İki Amerika’nın siyasi savaşının tarihine bir yolculuk
CEMAL TUNÇDEMİR
7 Ekim 2024
ABD, dört hafta sonra, 235 yıllık tarihinde 60. kez başkan seçmek için sandığa gidecek. Bütün dünyayı ilgilendiren bu önemli seçim, Demokratik Parti ve Cumhuriyetçi Parti arasında büyük bir politik savaşa sahne oluyor.
İki partiye göre de bu aslında Amerikan Cumhuriyetinin ölüm-kalım seçimi. Demokratlar Trump’ın seçilmesi, Cumhuriyetçiler ise Harris’in seçilmesi halinde ABD’nin sonunun geleceği iddiasında. Seçim kampanyalarına, somut politik programlardan çok adaylar hakkında aşağılamalar, karalamalar, bel altı vuruşlar, iftiralar ile komplo teorileri egemen. Bu gergin manzara, bu kutuplaşma görüntüsü ABD’nin daha önce böylesi bir siyasi kopuş yaşamadığı yorumlarına da zemin oluyor.
Tarihçiler ise en azından siyasi kutuplaşma ve seçim gerginliğinde bir ilke tanık olduğumuz görüşüne fazla prim vermiyor. ABD başkanlık seçim tarihine yüzeysel bir yolculuk, sadece bu iki partinin yelkenlerini şişiren motivasyonları anlamamıza değil, bir defasında iç savaşa bile yol açan bu tür seçim kutuplaşmalarının da aslında bir yönüyle Amerikan siyasi geleneği olduğunu görmemize de yardımcı olur.
Başkanlık seçim tarihinde net olan tek şey, ABD’nin sadece ilk iki başkanlık seçiminin siyasi kavgaya neden olmadığı. Çünkü George Washington’un rakibi yoktu.
Rakipsizlik korkudan değildi tabii ki.
Washington, bazı kararları ve imzaları nedeniyle, gazetelerde ve Kongre’de çok sert şekilde eleştirilebiliyordu. Aşağılayıcı karikatürleri yayınlanıyordu. Bununla beraber en sert eleştirenler de dahil herkes, birinci başkanın cumhuriyetçiliği ve başkanlığı kişisel emellerine, kariyerine, gücüne araç kılmayacağı konularında hemfikirdi.
Nitekim Washington, kimsenin elinden alamayacağı iktidarını, ikinci döneminin son yılında o çağ için benzeri görülmemiş bir kişisel karar ile gönüllü şekilde bırakacaktı. Emekli olup sıradan vatandaş olarak çiftliğine dönmek istiyordu. Sekiz yıl başkanlık oldukça uzun bir süreydi.
Washington’un en büyük korkusu, başkanlığı sürerken ölürse, cumhuriyetin başkanlarının, tıpkı saltanatlardaki gibi ölünceye kadar görevde kalması geleneği başlatmasıydı. Bir gün iktidar süresini tamamlayıp yeniden sivil vatandaşlığa döneceğini düşünmeyen her devlet başkanı cumhuriyete açık tehdit oluştururdu.
Birinci Başkan bu endişe ile cumhuriyetin ruhuna uygun bir geleneğin, ABD Başkanlarının en fazla iki dönem (toplam 8 yıl) başkanlık yapması geleneğini de başlattı.
Hakkını verelim, sonraki Amerikan başkanları Birinci Başkanın bu teamülüne sıkı sıkıya sadık kaldı. Washington’dan sonra 150 yıl boyunca tek bir Amerikan başkanı bile birinci başkanın başlattığı bu siyasi geleneğin dışına çıkmayacak ve önlerinde hiçbir anayasal ve yasal engel olmamasına rağmen üçüncü kez başkanlığa aday olmayacaktı. İkinci Dünya Savaşının başlaması bahanesiyle 1940 yılında Başkan F.D. Roosevelt’in (FDR) emekli olmayıp üçüncü kez aday olup seçilmesi (savaşın devam ettiği 1944’te 4. kez aday olup yine seçilecekti) Amerikan tarihinde bu teamülün ilk ve son istisnasıdır. FDR’ın 1945’te ölmesinden sonra, Başkan Washington’un geleneğinin bir daha savaş da dahil hiçbir bahaneyle ihlal edilmemesinde mutabık olan Cumhuriyetçiler ve Demokratlar, 1947 yılında Anayasa’ya 22. ek maddeyi (22nd Amendment) ekleyerek “en fazla iki dönemi” anayasal zorunluluk haline getireceklerdi.
