Skip to content
Menu

Astronotların uzaydaki günlük yaşantısı nasıl? 

marsha-ivins
Bugüne kadar 5 kez uzaya giden astronot Marsha Ivins, 2001 Şubat ayında Atlantis uzay mekiğinin içinde.

CEMAL TUNÇDEMİR

14 Aralık 2015

‘’Sayın yolcularımız bizimle uçtuğunuz için teşekkür ederiz. Bir daha yerden 10 bin metre yukarıda saatte 900 kilometre hızla giden alüminyum bir tüpün içine girmeye karar verdiğinizde yine bekleriz.’’

Bir Amerikan havayolu şirketinin hostesi yolcu uçağı yere indikten hemen sonra yaptığı anonstaki bu sözlerinden dolayı işinden kovuldu. Gerekçe yolcuları korkutmaktı… Çünkü, her ne kadar hostesin dedikleri doğru da olsa çoğu insan için ürkütücü bir gerçek. Mekanik yollardan başarsak da henüz uçmaya adapte olan bir tür değiliz. Türümüzün tarihinde, yeri havadan gören ilk kuşağın bazı temsilcileri hala hayatta. Çok da kadim bir vaka değil uçmak.

Ancak yolcu uçağıyla uçarken bile ayağımız hala yerden tam anlamıyla kesilmiş olmuyor. Uçuyoruz ama hala yere bağlıyız. Yerçekimine tabiyiz. Camdan dışarı baktığımızda da uçsuz bucaksız bir düzlüğü görüyoruz. Bu yazıyı okuyanların çoğunun yaşadığı bir deneyim. Peki ya düzlüğü değil de Yerküreyi göreceğimiz mesafeye çıkarak uçmak nasıl bir duygu yaşatır? Yerden ayağımızın her anlamda koptuğu mesafeye çıkınca ne hissederiz? İnsanlık tarihi boyunca bu deneyimi yaşayan sadece 532 insan oldu. Onlara astronot diyoruz. ‘Astronot’ eski Yunanca sözcüklerden üretilmiş bir bileşik isim ve sözcük anlamı olarak ‘yıldız gemicisi’ demek. Ruslar ‘kozmonot‘, Çinliler ‘taykonot‘ ve Hintliler  ‘vyomanot’ şeklinde kendi versiyonlarını ürettiler.

2013 yılı yazı itibarı ile 40 ülkeden 532 insan, yerden 100 kilometre ve daha fazla uzaklığa ulaşarak Yer’e o yükseklikten bakma ayrıcalığı yaşayabildi.

Peki astronotların, yerçekimsiz o ortama ulaşıp aşağıya (veya geriye) baktıklarında ilk hissetikleri ne oluyor? Astronot Marsha Ivins anlatıyor:

Dünyaya bakıyorsunuz ve artık Dünya üzerinde olmadığınızın farkına varıyorsunuz. Nefes kesici. Sürreal. ‘Artık Kansas’ta değiliz Toto’ gibi bir his (Oz Büyücüsü’ne atıfta bulunuyor- CT).’’

NASA’nın 5 ayrı görev uçuşu kapsamında uzayda toplam 55 gün geçiren Ivins, gazeteci Caitlin Roper ile söyleşisinde, ilk duyulduğunda şaşırtıcı bir gerçeği de açıklıyor. Uzayda yaşamak öyle her an ayrı bir heyecan yaşatan bir keyif değil:

‘’Bu sürede öğrendim ki, orada olmak sadece nefes kesici anlardan oluşmuyor. Kendinden geçirecek derecede büyülü anlar ile çok şiddetli derecede monoton ve sıkıcı anların bir karışımı. Gürültülü ve kalabalık bir ortam oluşabiliyor ve zaman zaman çok rahatsız edici bir hal de alıyor. Günümüzde yapılan şekliyle uzay yolculuğu çok cazip bir yolculuk değil. Ama manzarasına diyecek yok.’’

