mahkemeye atamayı başardığı muhafazakar üyeydi. Ancak, ne Barrett ne de diğer 5 muhafazakar yargıç, hukuka açıkça aykırı bu çağrılara uymadı. Yüksek Mahkeme, Trump’ın her iki başvurusunu da ‘oy birliği’ ile reddetti. 

Trump’ın, seçimi hile ile kazanma çabasında başarısız kalmasının en önemli nedenlerinden biri de ABD’de federal bir seçim kurulu olmaması oldu. Eyaletler bile seçimi eyalet genelinde organize etmiyor. Her county (eyalet içinde Türkiye’deki vilayete karşılık gelecek büyüklükte idari bölge) kendi seçimini kendisi organize edip, kendi sayımını kendisi yapıyor. Bu da ‘seçim günü’, federal veya eyalet başkentlerinden, sandığa veya oy sayımına, ülke veya eyalet genelinde, iktidar veya başka bir siyasi parti kaynaklı organize bir müdahaleyi imkansız kılıyor.  

Yenilgiyi kabul haysiyetinin korunması 

Otoriter liderler, şahıslarını, her zaman milleti temsil eden sembol olarak gösterirler. Böylece, tabanlarında, muhalif aday, millet düşmanı bir azınlığın temsilcisi ve dış güçlerin taşeronu konumundadır. Trump, 2016’da başkan seçildiği seçimi bile, sırf ülke genelinde Hillary Clinton’dan 3 milyon oy daha az aldığı için hileli bir seçim olarak ilan edebildi. Ona göre, çoğunluğun temsilcisi kendisidir dolayısıyla Hillary Clinton’a fazladan giden her oy illegal veya sahte oydur. 

Otoriter liderler kendilerini milletin tek meşru sesi gördükleri için, kendilerini desteklemeyen herkesi hain, ülke düşmanı, dış güç işbirlikçisi görür. Muhalif adayın seçilmesi, yeni bir politik dönem değil, ülkeyi kaosa ve yok oluşa sürükleyecek uçurumdur. Ülkenin kaos ve anarşi içinde yok olmasının önündeki tek engel şahsıdır ve şahsen iktidarda kalmasıdır.

Trump, 4 yıl boyunca, sandıktan milletin iradesiyle başkan olarak çıktığı gerekçesiyle, kendisine en demokratik eleştirileri bile, ‘milletin sandıktan çıkan sesini kısma’ çabası olarak sunarken, kendisi dışındaki bütün seçilmişleri pervasızca aşağıladı, haklarında soruşturma açmaya çalıştı, hatta hapisle tehdit etti. Hepsi de kendisi gibi milletin oyu ile seçildiği halde milletvekilleri, senatörler, eyalet valileri, belediye başkanların hiçbirini ‘millet iradesinin temsilcileri’ olarak görmedi. Kendisini destekleyen milletvekilleri de dahil… Ona göre, onları da Kongre’de tutan şahsıydı, Cumhuriyetçi seçmen değil. 

‘’Milletin çoğunluğunun meşru temsilcisi’’ olduğu için de bir seçimde kaybetmesi teknik olarak mümkün değildi. Kaybettiği her seçim hileli demekti. Seçim sadece sonunda o kazanırsa meşruydu. Nitekim 2016 seçiminden önce de, ‘’Eğer seçimi kaybederse’’ bunun seçimin hileli olduğu anlamına geleceğini savunarak ‘’sonucu kabul edeceğim’’ vaadinde bulunmaktan kaçınacaktı. 3 Kasım 2020 sandık gününden sonraki iki ay boyunca, apaçık gerçeğe aykırı bir şekilde, ısrarla sadece ‘’kazanan aday’’ olduğunu değil, ‘’çok açık farkla (landslide) kazanan aday’’ olduğunu iddia edebildi. ‘’Çünkü benim mitinglerim daha kalabalıktı’’ türünden absürt delillere dayanarak… 

Oysa sağlıklı bir demokrasinin sağlıklı işlemeyi sürdürmesinin temel unsurlarından biri de, seçime katılacak iktidar ve muhalif her tarafın, seçimi kaybetmeyi göze alabilecek olgunluk ve temizlikte olabilmesidir. Al Gore, 2000 seçiminde, ülke genelinde rakibinden yarım milyon fazla oy almasına, sandık gecesi kendisinin kazandığı ilan edilmesine ve nihai sonuç haftalar sonra mahkeme kararıyla belirlenmesine rağmen, kaybettiği açıklandığında, kabul konuşması yaparak, Bush’un başkanlığını kutlamıştı. Hillary Clinton, ülke genelinde rakibinden milyonlarca oy fazla almasına ve o gece hala oy sayımı süren kritik eyaletlerde Trump’ın Biden’e yenildiğinden çok daha az farklarla geride olmasına rağmen, 8 Kasım 2016 seçim gecesi, Associated Press haber ajansı kaybedeceğini ilan edince, yenilgiyi kabul konuşması yaparak Trump’ı kutlamıştı. 

Bir politik adayın demokrasiye ve anayasal düzene ne derece tehdit olduğunu sadece nasıl seçim kazanmaya çalıştığı değil, nasıl kaybettiği de gösterir. Tıpkı Trump gibi. Totaliter liderlere özgü, ‘’ben gidersem, ülke barışını ve demokratik düzeni de kendimle götürürüm’’ çılgınlığıyla, taraftarlarına ABD Kongresini bastırıp, sadece resim prosedür açısından gerekli sembolik bir oylamayı engellemeyi bile denedi. 

Trump bir yönüyle iddiasında haklıydı. 2020 Başkanlık seçimi, modern ABD tarihinin en hileli seçimi oldu. Ama bu seçimi, en hileli seçim haline getiren kendisiydi. Bununla beraber, tek bir seçimde, ABD’de demokratik seçimin bütün zaaflarını, açıklarını, kırılganlığını da ifşa etti. Dahası, ‘seçim’in, sadece sandık günü anlamına gelmediğini, çok öncesi ve çok sonrasıyla bir süreç olduğu gerçeğini herkese yeniden hatırlattı.    

Yangın müfettişi Benjamin Lee Worf, dil ile davranış arasında görmeye başladığı müthiş ilişkinin etkisiyle 1924 yepyeni bir uzmanlığa yöneldi ve 20’nci yüzyılın en önemli linguistlerinden biri haline geldi. 1939 yılında Yale Üniversitesinde, yazının başında aktardığım yangın anekdotunu da paylaştığı ‘’Dilin, Ülfet (alışkanlığın getirdiği farkındasızlık) ve Davranışla İlişkisi’’ adlı bilimsel makalesinde, kullanılan dilin, kelimelere yüklenen anlamların, insanların algısı ve davranışlarını nasıl derinden değiştirdiğini sergileyecekti. ‘’Dil, sadece deneyimlerimizi bildirme aracı değil, deneyimlerimizi şekillendiren çerçevedir de…’’ diye yazacaktı.   

‘Seçim’, sandıkta oy kullanmaktan veya sandık gününden ibaret tekil bir eylem değil. Sandıktan çok önce başlayan ve sonrasını da kapsayan bir süreçtir. Eğer bütün süreci güvenlik altına almazsanız, dünyanın en eski ve en güçlü demokrasisi de olsanız, uçurumun kıyısına kadar gelirsiniz. 

CEMAL TUNÇDEMİR‘i Twitter’dan takip edebilirsiniz