Ne var ki sonraki ABD Başkanları, birinci başkanın diğer çok önemli teamülüne aynı ölçüde sadık kalmadılar.
Washington, gönüllü emeklilik kararını 1796 Eylül ayında bir Philadelphia gazetesinde onun imzasıyla yayınlanan makalesi ile açıklamıştı. Bugün ‘Veda Hitabı’ diye anılan bu metin Washington’un Amerikan sistemine vasiyeti gibi görüldüğü için 150 yılı aşkın süredir her yıl Washington’un doğum gününde ABD Senatosunda bir senatör tarafından yeniden okunuyor.
Washington, iki önemli yol arkadaşı Alexander Hamilton ve James Madison’a yazdırdığı Veda Hitabının önemli bir kısmını, o günlerde Amerika’nın kurucularını ikiye böldüğünü gördüğü siyasi fırkacılığa (factionalism) karşı uyarmaya ayırmıştı (Henüz ‘parti’ sözcüğü Amerikan literatürüne yerleşmemişti).
Başkan Washington hitabında, politik fırkaların, ülkede coğrafyalar ve sosyal gruplar arası kıskançlıkları kaşıyıp derinleştireceği, toplum kesimlerinin birbirleri ve ülkenin akıbeti hakkında gereksiz korkularını büyütecekleri endişesini dile getiriyordu. Cumhuriyet ile toplumun yarısı hakkında paranoya, yol arkadaşı olabilecek iki konsept değildi.
Ona göre hizipler, hizipleşmenin doğası gereği sahip olacakları ülkede egemen olma hırslarını, hukukun üstünlüğü ilkesi sınırları içinde tutamayarak, cumhuriyeti, bir kesimin diktatörlüğüne dönüştürebilirdi. İktidar olmayı ve iktidarda kalmayı yegâne amaç haline getirmiş bir siyasi hizbin, hedefine ulaşmasına yardımcı olacak, ekonomik çıkarların veya dış güçlerin taşeronu haline geleceği de bir başka endişesiydi.
Washington, kendisi adına kaleme alınan makalede şöyle sesleniyordu ulusuna:
“Particiliğin değişik zamanlarda ve ülkelerde neden olduğu korkunç kötülüklerin de gösterdiği gibi, farklı hizipler birbiri ardı sıra iktidara geldikçe, hizipçiliğin intikamcılığı besleyen doğası gereği iktidarlarını diğeri üzerinde bir tür despotizme dönüştürürler. Bu despotik döngü nihayetinde kalıcı ve resmi bir diktatörlükle sonuçlanır. Çünkü, bu parti çekişmelerinin yol açacağı kargaşa, düzensizlikler ve sefalet, halkın zihnini, er ya da geç bir tiranın mutlak iktidarında sükûn ve güvenlik aramaya sevk eder.”
Bununla beraber Washington, insanların politik olarak gruplaşmasını engellemenin imkânsız olduğunu da görüyordu. “Partiler sadece felaket getirir” iddiasında bulunmak istemiyordu. Muhalif partilerin iktidara hasmane bakışı ve açık arama eğiliminin iktidarlar için önemli bir denetleme ve fren işlevi olabileceğini görebiliyordu. Hatta, Avrupa’daki birçok monarşinin siyasi partiler sayesinde özgürlükçü demokrasilere evrilmekte olduğunun da farkındaydı. Ona göre yapılması gereken, parti ve hükümetin, parti ve yargının aynı şey haline gelmesini engelleyecek önlemler almaktı. Başkanlık, Kongre’de ağırlık kazanmaya çalışan partilere karşı bir fren görevi görerek, devlet erklerinin, kurumlarının herhangi bir partinin uzantısı haline gelmesine izin vermemeliydi.
Dünyanın hala devam eden en eski siyasi partisi
Siyasi partilerin tarihi Antik Yunan kent devletlerine ve Roma cumhuriyetine kadar uzansa da modern siyasi parti ilk kez ABD’de ortaya çıktı. ABD’nin günümüzde Beyaz Saray’ı elinde tutan Demokratik Partisi, dünyanın hala devam eden en eski siyasi partisi.
Demokrat Parti, federal devletin küçültülmesi, güneyli tarım ağalarının ekonomik çıkarlarının, kölelik müessesinin ve beyaz erkeğin üstünlüğüne dayalı sosyal düzenin muhafazasını isteyenlerce kuruldu. Kurulduğu günlerde, gelecekte bu partinin oy tabanının kuzeyin kozmopolit kentleri olacağını, siyah seçmenin yüzde 86’sının, kadınların yüzde 60’ının, ABD’nin ilk siyah başkanının, ilk kadın başkan yardımcısının, ilk kadın başkan adayının, hatta ilk beyaz olmayan kadın başkan adayının partisi olacağını söyleseniz aklınızı kaçırmakla suçlanabilirdiniz.
Öte yandan son üç seçimdir Donald Trump’ı aday olarak gösteren Cumhuriyetçi Parti ise aslında köleliği yasaklamak isteyen, federal hükumetin ekonomik olarak aktif ve güçlü olmasını savunan, Amerika yerlilerine (Kızılderili uluslar) ve göçmenlere karşı ayrımcı politikalara itiraz eden kuzeylilerce kuruldu. Kuzey eyaletlerindeki kozmopolit kent nüfusunun desteğine sahipti.
Kurulduğu günlerde Cumhuriyetçi Partinin, gelecekte beyaz Amerikalıları ülkenin asli hak sahibi olduğuna inanan, sosyal ve ekonomik programları olmayan, regülasyondan yoksun bir federal hükümet isteyenlerin partisi olacağını ve oy tabanını, güney eyaletleri başta olmak üzere eğitimsiz taşra beyazlarının oluşturacağını kimse tahmin edemezdi.
Partiler de insanlar gibi daha doğumdan itibaren kaçınılmaz değişimlere maruz kalır. Bu değişimler, tıpkı insanda olduğu gibi olumlu yönde de olabilir olumsuz yönde de…
Yani tıpkı politikacılar gibi siyasi partilerin de daima hep haklı ve doğru çizgiyi savunacaklarını ya da sürekli hep haksız ve yanlış tarafı temsil edeceklerini düşünmek çocukça bir kuruntudan başka bir şey değil. Bu yüzden siyasi partileri dünleriyle değil bugün bulundukları somut pozisyon ve konumlarıyla değerlendirmek daha sağlıklı bir tutum olur. Sıkı sıkıya partizanlık ise tıpkı fanatik futbol taraftarlığı gibi insanı, normalde kendisine yapılsa faul, haksızlık, zulüm, yolsuzluk, adaletsizlik göreceği her şeyi olumlar hale getirir.
ABD’nin iki büyük partisinin yaklaşık 170 yıllık tarihleri boyunca her birkaç kuşakta bir politik yelpazede savruldukları zıt pozisyonlar, neden oldukları iyilikler ya da kötülükler, bir politik partinin, (nadir de olsa) en ulvi formunda, ulusun daha özgür, daha eşit, daha müreffeh bir yaşama yeni bir adım daha atmasının, en süfli halinde ise milyonlarca yıllık evrimsel tarihimizden genlerimize miras kalmış ‘bizim kesimin çıkarını koruma’ hayvansal içgüdümüzün aracından başka bir şey olamayacağını hatırlatan örneklerle dolu.
Amerikan politikası dediğimizde bugün herkesin aklına Demokratik Parti ve Cumhuriyetçi Parti gelse de bu iki parti ne Amerika’nın bağımsızlığında ne kuruluş aşamasında ne de ilk yarım yüzyılında yer almıyor.
Ama, bu iki parti arasında bugüne damga vuran bütün politik fay hatları ve çekişmelerin temelleri de ABD’nin daha ilk yılından itibaren sorulmaya başlanacak politik sorularla oluşacaktı.
Ekonomimiz sermaye merkezli mi, üretim merkezli mi olacak?
Dış ticarette korumacı mı, serbest ticaret yanlısı mı olacağız?
Dünyada cumhuriyetleri mi destekleyeceğiz, monarşileri mi, çıkarımıza uygun olanı mı?
Federal hükümet gücünü öncelikle hak ve özgürlükleri geliştirmeye, eşitliği yaymaya mı kullanacak, asayişi, inancı, sosyal gelenekleri ve içtimai düzeni korumaya mı?
Devlet, öncelikle, toplumda disiplini sağlayan eli sopalı baba mıdır, öncelikle halka hesap vermekle sorumlu hizmetkarı ve dostu mu?
Amerika öncelikle kimin ülkesi?
Kimler haklardan yararlanabilir, kimler vatandaş olmadıkları için hak sahibi olamazlar?
Amerikan Cumhuriyetinin karakterini, hiçbir şey, iki Amerika’nın, bu sorulara, bir keresinde kanlı bir iç savaşa neden olacak kadar derinleşen siyasi yanıt farklılıkları kadar şekillendirmedi.
13 koloniyi bir araya getiren veya ayıran siyaset
1776’da bağımsızlık savaşı başlatan 13 Amerikan kolonisi, İngiliz Krallığının 1783 yılında pes etmesiyle, modern tarihte özgürlüğünü kazanan ilk sömürge olduğunda iki Amerika’nın siyasi mücadelesi de başlayacaktı.
Sonraki 4 yıla damga vuracak ilk siyasi sorun şuydu:
Bağımsızlık Savaşını yöneten Kontinental Kongre ile bu 13 koloninin ilişkileri nasıl olacak?
Bağımsızlığın kazanmasından sonra bu kolonilerin tamamı kendi anayasalarını yaparak, kendi yargı, yasama ve yürütme erklerini oluşturarak ayrı birer devlete dönüşmüşlerdi. Türkçede “Amerikan devleti” ifadesi ile karıştırmamak için yaygın şekilde ‘eyalet’ demeyi tercih etsek de Amerikan anayasası ve dilinde bunlar için hala ‘devlet (state)’ ifadesi kullanılıyor. ‘Birleşik Devletler’deki ‘devletler’ de bunu anlatıyor.
Bu 13 devlet (günümüzde sayıları 50), o günkü siyasi konulara farklı bakan üç ayrı coğrafi gruba bölünmüştü.
New England eyaletleri başta Massachusetts olmak üzere New Hampshire, Rhode Island ve Connecticut’tan oluşuyordu. İngiliz Krallığındaki dini baskılardan kaçarak kıtaya gelmiş püritan dindarlık geleneğinden gelenlerce kurulmuşlardı. Doğal olarak İngiliz Krallığına sempati ile bakmıyorlardı. Boston Çay Partisi gibi eylemlerle bağımsızlık savaşının fişeğini yakanlar da bunlardı. Bağımsızlık savaşına oldukça güçlü bir destek vermiştiler. Daha güçlü bir birlikten yanaydılar. Ticaret ve başta gemicilik olmak üzere nakliyeciliğe dayalı bir ekonomileri vardı.
Güney eyaletleri ise başta ABD’nin o dönemde en büyük eyaleti olan Virginia olmak üzere, Maryland, North Carolina, South Carolina ve Georgia’dan oluşuyordu. Nüfus çoğunlukla İngiliz kökenlilerden ve İngiliz kilisesi mensuplarından oluşuyordu. İngiltere ile ekonomik ilişkileri nedeniyle bazıları bağımsızlık savaşına çok da hevesli olmamış bu eyaletlerde tarıma ve köleliğe dayalı bir sosyo-ekonomik düzen egemendi. Bu sosyo-ekonomik düzenlerini bozabileceği endişeyle güçlü bir ulusal hükümet fikrine sıcak bakmıyorlardı.
Ortadaki New York, New Jersey, Pennsylvania ve Delaware ise bazı yönlerden New England bazı yönlerden ise Güneyli karaktere sahipti. Göçmenlere ve yeni anlayışlara oldukça açık daha çoğulcu sosyal yapıya sahip kozmopolit kentlerle, tarıma dayalı sosyo-ekonomik düzeni muhafaza yanlısı taşralarının bir karışımıydılar. Bu eyaletlerin büyük kentleri yeni yeni gelişen sanayi ile imalata dayalı bir ekonomiye sahipti.
Bu 13 koloni, bağımsızlıktan sonra birer devlete dönüştükçe, Bağımsızlık Savaşını yöneten Kontinental Kongreyi fazla ciddiye almıyor ve hatta bazıları vergi paylarını bile ödemiyorlardı. Kontinental Kongrenin ise buna karşı bir zorlayıcı yetkisi yoktu. Tek gücü Kontinental Orduydu ama o da parasız kalmıştı. General George Washington, parasızlıktan dağılma noktasına gelen bu askeri gücün bazı generallerinin, “başımıza geç 13 koloniyi kapsayan askeri bir diktatörlük kuralım, seni kral yapalım” türünden tekliflerine karşı çıkmış, insan haysiyetine aykırı gördüğü bu rejimlerin önünü kapatmıştı. Ardından da komutanlıktan emekli olarak, Virginia taşrasında Mount Vernon’daki çiftliğine dönmüştü.
Kontinental Kongrenin bu gevşek konfederal yapıyı daha fazla bir arada tutamayacağı açıktı. Bu gevşek birliğin tamamen dağılmasının ise bu 13 küçük devleti İngiliz monarşisine ve diğer monarşilere kolayca yem edeceği de aşikardı. İşte bu endişe, 13 devletin 55 temsilcisinin 1787 yazında Philadelphia’da bir araya gelmesinin ana motivasyon kaynağıydı. Aylarca süren tartışmalar sonunda 17 Eylül 1787 günü kabul edilen Anayasa teklifi ile, bu 13 devlet üzerinde daha güçlü bir yasama, yürütme ve yargı erkine sahip merkezi bir federal hükümet, federal yargı ve federal yasama organı içeren bir federal devletin çerçevesi çizildi. Rejim olarak ise o dönemde örneği olmayan ‘cumhuriyet’ seçilmişti.
Philadelphia Anayasa Kurultayında kabul edilen bu yeni Anayasa teklifi, 13 devletin kongrelerine onay için gönderildiğinde, beş yıl önce başlayan siyasi tartışma da yeniden alevlenmişti. Bazı kurucu liderler ve Amerikalılar bu yeni Anayasa tasarısının federal hükümeti, bu 13 devletin hükümetleri üzerinde tehlikeli şekilde güçlü hale getirdiğini düşüncesi ile anayasa teklifinin reddi yönünde kampanya başlattı. Anayasanın kabulünü isteyenler kendilerine “Federalist” diyordu. İtiraz edip hayır oyu verilmesini isteyenlere “Anti Federalistler” dendi.
Üç önemli kurucu lider, James Madison, Alexander Hamilton ve John Jay ise New York gazetelerine, ‘Publius’ ortak mahlasıyla anayasayı ve yeni federal düzeni savunan makaleler yazdılar. Publius mahlası, Antik Roma Cumhuriyetin kuruluşunda kilit rol oynamış Publius Valerius’tan mülhemdi. Sonradan ‘Federalist Makaleler’ diye anılacak bu 85 makale, bugün bile Amerikan anayasal sistemini anlamak isteyenler için ana kaynak olmaya, ABD Yüksek Mahkemesi içtihatlarına ve hatta evrensel politik bilim tetkiklerine referans olmaya devam ediyor.
Federalistler 1 yıl sürecek kampanyada başarılı oldu ve Eylül 1788’de yeterli sayıda eyaletin kendi kongresinde onaylamasıyla Anayasa kabul edilmiş oldu. Anayasanın kurduğu yeni devletin adı 13 devletin oluşturduğu bir birlik olduğuna atıfla Amerika Birleşik Devletleri oldu. Güçleri ve dirençleri kalmayan anti-federalistler köşelerine çekildi.
İlk iş olarak federal Birinci Kongrenin üyelerini ve ilk başkanı belirleyecek seçim süreci başlatıldı.
İlk başkanlık seçiminde herkesin aklındaki isim açıktı. Tek sorun bu ismin isteksizliğiydi. Bağımsızlık Savaşının komutanı George Washington, “Ben bu göreve layık değilim. Benden çok daha nitelikli liderlerimiz var” diye ısrar etse de neredeyse oybirliğiyle başkan seçildi. Virginia’daki çiftliğinden fiili başkent konumundaki New York’a yemin için davet edildiğinde bile hala gelmekte isteksizdi.
Washington Virginia’lı olduğu için coğrafi denge sağlamak için stratejik bir kararla bağımsızlık savaşının önde gelen liderlerinden Massachusetts’li John Adams’ın en fazla ikinci oyu almasının yolu açılarak ABD’nin ilk Başkan Yardımcısı seçilmesi sağlanmıştı. O zamanki Anayasa hükmüne göre her seçici delege iki isim için oy kullanıyordu. En fazla oyu alan Başkan, ikinci gelen ise Başkan Yardımcısı seçilmiş oluyordu.
Birinci Federal Kongrenin, 4 Mart 1789 günü saat tam 12’de yeni federal hükümetin anayasal yetkilerini devralmasıyla, Amerika Birleşik Devletleri bir devlet olarak hayatına başladı. Kongrenin seçim sonucunu onayından sonra Washington da Nisan ayında görevinin başına geçti.
Washington ilk iş olarak sadece dört bakanlıktan oluşan kabinesini kurdu. Adalet Bakanlığı ve Savaş Bakanlığı teknik konumlardı. Başkanlıktan sonra en yetkili makam olan Dışişleri Bakanlığı ve Hazine Bakanlığı ise ülkenin şekillenmesinde önemli politik rol oynayacaktı.
Washington’un bu iki makamı teklif edeceği isimler, Amerika’ya rengini verecek iki politik çizginin de liderleri de olacaktı.
Washington, Hazine Bakanlığını kurmakla, savaş zamanında yarbay rütbesiyle yardımcılığını yapmış, savaştan sonra New York Bankasını kurmuş, hazırladığı mali raporlarla Birinci Kongre daha toplanmadan yeni federal hükümete ekonomi konusunda yol haritası çizen New York Milletvekili Alexander Hamilton’u görevlendirmeye karar vermişti.
Washington’un ülkenin dışişleri bakanlığı için aklındaki isim ise başından itibaren netti. 1776 Bağımsızlık Bildirgesinin yazarı hemşehrisi Thomas Jefferson. Jefferson’un entelektüel birikimine ve cumhuriyete bağlılığına büyük saygı duyuyordu.
Jefferson’a teklif edilecek bakanlığın ilk adı aslında dünyadaki muadilleri gibi Dışişleri Bakanlığıydı. Ama, birkaç ay sonra bu bakanlığının adı ‘Devlet Bakanlığı (State Department)’ olarak değiştirildi. Günümüze kadar da bu isimle gelecekti. Çünkü, devletin ana resmi mührü de dahil birçok sembolik devlet gücü, ABD’ni dünyada temsil edecek bu bakanlığın uhdesine bırakılacaktı. Bu yüzden de bugün bile ABD Başkanı veya Başkan Yardımcısı istifa edeceklerse dilekçelerini Devlet Bakanına (Dışişleri Bakanı) hitaben yazmak zorunda. 1974’te Başkan Nixon’un istifa dilekçesini dönemin dışişleri bakanı Henry Kissinger’e hitaben yazarak ona göndermesinin nedeni buydu.
Jefferson, 1789 Ekim ayında Paris’ten döndüğünde Washington’un teklifini reddetmedi ve ABD’nin ilk Devlet Bakanı olarak ABD dış politikasının ilk yöneticisi oldu. Washington, ABD’nin ilk bakanlar kurulu toplantısını Jefferson Paris’ten dönüp görevinin başına geçtikten sonra yapacaktı.
‘Bay Başkan’ mı, ‘Başkan Hazretleri’ mi?
Öte yandan Birinci Kongrenin aynı yıl bahar aylarında federal hükümete şekil verecek yasaları görüşmeye başlamasıyla birlikte neredeyse tamamı anayasayı savunan Federalistlerden oluşan milletvekili ve senatörler arasında ilk siyasi farklılıklar da gün yüzüne çıkmıştı.
İlk siyasi ayrışmalar teknik konulardaydı.
Örneğin yürütme erkinin başındaki Başkan Washington’a nasıl hitap edileceği tartışması.
Aslında Washington’un kendisi bile, ‘bir başkan ne yapar, nasıl tavır takınır’ çok emin değildi. Ne Amerika’da ne de o günkü dünyada bakabileceği hiçbir örnek yoktu. Dahası ‘kral’, ‘padişah’ dışında hiçbir devlet başkanı tahayyül edemeyen Amerikan kamuoyu da yeni anayasanın oluşturduğu bu politik makama hala yabancılık çekiyordu. Binlerce yıldır devletin başı olan krallar, iktidarlarını doğumla ve Allah’tan alıyordu. Normal insan olarak görülemezlerdi. Tanrının gölgesi, Allah’ın vekiliydiler. Amerikalıların ise karşılarında ilk kez iktidarını seçimle ve halktan almış bir pîr-i fani duruyordu.
Hamilton, daha Anayasa Kurultayından beri başkanın ömür boyu görev yapması gerektiğini savunuyordu. James Madison, “Bunun zaten yapılmışı var, padişahlık. Cumhuriyete ne gerek var o zaman” mealinde bir itiraz yükseltecekti.
Yıllarca Kontinental Hükümetin İngiltere elçiliğini yapmış ve kralların protokolüne muhatap olduğu Avrupa’dan yakın zaman önce dönmüş John Adams da başkana uygulanan protokolü ve Latince ‘önde oturan’ ifadesinden gelen ‘President’ sözcüğünü oldukça yetersiz buluyordu. ABD’nin başkanının bu unvan ve zayıf protokolle diğer devletlerde ciddiye alınmayacağı iddiasındaydı. “Sporcuların, itfaiyecilerin bile bir ‘president’i var’’ diye yakınacaktı. Adams ve Hamilton, başkana, “haşmetmeap”, “başkan hazretleri”, “majesteleri” türünden bir resmi unvan ve gittiği her yerde görkemli devlet protokolü için bastırdı. Bağımsızlık bildirgesinin yazarı olan Thomas Jefferson’a yakın isimler ise bunu cumhuriyete yakışmayan ‘putperestçe’ ve ‘ahmakça’ bir çaba olarak nitelendirdiler. Madison, “yönetici makamı ne kadar mütevazı ne kadar cumhuriyetçi olursa itibarımız da o kadar büyük olur’’ diyerek bu tutuma katıldı. Taraflar birbirlerini karşılıklı olarak ‘saltanat severlik’ veya ‘çapulculukla’ suçladılar. Washington’un değişikliğe karşı çıkanların safında yer almasıyla “Bay Başkan” hitabı ve mütevazı devlet protokolü devam etti.
Başkent güneyde mi olmalı kuzeyde mi?
Bir diğer teknik tartışma ise ABD’nin federal başkentinin neresi olacağıydı?
1776 Bağımsızlık Bildirgesini kabul edip deklare eden Kontinental Kongre, o dönemde ülkenin en büyük kenti olan Philadelphia’da toplanmıştı. Anayasa Kongresi de 11 yıl sonra aynı şehirde toplanacaktı. Ne var ki geçen sürede New York ülkenin en büyük şehri haline gelmişti. ABD’nin Birinci Kongresi bu yüzden 1789 Mart’ında burada toplanarak, New York’u ABD’nin ilk başkenti haline getirmişti.