Yolculuğun başına dönelim. Yakıtı binlerce tonluk patlayıcı madde olan bir roketin tepesinde yer yüzüne paralel şekilde sırt üstü, fırlatılışı bekleyen herkesin heyecan ve endişe karışımı bir duygu yoğunluğu içinde olacağını tahmin etmek zor değil. Peki geri sayımı beklerken ne yapıyorlar? Bir başka şaşırtıcı yanıt daha: Nerdeyse hiçbir şey. Mekiğin içinde fırlatılış anını bekledikleri yaklaşık iki saat boyunca pek fazla birşey yapmıyorlar. Meğer çoğu astronot bu sürede şekerleme yaparmış. ”Siz adeta bir patates çuvalı içinde bağlı otururken, sistem, fırlatılış öncesi binlerce kontrolden geçmektedir. Şekerleme yaparken ara sıra uyanıp, ‘anlaşıldı’, ‘açık ve çalışıyor’ gibi yanıtlar verip geri uyursunuz. Ve nihayet beklenen geri sayım başlar” diye anlatıyor Ivins.

‘’Fırlatılış anı ise o bekleme anından çok farklıdır. Rampadan dünyanın yörüngesine kadar çıkacağınız o 8.5 dakikada sürekli hızınız artar ve nihayet yörüngede saatte 30 bin kilometre hıza ulaşırsınız. Bak işte buna yolculuk denir.’’

Yörüngede, yani sıfır yerçekimli ortama ulaşıldığında ilk başta olumlu ve keyifli yönleri keşfedilir. Yerçekimi olmadığı için vücut içindeki sıvılar kafaya doğru hareket eder. Yüzünüzü en başarılı estetik ameliyatçının beceremeyeği kadar güzel gerdirir. Karın bölgesi dümdüz olur. Ve daha uzun boylu hissedersiniz. ”Çünkü 3-5 santim uzarsınız. Ben ilk seferinde ‘harika, daha uzun boyluyum’ diye düşündüm. Ama mürettebatın hepsi de daha uzundu’’.

”Ve çok geçmeden yerçekiminin dezavantajlarını da yaşamaya başlarsanız. Kuzeye yani kafaya doğru hareket eden vücut sıvıları başağrısı yapmaya başlar. Beden bu durumu aşmak için ilk birkaç gün içinde yaklaşık 1 litre sıvıyı dışarı atar. Yani adeta başınızdan işersiniz. Birçok kişi bulantı yaşar. Kendini iyi hissetmenin yolu ‘yukarı-aşağı’ konseptinden beyninizi kurtarmak. Görüş sisteminizi, kafam ne taraftaysa orası ‘yukarı’ ve ayaklarım neredeyse orası ‘aşağı’ algılayacak hale getirmeye çalışırsınız. Bunu yapabildiğiniz zaman ve gitmek istediğiniz yere kafanızı en azından kulak memenizi bedeninizin geri kalanından önce götürmeyi başardığınızda sıfır çekimli ortama uyumlu hale gelmiş olursunuz. Her uzay seferinde bedeniniz uzayda olmanın ne demek olduğunu hatırlayacağı için bu uyum süresi daha kısalıyor. Ancak midenizin bütün bu olan bitene alışıp, ‘öğleye ne yiyoruz?’ diye sorması birkaç gün sürüyor.”

Marsha Ivins, beş uzay seferinde de fazla yemek yiyemediğini anlatıyor. Dünyadayken de çok iştahlı biri değilmiş ama sıfır yerçekimi ve vücut içinde kitlesel şekilde göç eden sıvılar uzayda ‘lezzet’leri bir başka hale getiriyormuş. Acıkınca yerim diye epey miktarda çikolata götürmüş uzaya. Bir tanesini yiyince büyük hayalkırıklığı yaşamış. Mum yiyormuş hissine kapılmış. ”Ama olsun, sonunda bu bir gurme seyahati değil, uzay yolculuğu.

Ne mekikte ne de Uluslararası Uzay İstasyonunda yemek yapmak diye bir olay yok. Uzay yemeği, önceden pişirilerek dondurulmuş veya vakum paketlenmiş yiyeceklerden oluşuyor. Yemek lezzetlerini almaktaki zorluktan dolayı astronotların favori yemekleri aşırı baharatlı yemekler oluyormuş. Yemeğinizi açtıktan sonra fırında biraz ısıtıyorsunuz veya paketini açtıktan sonra asker kumanyası gibi yemeye hazır olmuş oluyor. Bu arada yemekler sıkı sıkıya bağlanmış halde yeniyor. Yoksa yerçekimsizlikten dolayı tabağınızdaki yemeğin mekik içinde dolaşmaya çıkması ve kirletmekten öte tehlike de yaratması olası. Bu nedenle çorbalar ve sıvı içeceklerin ağzı her zaman kapalıdır ve sadece pipetle içilebilirler. Kuru yemekleri ise, mıknatıslı tabaklarında bıçak ve çatalla yenebilir.

Buzdolabı olmadığı için taze yiyecek diye bir şey de yok. Giderken yanlarına aldıkları, elma, portakal gibi taze yiyecekleri, uçuşun ilk günlerinde yiyip tüketiyorlar.

Uzay yaşamındaki en ilginç deneyimlerden biri ise, yer yüzündeki en olağan deneyim: Uyku. Astronot Ivins nasıl uyuduklarını anlatınca, ‘işte uzay bu!’ duygusuna kapılıyoruz:

‘’Mekikte, uyku tulumunuzu, mekiğin zeminine, duvarına, tavanına nereye isterseniz oraya bağlıyor ve içine girip uyuyorsunuz. Kamp yatağı gibi. Ancak yatağın kolları var. Kollarınızı içinden geçiriyorsunuz, dışarıdan yatağın fermuarını çekiyorsunuz. Cırt cırtları da sıkıca bağlayarak kendinizi iyice sarılmış hissediyorsunuz. Sonra kafanızı, bir köpük yastığa yine cırt cırtlı kemerle bağlıyorsunuz. Bu da boynunuzu rahatlatıyor. Kollarınızı yatağın içine sokmazsanız, yavaş yavaş havalanır. Bazen sabahları uyandığınızda bir kolun kafanızın önünde uçtuğunu görürsünüz. ‘Whoa! Bu da ne?’ diye şaşırırsınız. Ta ki kendi kolunuz olduğunu anlayana kadar…’’

Marsha Ivins, çoğu uçuşunda mekiğin orta güverte kısmında yer alan ‘airlock’ denilen hava bölümünde uyumuş. Mekik dışı aktivite (EVA) zamanları dışında pek kullanılmayan bir bölüm olduğu için biraz da özel yatak odası gibi görüyormuş orayı. Tek olumsuz yanı ise, mekiğin güvertesindeki en soğuk bölme olması. Nerdeyse sıfır derece. Dört kat giyiniyormuş ve kollarını da uyku tulumunun içine sokuyormuş. Çoğu zaman da yemek paketini ısıtıp onu da tulumun içine atarak kendini ısıtıyormuş. Ancak son seferindeki son iki akşamında, uyku tulumunu uçuş güvertesinde ön cama bağlayarak uyumuş. Neden? Uyandığında, dünyalar onun olsun diye… Gözlerini açtığında karşısında Dünya, sadece onun için öylece duruyormuş.

Astronotların, 24 saatte 16 kez güneşin doğduğu bir ortamda sürekli ‘jet lag’ yaşamaması için yatış ve kalkış saatleri önceden belirleniyor ve suni gece-gündüz zamanı yaratılıyor. ‘Sabahları’ alarmla uyanıyorlar. Birçok astronot, çocukken yaşadığımıza benzer, ‘yerçekimsiz ortam’ rüyası görürmüş. Bu arada uyku tulumunuzu bağlayacağınız yerin havalandırma fanlarına yakın olması da önemli. Çünkü hava yayılmadığı için sabahları kendi ağzından çıkan karbondioksit taneciklerinin içine uyanmak olası. Bu da oksijen açlığına neden oluyor. Başağrısı ile uyanmaya da neden olabilir. Yine uyku tulumunuzu bir yere bağlamadan uyursanız, vakumları nedeniyle sabah kendinizi havalandırma panellerine yapışık şekilde bulmanız da kaçınılmaz. Bu vantilatörler astronotların uykusunun en büyük düşmanı aynı zamanda. Bazı astronotların, mekikte uyumayı, dev bir elektrikli süpürgenin içinde uyumaya benzetmesi bundan. Ancak, tıpkı demiryolu yakınlarına taşınanların bir süre sonra tren gürültüsüne alışması gibi çoğu astronot da bir süre sonra bu vantilatör gürültüsünde mışıl mışıl uyumaya alışıyor.

Bu arada mekikte çamaşır makinesi de yokmuş. Bu nedenle her elbiselerini üç gün giyip sonra çöpe ayırıyorlar. Ayrıca uzayda duş da yok. Islak mendille temizleniyorlar. Her bir astronot bir günde 0.9 kilogram sıvı oksijene denk gelecek kadar oksijen tüketiyor. Bu 3.5 metreküplük alanı doldurmaya yetecek bir oksijen. Ve her astronot günde 2.7 kilogram su içiyor. Mekiklerin aksine Uluslararası Uzay İstasyonu mümkün olduğunca geri dönüşüm yapabilecek şekilde dizayn edilmiş. İdrardan veya havadaki nemden elde edilen sıvılar arıtılarak ya yeniden suya dönüştürülüyor veya elektrolize edilerek taze oksijen üretiliyor. Katı dışkının yeniden dönüşümü mümkün değil. Bu yüzden de özel olarak sıkıştırıp yere gönderilecek şekilde depolanıyor. Uzay tuvaletinde su bulunmuyor. Astronotlar klozete çok iyi yerleşip kemerlerini bağlıyor. Ve alttaki kapak açılarak vakumla dışkıyı kendine çekiyor. Birçok astronotun alışması günler sürüyormuş. Başlangıçta, vakum sanki bağırsaklarını ve iç organlarını da çekiyormuş endişesi yaşatıyormuş.

Dünya dertlerinden uzakta…

Beş kez uzay yolculuğuna çıkınca, aslında uzayda ne kadar rahatladığını da farketmiş Marsha Ivins. Yeni astronotlar, bazıları saatler bazıları ise günler süren planlanmış işlerini bir an önce tamamlamak için yoğun bir telaş içinde olurmuş. Bu telaşı bölen tek şey Güneşin doğuşunu seyretmek. Biz Yerdekiler gibi günde bir kez yaşadıkları bir deneyim değil. Yörüngede her 24 saatte 16 kez Güneşin doğuşuna tanık oluyorlarmış. Mekik uçuşları yoğun bir çalışma temposu da demek. Günlük yapılması gereken işlerin yanı sıra, Mekik dışı faaliyetler, robotik operasyonlar… Oldukça zor, stresli ve bir şekilde korkutucu işler. Çünkü en ufak hatanızı aşağıda bütün dünya seyrediyor. Peki rahatlatıcı tarafı ne? Dünyadayken ulaşılabilir bir konumdasınız. Ama uzayda kimsenin size ulaşamayacağı bir yerdesiniz. Yer ile iletişiminiz ve e-mailleriniz var ama Yer’de kafanızı meşgul eden, ‘faturayı ödedim mi?’, ‘köpeği yürüyüşe çıkardım mı?’ vb dünya işlerinin hiçbiri yok… Dünyanın bütün dertleri atmosferin içinde kalıyor. Dünyadan tamamen özgürleşiyorsunuz. Gerçi, ‘Yer’e iner inmez hepsi geri geliyor. ”Mekiğimiz iner inmez beynim bir anda yapılacak işler listesi ile doluyor.” diyor Ivins…

Yere geri dönen astronotu bekleyen tek başağrısı dünya işleri değil. Geri dönüşleri onlar için sorunlu yapan başka bir şey daha var:

‘’Uzayda hiç hastalanmadım. Ama yeryüzüne dönüşlerimin hiçbirinde de harika hissetmedim. Bizi Yerde dengede tutan içkulağımız, uzaydaki zamanımız boyunca kendini kapatıyor. Yere indiğimizde yerçekimini hissetmeye başlıyor ve inanılmaz derecede duyarlı hale geliyor. Dengenizi kaybediyorsunuz. Başımı yana çevirdiğimde düşüyordum. Yerçekiminde nasıl hareket edeceğinizi yeniden hatırlamanız gerekiyor. Haftalardır kullanmadığınız kaslarınız, oturmak, yürümek, birşeyleri tutmak gibi Dünyalık işlerde size yardımcı olmak için yeniden canlanmaya çalışır. Dünya ayaklarınızı geri kazanmanız günler bazen haftalar sürebilir.”

