Deniz ARSLAN
Follow @rehavetten
Tartan pistte, cilalı parkede, çim kortta, yapay gölde, gerçek havuzda, ringde, minderde, nehirde, salonda, velodromda, dağda, kırda, bayırda; 26 spor dalı ve 39 disiplinde, dünyanın 203 ülkesinden gelen 10 bini aşkın sporcu koştu, yüzdü, vurdu, devirdi, atladı, ateş etti, dans etti, ata bindi, küreğe asıldı, kılıca davrandı, pedal bastı, top tepti. 302 yarışmada, 962 madalya boyunlara asıldı, 31 dünya rekoru kırıldı ve iki hafta boyunca sallanıp yuvarlanan Londra’da çoluğa çocuğa anlatılacak kadar güzel ve heyecan verici bir Olimpiyat Pazar akşamı sona erdi.
Artık manzaraya bakmanın, bilanço çıkarmanın zamanıdır. Önce memleket açısından bakalım, sonra genel manzaraya ve kahramanlara:
Sarıalp’ten Çakır Alptekin’e üç perdeli Olimpiyat oyunu
1992’de İzmir’de hava çok sıcak. Kedi köpeğin bile sokaktan çekildiği, bıçkın mahalle gençlerinin bandanalarıyla, genç irilerinin ise bellerinde evcil bir sıçan gibi taşıdıkları o freebaglerle bir nesli zehirledikleri o yaz gününde, ne kadar camı penceresi varsa açtığımız halde içeriye bir gram imbat sokmayan Allahlık bir apartman dairesinin salonunda, televizyon karşısında ölü gibi oturuyoruz dayımla. Naim Süleymanoğlu çıkıyor podyuma, eğiliyor, halteri sıkıca kavradıktan sonra, alt dudağını öne çıkarıp saçının önüne düşen perçemi nefesiyle üfürüyor ve kendi ağırlığının neredeyse üç katını sanki boynundan kedi tutarmış gibi kaldırarak Bostanlı’daki apartman dairesine bir nefes serinlik, 13 yaşında bir çocuğun içine de Olimpiyat virüsünü üflüyor.
Bundan tam 20 yıl sonra, İzmir’den binlerce kilometre ötede başka bir yaz akşamı. Akşama doğru serinleyen hava, sinir bozucu, pis bir serpintiye bırakıyor kendini. Bir cafede sokağa atılmış bir televizon, dimdik ileriye bakan, dünya yıkılsa umurunda olmayacakmış, feriştahı gelse istifini bozmayacakmış gibi görünen gencecik, sıska, neredeyse kara kuru bir kadını gösteriyor. O kadın az sonra başlayacak olan 1500 metre yarışında, akıllı bir taktik, sarsılmaz bir irade ve kararlılıkla tüm rakiplerini bir bir geçip Berlin’in buz gibi havasını ısıtacak, 33 yaşında bir genç irisinin içindeki Olimpiyat virüsünü de olduğu yere çivileyecek olan kadının ta kendisi.
Bundan tam 64 yıl önce. Ruhi Sarıalp adında 24 yaşındaki bir genç, 1948 Londra Olimpiyat Oyunları öncesi idman yapmak icin titreyen ayaklarıyla Wembley’e ilk adımını atıyor. İdman esnasında bir İngiliz bitiveriyor yanıbaşında, onunla konuşmak istediğini söylüyor. İngiliz’in dedesi zamanında Kırım Harbi’nde savaşmış ve sevkiyat için İstanbul’da bulunmuş. İstanbul’da tanıştığı bir Türk, ona bir Osmanlı mecidiyesi uzatıp, “Bu para uğurludur. Bunu dilinin altına koy ve bir dilek tut,” demiş. Askerin dileği haliyle savaştan sağ dönüp yeniden sevdiklerine kavuşmakmış ve dileği gerçekleşmiş. Ruhi Sarıalp’ın yanına gelen adam bu hikâyeyi anlattıktan sonra cebinden madeni bir para çıkarıp uzatıyor genç atlete ve bir dilek tutmasını söylüyor. Ruhi Sarıalp de parayı dilinin altına koyduktan sonra, “Birincilikten ikincilikten geçtim Yarabbim,” diyor kendi kendine, “ama hiç değilse bir bronz madalya nasip et bu kuluna.” Sonra yarış günü geliyor ve Ruhi Sarıalp piste çıkıp, ülkesine Olimpiyat tarihindeki ilk ve 2004 yılına kadar tek atletizm madalyasını kazandıracak olan o atlayışı yapıyor.
