Skip to content
Menu

Sonu belli bir öykü

CEMAL TUNÇDEMİR
14 Şubat 2017

Sahnemizi kurduğumuz bu şirin Verona’da

Asalette birbirine denk iki aile,

Kadim düşmanlıklarının yeni bir kavgasında,

Hemşehri elleri hemşehri kanına bulanır burada,

İşte bu iki hasım ailenin ölümcül soyundan

Birbirine aşık iki bedbaht genç hayatlarına son verir

Bu iki aşığın hazin yazgılarıyla ölümleri

Gömer toprağa ailelerinin kinini. (Romeo ve Juliet)

 Shakespeare, dünyaca ünlü oyununda, öykünün ne olduğunu ve nasıl biteceğini daha girişindeki bu ilk sekiz satırda okuyucuya anlatır. Oyunun sonraki iki saatlik kısmı ise detayların anlatıldığı ‘gerçek öykü’dür. Öykünün kendisinden çok ‘nasıl biteceğinden’ heyecan duyan ‘spoiler alert’ kültürün egemenliğindeki günümüz dünyasına ait bir anlatım değil Shakespeare’inki….

Columbia Üniversitesinde felsefe doktorası yapan Sri Lankalı Anuk Arudpragasam’ın, ilk romanı ‘Kısa Bir Evliliğin Öyküsü’ de bu yönüyle Shakespearevari bir tarza sahip. Sonunu merak edenler, daha kitabın kapağını bile açmadan adından anlayabilir; Bu roman bir evliliği anlatıyor ve bu evlilik çok kısa sürecek.

Bu kısa, ama bir felsefecinin kaleminden çıktığı için yoğun romanın sayfaları arasında kaybolmaya başlayınca aslında bir evlilik öyküsünden çok daha fazlasına tanıklık ediyoruz. Okuyucusuna, belki de saatler içinde ölümün onu bedeninden ayıracağı gerçeğine uyanmış bir insanın, bedenini ilk kez dikkatle gözlemlemeye başlaması ile ruhunun yeniden şekillenmesine tanıklık şansı veriyor. Anuk Arudpragasam bunun için sahnesini, doğup büyüdüğü Sri Lanka adasına, Tamil gerillaları ile hükümet güçleri arasında 100 bin kişiyi öldüren 30 yıllık savaşın 2009 sonunda başlayan en kanlı ve son aşamasına kuruyor. Roman, ne bu savaşı egzotize ediyor, ne maceracı ruhlara çekici hale getiriyor ne de bu kirli savaşın politikasını tarihini tartışıyor. Bütün dikkatimizi, parçası olmayı reddettiği bu savaşın ortasında kalan genç Dinesh’in bedenine ve ruhuna çekiyor.

Romanın yazılma hikayesi, Arudpragasam’ın ‘No Fire Zone’ adlı belgeseli izlemesiyle başlamış. Yaklaşık 7 yıl önce korkunç yaralar açarak ‘bitirildiği varsayılan’ savaşı estetize eden profesyonel fotoğrafçıların ve kameramanların çektikleri değil, bizzat yaşayanların cep telefonları ile çektikleri anlık amatör görüntülerden çok etkileniyor yazar. Adanın güneyindeki başkent Colombo’da ayrıcalıklı bir Tamil ailenin çocuğu olarak doğup büyüyen Arudpragasam, hayatında ilk kez adanın onlarca yıl çatışma yaşanan Tamil çoğunluklu kuzey bölgesini ziyaret etmeye karar veriyor. Hala savaşın izlerini enkazlarını barındıran Tamil şehri Vanni’yi sık sık ziyaret ediyor ve oradaki tek psikiyatrist ile ahbap oluyor. 4 yıl boyunca onun anlattıklarını dinliyor. Seanslarını izliyor. Savaşı yaşayanların öykülerine kulak veriyor. Ve ortaya, beden ile ruhun ilişkisini irdeleyen bu çarpıcı roman çıkıyor.

Bugün artık hem Sri Lanka’nın yeni yönetiminin hem de BM ve uluslararası kurumların savaş suçu ve insanlığa karşı suç soruşturmalarına konu olan kanlı ve kirli final savaşında bölgedeki sivil insanların çoğu ya öldü ya da fiziksel veya ruhsal olarak bir daha asla savaştan önceki normalliklerine dönemeyecek yabancı bir kişiye dönüştüler. Romanın başından itibaren öykünün bir gizemi, bir kurgusu olmamasının nedeni bu. Okuyucuya sanki bu korkunç sondan çıkışın bir yolu olabilir algısı yaratmanın dürüstçe olmayacağını söylüyor Arudpragasam. Çünkü sonu belli bir öykü bu.

Ve daha açılış cümleleri ile bizi acıtan gerçeğin içine alıyor roman:

‘’Birçok çocuğun iki tam kolu ve iki tam bacağı olur. Ancak Dinesh’in kucağında taşıdığı bu altı yaşındaki çocuk daha önce sağ bacağını kaybetmiş, şimdi ise sağ kolunu kaybetmek üzere. Bir şarapnel, elini ve kolunu yumuşak şekilsiz bir kütleye dönüştürmüş, bazı parçalarını sağa sola saçmış. Üç parmağı toptan kopmuş durumda. Parmakların nerede olduklarını kimse bilmiyor. İşaret ve baş parmağı ise nerdeyse kopacakmış gibi salınıyor.’’

Dinesh, henüz hükümet kontrolündeki bölgeye geçmemiş birkaç doktordan birinin gelip, çocuğun bedeni kurtulabilsin diye kolunu kesmesi için bir yere yatırır. Ve çocuğun artık kabuk bağlamış diğer kesik bacağını incelemeye başlar. Çocuğun kız kardeşinden buna dört ay önce bir mayının neden olduğunu öğreniyoruz. Anne ve babalarını da öldüren mayının…

Romanın, her okuyanı zorlayan ilk 5-6 sayfası, işte bu çocuğun bedenin bir diğer parçasının, savaş bölgesinde bulunamadığı için anestezi kullanılmadan kesilmesini detaylandırıyor. Bu anlatımla, savaşlara ‘dini, milli, ideolojik’ hamasetle sürüklenmemizin, bir anastezik fonksiyondan başka bir şey olmadığı gerçeği ile yüzleşiyoruz. Anestezinin etkisi geçip de uyandığımızda artık bir ‘bütün’ olmadığımızın, bir parçamızı kaybettiğimizin farkına varabiliyoruz.

Sri Lanka ordusunun toptan imha hareketinin adanın kuzeyindeki sahillere doğru sürdüğü sivillerin sığındığı bir kamp burası. Roman bize bu korkunç ortamı, Dinesh’in bedeninin penceresinden yaklaşık 24 saat gözlemleme imkanı sunuyor. Zamanın ritmi saatin tik takları ile değil düzenli olarak yağan top mermilerinin sesi ile akıyor. O bombalardan bir tanesinin bulunduğunuz yerin üstüne düşmesi ve öykünüzü tamamen bitirmesi veya ruhunuzun ve bedeninizin bir kısmını sizden alarak sizi bir daha tamir edilemez bir enkaza dönüştürmesi sadece an meselesi. Kısa sessizlikleri yaralı bir insanın bağırışları veya hıçkıra hıçkıra ağlayışı kesiyor. Romanın kahramanı Dinesh de bütün varlığı ile çok kısa sürede öleceği hissine kendisini bırakmış, adeta uyuşmuş bir halde… Ve belki de dakikalar içinde bedeninden ayrılacağı duygusunu derinden hisseden bir kişi olarak her bedensel aktiviteyi ayinsel yaşamaya başlıyor. Dışkısını toprağa gömüyor örneğin… Uyumak, yemek yemek, yıkanmak, konuşmak gibi fiziki varoluşumuzun temel elementleri gerçek anlamlarını kazanmaya başlıyor. Zaman zaman iğrendirse de şiirsel bedensel aktivite tasvirleri, etrafındaki dünya yıkılırken bile ‘insan’ kalmanın anlamını bulabilme kapasitesine sahip bir tür olduğumuzu gösteriyor.

Derken, tıpkı onun gibi bu şartlardan sağ çıkamayacaklarını fark etmiş bir ihtiyar ona yanaşıyor. İhtiyarın tek derdi ise genç kızı Ganga’nın akıbeti. Dinesh’e kızıyla evlenmesini öneriyor. Belki de, Tamil gerillalarının evli bir çifti zorla savaşmaya götürmeyeceği, hükümet güçlerinin ise evli bir çifte karşı daha merhametli olabilecekleri düşüncesiyle… Dinesh, kendisiyle bu çaresiz babanın yaşam şansının eşitliğine bakarak şaşırıyor önce bu teklife. Ama nedense o da, Ganga da hiçbir heyecan duymadıkları halde bu öneriyi kabul ediyorlar. Ve oracıkta evleniyorlar. İkisi de yaşadıklarından dolayı kendi kendilerine bile yabancılaşmış halde. Birbirlerine geçmişlerinden bahsedemiyorlar. Hakkında rahatlıkla konuşabilecekleri bir gelecek de söz konusu değil. Birlikte ‘an be an’ bir evlilik yaşamaya başlıyorlar.

Evlenmek’ Türkçedeki sözcük anlamıyla ve birçok çift için gerekçesiyle, bir ev veya bir düzen kurmak. Bu bilinçaltı algısıyla evlilik kurumunu da temel olarak barınma ve beslenme imkanı ile güvenlik hissi veren bir yuvaya indirgiyoruz. Arudpragasam’ın romanı ise evliliğin bütün bu konforel anlamını bir kenara itiyor ve iki insan arasındaki pür ruhsal ve bedensel iletişime dönüştürüyor. Yaşadığı gerçeklerin bütün canlılığını uyuşturduğu Dinesh bu iletişimle birlikte yeniden canlılığını hissetmeye başlıyor. Sadece kendi bedenini değil, yeni eşinin bedensel hareketlerini de oldukça detaylı şekilde gözlemlemeye başlıyor. Tamil gerillalarının onları zorla savaşçı yapması, hükümet güçlerinin onları öldürmesi, tecavüz veya yaralanma ihtimallerinin her birinin her an için mümkün olduğu saatlerde insan-insan ilişkisinin umut veren gerçeği ve güzelliği yakalıyor bizi. İki mütevazı ve utangaç insan bu ilişkiye nasıl başlayacaklarını bilmiyorlar. Yürüyüş öneriyor Dinesh, kabul ediyor Ganga… Sessiz bir yürüyüş gerçekleştiriyorlar. Ona yemek yapıyor Ganga… Pilavdaki pirinç tanelerini tek tek hissedeceği bir iştahla yiyor Dinesh. Bir ilişkide, bir evlilikte bir günün sadece birkaç saatinde bile aslında ne kadar fazla fiziksel aktivite, jest, mimik iletişimi olduğunu fark etmeye başlıyoruz. Ve elbette ilk kez beraber olmanın vakti geliyor. İki insanın tek bir bedene, tek bir varlığa dönüşmesinin zevkine de varıyorlar… İki kültür arasındaki mesafe iki insan arasındaki mesafe gibi. Ötekini tanımaya çalışmak, yaşamı bir ölüm kalım mücadelesi olmaktan çıkarıp bir sevme eylemine dönüştüren şey. Dinesh ve Ganga’nın yaptığı gibi…

Onlarca yıl süren pis bir savaşın son günlerinden birinde, birkaç saate sığan kısa bir evliliğin öyküsü bu… Bu öyküyü anlatan felsefeci, doğruları sadece cümlelerde aramayı, gerçekleri soğuk kelimelerle anlama çabasını bıraktığını söylüyor bir röportajında. Bizi insan yapan birçok şey anlarımızda, deneyimlerimizde gizli. Sözcüklerle değil hal ile anlayabiliyoruz bir çok şeyi. Ama alışkanlık ve günlük hayat otomatiği bizi ‘canlı’ yapan çoğu günlük fonksiyonumuzu farkında bile olmadan otomatik şekilde yapmamıza neden oluyor. Bu farkındasızlık da bizi bir tür robota dönüştürüyor. Kendi ‘canlılığının’ farkında olmayan bir robot da bir başka ‘canlılığa’ hiçbir değer vermiyor. Programlandığı siyasi, dini, ideolojik gerekçeyle kolayca ötekini öldürebiliyor. Propagandanın şeytanlaştırdığı kişilerin öldürülmesine, ezilmesine, zulm edilmesine seyirci kalabiliyor.

Ve yine bu öykü bize anımsatıyor ki insanı insan yapan en önemli şey olan vicdanın penceresi aslında çok küçüktür. Bu sebeple vicdan sanıldığı gibi bütüne değil parçaya bakar. Tek bir insanın, tek bir hayvanın, tek bir ağacın varlığına yaşamına duyarlılığı olmayan bir toplumun, insanlığa, ormana, doğaya ve tüm yaşama da duyarlılığı olamaz. Tek bir kişinin haklarına, yaşamına, varlığına, kişiliğine değer vermeyen toplumlarda yüzlerce binlerce kişinin yaşamının da, varlığının da, kişiliklerinin de, haklarının da hiçbir değeri olmaz. Bir toplum, sadece bir tek kişiye yapılan bir haksızlığı önemsemeyip sessiz kaldığında kitlesel şekilde maruz kalacağı bir zalimliğe muazzam bir adım atmış olur. Bir kez başladı mı zulmedenler de dahil toplumun hiçbir ferdinin kendisini kurtaramayacağı zulüm sarmalına, düşmanımız bile olsa tek bir kişiye haksızlığı önemsemediğimiz gün onay vermiş oluyoruz.

Bir tür intihardır bu. Çünkü üyelerinin çoğunun vicdan pencereleri, propaganda dumanlarıyla perdelenmiş bir toplum için öykünün korkunç sonu başından bellidir. Sadece ahmaklar ve cahiller farklı bir son bekler.
Cemal Tunçdemir‘i Twitter’dan takip edebilirsiniz.