Marsha Ivins, geçtiğimiz yıllarda emekli oldu. 1981’de başlayan ve yaklaşık 30 yıl süren mekik programı da sona erdi.  Mekikler müzelere kaldırıldı. Ama uzay trafiği de yaşamı da devam ediyor. 15 yıldır uzayda kesintisiz insan yaşamı var. Dünyadaki her canlının kendine güç veren bir silahı var. İnsanın doğadaki en büyük gücü ise adaptasyon yeteneği. Uluslararası Uzay İstasyonunda, yeni bir yaşam biçimine adapte oluyor türümüz. Evden uzakta, yerçekimsiz ortamda yaşamaya alışıyoruz.

Uluslararası Uzay İstayonu’nda görevli biri Rus, biri Amerikalı ve biri Japon üç astronot daha görevlerini tamamlayıp geçen hafta içinde dünyaya geri döndüler. Kapsülleri, Kazakistan steplerine paraşütle başarılı şekilde indi. Üçlü 141 gündür istasyondaydı. Uluslararası Uzay İstasyonu 1998’den beri Dünyanın yörüngesinde saatte 28 bin kilometre hızla dönüyor. Türümüzün evren bekçisi. Uzaklara göz dikmiş merakımızın rampası… Ne Ukrayna ne de Suriye krizi, Amerika ve Rusya’nın buradaki işbirliğini olumsuz etkilemedi. Bütün politikaların, bütün stratejilerin, küçük ve anlamsız kaldığı bir yüksekliğe, bir ufka sahip burası. 15 Aralık Salı günü Baykonur Uzay üssünden üç astronot Uluslararası Uzay İstasyonunda nöbeti devralmaya gidecek. Halen istasyonda bulunan Amerikalı astronotlar Scott Kelly ile Rus kozmonotlar Sergei Volkov ve Mikhail Kornienko, Salı günü gelecek biri İngiliz, biri Amerikalı ve biri Rus üç yeni astronotu bekliyor. Bu arada yeni arkadaşlarını beklerken onlar da dünyadaki heyecana katıldılar. 17 Aralık’ta gösterime girecek Yıldız Savaşları filmini selamlamak için ışın kılıçlarıyla verdikleri pozları paylaştılar.

Öte yandan NASA bugünden (14 Aralık 2015) itibaren Şubat ayına kadar astronot olmak isteyenlerin başvurusunu kabul edecek. Başvuruları kabul edilenler, Ay’a ve belki de Mars’a yolculuk amaçlı yeni NASA astronot sınıfını oluşturacak.

Dünyada, Atılgan’ın veya Uluslararası Uzay İstasyonunun maketleri, Hubble’ın çektiği resimleri görerek büyüyen bir kuşak da var; Hapishane maketleri ve diktatörlerin resimleri ile büyüyen bir kuşak da… Bu varoluş boşluğunda ikisi de ilerlemedir ama zıt yönlerde. Aklını gidişatın hangi doğrultusuna cırt cırtladığına bağlı olarak her insan için değişiyor yukarısı aşağısı…

Peki, Marsha Ivins, binlerce ton patlayıcı yakıtı ile korkunç bir gürültüyle ‘Yer’den binlerce kilometre hızla uzaklaşan bir alüminyum tüpe yeniden tıkılıp ‘oralara’ gitmek ister mi?
‘’Çok zor bir iş. Çok ürkütücü bir iş. Çok inanılmaz bir iş. Ama evet, bir saniye bile düşünmem yine giderim.’’