Ruhi Sarıalp’in açtığı o dikenli yolda esaslı bir kilometre taşı dikti Aslı Çakır Alptekin, 1500 metre kadınlar finalinde Türkiye’ye atletizm dalındaki ilk altın madalyasını kazandırarak. Türkiye açısından Londra 2012 deyince yıllar sonra hep o Cuma gecesi ve Gamze Bulut’la onun “Aslı Ablaaaaaa”sı hatırlanacak.
Sporun, dolayısıyla da Olimpiyat Oyunları’nın acımasız bir rekabetçilikle eşlendiği, katılımın değil yarışmanın yüceltildiği, “citius altius fortius”un bir çeşit altta-kalanın-canı-çıksın düsturuna dönüştüğü şu sinir bozucu zamanlarda; kahramanların hikâyeleri zaten yıllar boyu anlatılacak ama, birileri de üzerlerindeki o dayanılmaz birincilik baskısının altında ezilen, kimi zaman Naim’in bile altına giremeyeceği kadar ağırlaşan beklentilerin boyunduruğunda ne yapacağını şaşıran, kimi acemice hatalar yüzünden, kimi de sadece rakibi daha başarılı olduğu için gözyaşlarına boğulan gencecik sporcuları da hatırlamalı.
Tartışmalı bir karar sonucu kaybettiği final maçının ardından olduğu yerde oturup kalarak kararı gözyaşlarıyla protesto eden Güney Koreli Şin A-lam, “dünyanın en kötü atlayışı” videosuyla tarih kitabına tersinden giren Alman sporcu Stephan Feck, nefes kesici bir rutinin ardından çok kötü düştüğü için belki de takımının altın madalya almasına mani olan gözü yaşlı Rus cimnastikçi Ksenia Afanasyeva, 2008’de bütün bir ülkenin umutlarını taşıyan bacakları tutmayan ve bu kez de engele takılarak düşen Çinli atlet Liu Şiang, 800 metre seçmelerinde sakatlanmasına rağmen gözyaşları içinde sendeleyerek finişe varan Merve Aydın ve diğerlerinin isimleri de; birer kahraman olarak Londra 2012’nin şeref defterlerine değilse bile bendeki gönül defterinin ilgili hanesine kazındı.
Herkesin bildiği kahramanları ise siz de biliyorsunuz zaten. Köyün delisi yine yaptı yapacağını. Usain adındaki, azgın bir dere gibi akan o deli oğlan, üç altın madalyayı seyyar satıcı kovalayan zabıta rahatlığıyla alıp giderken, oklarını bu kez kendisinden şüphe edenlere gönderdi. Yavaş başlayanMichael Phelps’in yeniyetmelerin elinde maskara olacağını sananlar, yüzme yarışlarının sonunda Olimpiyat tarihinin en çok madalya kazanan adamını elleri patlayıncaya kadar alkışlamak zorunda kaldılar. Ev sahibi hem derli toplu, olaysız, skandalsız bir ev sahipliği yaptı, hem de Bradley Wiggins, Jessica Ennis, Chris Roy ve en çok da sekiz yaşında bir mülteci olarak geldiği ülkeye unutulmaz bir 5000-10000 dublesi yaparak iki altın birden kazandıran Mohammed Farah’la coştu. Nur yüzlü David Rudisha yine bir rekor kırarken, Oscar Pistorious tek başına koskoca bir amme hizmetini yerine getirdi. Yüzmede Missy Franklin rol çaldı, Ye Şiven rekorlarıyla akılları aldı. Cimnastikte Gabrielle Douglas taze bir filiz olarak heyecan yarattı, Kohei Uçimura ise efsaneler geçidindeki yerini aldı. Erkekler basketbol ABD kaybetseydi haber olacaktı, olmadı. Kadınlar futbol ABD kaybetseydi haber olacaktı, olmadı. Voleybol erkekler finalinde Rusya uzun yıllar unutulmayacak bir zafer kazandı Brezilya’ya karşı. Erkekler hentbolde Fransa üst üste ikinci madalyasını alırken şendi. Teniste Serena Williams şaşırtmadı ama asıl büyük atraksiyon Andy Murray’nin Federer’i set vermeden yenmesiydi. Kimseye haksızlık etmemek adına bu paragrafı sonsuza dek uzatmak mümkün ama burada keselim.
Son kertede, bir Olimpiyat’ın başarısını bence, Olimpiyat virüsünü kaç çocuğa bulaştırdığıyla ölçmeliyiz. Onu da ölçmenin imkanı olmadığına göre, artık bu Olimpiyat’ı unutup önümüzdeki Olimpiyatlara bakmanın zamanıdır.
2016 Rio’da görüşmek üzere…
***
Deniz Arslan, is a Berlin based Turkish writer of short-stories and essays. He can be reached via e-mail, [email protected]
and Twitter, @rehavetten
DİĞER YAZILARI: