Skip to content
Menu

İlericiliğe bir şans versek mi?

peace-on-earth-hands

CEMAL TUNÇDEMİR

1 Eylül 2015

İnsan soyu toplu yaşamaya ilk başladığı yaklaşık 10 bin yıl öncesine kadar bir başka insanı ‘öldürmek’ yaşamın olağan bir parçasıydı. Avcı-toplayıcı insan için mıntıkasına giren tanımadığı her insan tehditti ve öldürmeye yeltenirdi. Her dört insandan üçünün yaşamı öldürülerek sona eriyordu.

İnsanın ‘evcilleşmesi’ sürecinde sulama sistemleri geliştirildi. Gıda üretimi başladı. Bunlar bir arada yaşamayı teşvik etti. Bir arada yaşamak mülkiyeti oluşturdu. Düzeni sağlamak için yönetimler gerekti. MÖ dördüncü milenyumda Sümer rahipleri çivi yazısını geliştirince insanın öyküsünün şekli de değişti.Kurallar vazedildi, yasal hiyerarşi teşekkül etti.

Nil Nehri deltası boyunca uzanan şehirlerin tamamında 2 milyon türdaşımız tek bir kralın hükümdarlığı altındaydı. Başkent Menfis’ten(Memphis) krallığını yöneten Menes ve halefleri, sanatta, mimaride, teknolojide atılım üstüne atılım gerçekleştirdi. Çin, Hindistan ve Amerika kıtasının, Mısır ile Mezopotamya’nın uygarlık düzeyine ulaşması için 1500 yıl daha geçmesi gerekecekti.

Sonraki iki milenyumda, dini metinlerde, edebiyatta, felsefede tam bir patlama yaşandı. Sokrates’in, Buda’nın, Konfiçyus’un, İşaya’nın, Zerdüşt’ün çağıydı bu…

Her teknik gelişme bir diğerine yol verdi. Yazı, matematiği geliştirdi. Hendese, çok daha kalabalık şekilde bir arada yaşamayı mümkün kıldı. Şehir devletlerin birbiriyle daha yoğun ticari ve askeri ilişkiye girmesi daha büyük idari yapılanmaların oluşmasına yol açtı.

Augustus’un hakimiyeti döneminde (M.Ö 27) Roma İmparatorluğu sınırları içinde 60 milyon civarında türdaşımız yaşıyordu. Sadece Roma şehrinin nüfusu 1 milyona ulaşmıştı. Oysa ki çok değil sadece 8 bin yıl önce birbirini öldürmeden en fazla 50 insan bir arada bulunabilirdi. Süre, tek bir insan ömrüne kıyasla uzun görünebilir ama insanlığın genel tarihinin uzunluğu düşünüldüğünde insanın değişiminin boyutu ve hızı muazzamdı.

Daha büyük ölçekli imparatorluklar, daha büyük ölçekli savaşlara yol açtı. Rakip güçler arasındaki çatışmalar yerine, organize savaşlar ve işgaller tarihin sahnesini devraldı. Sapandan nükleer silahlara kadar savaş gücü de uygarlığın gücü gibi katlanarak gelişti. Din ve imparatorluk savaşları 20’nci yüzyılda etnik, ulusal ve ideolojik savaşlara evrildi. Ama bütün bu binlerce yıllık süreçte insan, bir yandan da Yunan felsefesini, Roma hukukunu, Buda ve Konfüçyus’un manevi dinginliğini, tek tanrılı dinlerin moral ve hukuk perspektifini, bilimsel keşiflerin ufuk açıcılığını, Rönesansı ve aydınlanmanın hümanizmini, uluslararası uzay istasyonunu da deneyimledi.

Sadece bugünkü gazetelerde yer alan haberlere bakarsak çok da parlak bir yerde değiliz gibi bir duyguya kapılmamız çok olası. Ancak, farklı inançlardan, etnik kökenlerden, sosyal arka planlardan gelen milyonlarca insanın mega kentlerde barış içinde yaşamayı başarabilmesi gibi tablolara, yüzlerce ve hatta binlerce yıllık tarihi içine alacak bir perspektiften bakınca ‘enseyi karartmanın’ alemi olmadığını düşünebiliriz.

Televizyon koltuklarını, köşe başlarını, akademi kürsülerini tutmuş dar görüşlü ama ağzı kalabalık tartışmacılara, politikacılara kulak versek, ‘’Savaş dünyanın değişmez gerçeğidir. Nefret dünyanın değişmez gerçeğidir. İlerleme diye bir şey yoktur, savaşlar döngüsü vardır. Böyle gelmiş böyle gider. Entagrasyon diye bir şey söz konusu olamaz. X ulusundan cacık olmaz. Y dininden olanlar böyle gelmiş böyle gider. Z ırkından olandan kaç. Savaş ve nefret insanın fıtratında var’’ dediklerini duyacaksınız. Bu görüşe bakacak olursak, dünyanın geleceği için iyimser olmak mümkün değil. Teknolojik gelişme nedeniyle bir noktada çok daha yıkıcı savaşlar yaşayıp, insanlığı ve dünyamızı tüketeceğiz. Bu, tarihe ve bugüne ‘realizm’ adı altında son derece tutucu ve muhafazakar bir bakıştır.

Ancak daha büyük resme bakıp da insanın 10 bin yılda katettiği mesafenin büyüklüğünün, çok da uzak olmayan bir gelecek de bugünkünden çok daha barış içinde bir dünyanın mümkün olduğuna inananlar da var. İşte onlara da ‘ilericiler’ veya ‘ilerlemeciler’ deniyor. İngilizce’de ‘progressive’ deniyor ilericiliğe. ‘Gress’ kökü Latince’de ‘yürümek, adım atmak’ gibi anlamlara gelir. Başına ‘ileri’ , ‘öne doğru’ anlamındaki ‘pro’ öneki eklenerek elde edilen,  progress, sözcük anlamıyla ileriye yürümek demektir.

İlericilik, doğası gereği ‘optimist’ bir bakış açısıdır. Bugünkü insani, sosyal ve politik durumdan daha iyisi mümkündür. Oraya doğru ilerlemek de… Statükoculuk ve tutuculuk ise karamsardır. Onlara göre ‘ilericilik’ naiv bir bakış açısıdır. Muhafazakar bakış, kendisinin iyi niyetli olduğunu ama ‘ötekilerin’ asla değişmeyeceğini, düşmanlıktan asla vazgeçmeyeceklerini savunur. Determinist/kaderci bir bakışa sahiptir. Etnik, ulusal, kültürel savaşlar tarih boyunca olmuş ve bundan sonra da hep olacak, kaçınılmaz bir gerçeklik olarak görürler. En eskisi birkaç yüzyıllık olan devletleri, en eskisi 1-2 bin yıllık olan etnik kimliği, insanın doğal gerçekliği vehmederler. Uygarlıklar arası savaşın kaçınılmazlığına iman ederler. ‘İyilik ve kötülüğün mücadelesi’ konseptini bireyin kendi benliğinde moral bir mücadelenin boyutundan ziyade toplumsal, politik, coğrafi vs düzlemde düşünürler. Bu nedenle de tarihi, iyiliğin ve kötülüğün mücadelesinin değil de ‘biz mutlak iyi insanlar’ ile ‘o mutlak kötü insanlar’ arasındaki mücadelenin öyküsü olarak ‘zan’ ederler.

İşte bu gericiliğin günümüzde belki de en görkemli sahnesi dış politikadır. Tutucu ve realist dış politika anlayışları, tarihi ve jeopolitik çekişmelere dikkat çeker ve ilericiliği ülkeye tehdit görür. Gerçi realistler, 20’nci yüzyılda ‘uluslararası toplum’ diyerek kısmi bir gelişmeyi kabul etmiş görünüyorlar ama temel bakış açısı hala aynı. Küresel harmoni ve komşularla entegrasyonlar imkansızdır. Çünkü, tıpkı insanlar gibi toplumlar ve ülkeler de birbirinin kurdudur. Ülkeler, sürekli komşularına karşı kendini güvenliğini savunmak zorunda. Bu zorunlukluk komşunun da güvenlik konseptinin temelini oluşturmaktadır. Kısır döngü şudur: Ben seni tehdit görüyorum, çünkü sen de beni tehdit görüyorsun. Sen beni tehdit gördüğün sürece ben de seni tehdit göreceğim.

İlericilere göre bütün bu gerici bakışın temelinde tarihe ve insan doğasına çarpık bakış açısı vardır. Aslında insan psikolojisinin temelleri üzerine son araştırmalar da ilerici düşünceyi destekleyen veriler sunuyor. Bu araştırmalara göre insanın o çok ünlü fıtratı, doğuştan gelen hazır katı bir program değil, içine doğduğu ve geliştiği şartlara göre şekillenen uysal likid bir sistemdir. Çatışmacı ve barışçı karakter potansiyellerinin her ikisini de içinde barındırır bu doğa. Hangisinin gelişeceğinde belirleyici faktör bakış açısı ve içine doğulan büyünülen koşullardır. İşte ilericilik diyor ki, politik, sosyal, kültürel alanlardaki samimi, iyiniyetli, barışçı bir bakış, insan doğasının iyi yanının inkişaf etmesine zemin hazırlar. Bu da doğurgan bir döngü oluşturabilir.

Peki bu mümkün mü? İlericilere göre insanın tarihi macerası bunun mümkün olduğunun delili. Avcı-toplayıcı dönemden bugüne geldiğimiz noktaya dikkat çekerek, aslında ‘ilerici’ bir trend içinde olduğumuzu savunuyorlar. Harvard Üniversitesinin Pulitzer ödüllü psikoloji profesörü Steven Pinker’ın derlediği istatistiklerle yaptığı bazı tespitleri kayda değer. Pinker, insan soyunun belki de varolduğu günden beri en barışçıl günlerini yaşadığını savunuyor. Oransal olarak bakıldığında dünyada bugün geçmiştekinden çok daha az savaş olduğuna, ve yine oransal olarak bakıldığında her savaşta örneğin Ortaçağ’dakinden çok daha az insanın öldüğüne dikkat çekiyor. Üstelik, dev metropollerde büyük kalabalıklar halinde yaşamamıza rağmen kriminal suça dayalı insan öldürme oranında da çok büyük bir düşüş eğilimi var. Yine örneğin arazi anlaşmazlığını kanlı şekilde çözmek gazetelere haber olabilecek bir istisna iken bunu mahkemelere taşıyarak çözmek ‘normal’ olanı temsil ediyor artık. İnsanlığın büyük çoğunluğu için 100 yıl önce bile bunun tam tersi söz konusuydu. 10 bin yıl önce bir insan acıdan inlese, 20 metre çaplı bir daire içindekiler duyabilirdi acısını. Bugün bir ah çeksek, aynı saniyede dünyanın en ücra köşesindeki türdaşlarımızın bile duyacağı bir büyük aileyiz.

Türkiye’de ‘sağ-sol’ gibi ‘ilerici – gerici’ kavramları da evrensel anlamından ziyade, ülkedeki kültür savaşının taraflarına indirgenmiş dar bir anlamda kullanılıyor daha çok. Oysa ki ilericilik ve gericiliğin, yaşam tarzı, cinsel kimlik, etnik köken, inanç, kültür, dil, kıyafet gibi konularla ilgisi yoktur. Bütün bu kimliklere sahip insanlar içinde ilerici de var gerici de… Hangi amaçla olursa olsun, kendine benzemeyeni, devlet gücü veya her hangi bir şiddet ve sosyal baskı unsuru kullanarak zorla kendine benzetme, kendine itaat ettirme hedefine sahip olmak ‘gericilik’tir. Her kesimden, her yaşam tarzından, her inançtan, her renkten, her ırktan insanın bir arada, eşit fırsatlara sahip olarak, barış içinde yaşayabileceğine inanmak, herkesin temel haklara ve özgürce seçme hakkına sahip olduğunu kabul etmek, bunun mücadelesini vermek ilericiliktir. Yani, gerici yoktur, gericilik vardır. İlerici yoktur, ilericilik vardır

İlericilik, evrensel insan değerlerine, evrensel hukuka ve özgürlük politikalarına inanır; Gericilik ise ‘yerellik’ adı altında sosyal ve politik baskıya, devlet gücüne ve güvenlik politikalarına…

Barış, silahlı çatışma olmaması değil, bir ruh halidir. Yaşama, beşeri farklılıklara, diğer canlılara ve topyekün doğaya bakış şeklidir. Evrenin çok ıssız bir köşesinde, yüzeyinde, taş çatlasa 80-90 yıl geçirdiğimiz şu gezegende, barışa kendi ruhunda kalbinde bir şans vermemek, akıldan, izandan, 10 bin yıllık muazzam deneyimden çok büyük bir yoksunluktur.

Barışa ve ilericiliğe şans verecek sadece bir kuşak, belki de daha iyi bir dünyanın mümkün olacağını gösterecek. Oraya doğru ilerlemenin de…