Bu geçici bir karardı çünkü eyaletlerle özdeşleşmiş mevcut şehirlerden birinin kalıcı başkent yapılması fikrine diğer eyaletlerin itiraz edeceği açıktı. Boş bir arazide sıfırdan bir başkent inşa fikri baskın geldi ama bu kez de arazinin ülkenin hangi kesiminde olacağı tartışması yaşandı. Bu tartışmanın Güney eyaletleriyle New England eyaletleri arasında kırılma yaratabileceği görülünce konu donduruldu ve rafa kaldırıldı.
Anayasa açıkça yasaklamazsa, devlet özgürlükleri kısıtlar mı?
Halen dünyada yürürlükte olan en eski anayasa olan ABD Anayasası, 235 yıl boyunca eklenen maddelere rağmen hala dünyanın en kısa anayasası. Orijinal metin sadece 7 maddeden oluşuyordu. Anayasanın, güçlü federal devlet yetkileri karşısında temel hak ve özgürlükleri yeterince garanti alacak maddelerden yoksunluğu, Anayasanın kabulünden beri devam eden bir başka önemli teknik tartışma gündemiydi.
Anayasanın yapıldığı 1787 Kurultayına Paris’te bulunduğu için katılamamış Thomas Jefferson, anayasada federal hükümete karşı eyaletlerin yetkilerini ve bireylerin temel haklarını garanti altına alacak İngiliz Haklar Bildirgesi gibi bir bölüm olmamasının potansiyel tiranlıklara kapı araladığında ve cumhuriyete büyük bir zâfiyet oluşturduğunda ısrarlıydı. Jefferson’a Anayasanın Kongresinin toplanmasında kilit rol oynayan Virginialı hemşerisi James Madison da katıldı.
Alexander Hamilton’un başını çektiği grup ise, eyaletlerde yeni baştan bir anayasa onaylanma sürecine ve tartışmalarına girilmesini, yeni ülkeyi zora sokabilecek gereksiz bir çaba olarak görüyordu. “Mevcut Anayasanın kendisi zaten haklar yasası” diye konuşan Hamilton, temel hakları anayasada tek tek saymanın, anayasada yer almayacak temel hakların, koruma altında olmadığı algısına yol açacağı iddiasındaydı. Hamiltonculara göre, anayasada zaten neler yapabileceği yazılmış devlet otoritesinin, örneğin basın özgürlüğünü kısıtlayabileceği düşünülemezdi. Jeffersoncu görüşe göre ise Anayasada devlete böylesi bir yetki verilmediği için devlet gücünün basın özgürlüğünü kısıtlamada kullanılamayacağı çok naiv bir öngörüydü.
Nihayetinde Madison’un Kongre’ye sunduğu 11 ek maddenin (Amendment) 10’u Kongre’den geçecek, bir yıl içinde de yeteri sayıda eyalet kongresinde kabul edilerek ABD Anayasasının parçası olacaktı.
Bugün ‘Haklar Yasası (Bill of Rights)’ olarak anılan bu ilk 10 ek maddenin bazıları, hakların ve cumhuriyetin 235 yıldır yaşamasında önemli rol oynamakla birlikte bazı maddeler de birçok politik fay hattının oluşmasında rol oynadı.
Bunlardan birincisi (First Amendment), federal veya eyalet hiçbir kongrenin ifade ve basın özgürlüğünü, toplanma, gösteri ve devleti protesto hakkını yasaklayacak kanun yapamayacağını hüküm altına alıyor. Yine kamusal gücün bir inancın lehinde veya aleyhinde olamayacağını içermesiyle Amerikan laikliğinin temelini oluşturuyor.
İkinci ek madde ise, vatandaşların silah taşıma ve bulundurabilmesini anayasal hak haline getiriyor. Hala canlı olan İngilizlerin geri gelebileceği korkusu ve Jeffersonculara göre anayasayı çiğneyebilecek otoritelere karşı direniş için gerekliydi. Bu ikinci ek madde, günümüzde ABD’yi vatandaşları en fazla silahlanmış ve neredeyse her gün kitlesel bir katliam girişimi yaşanan ülke haline getirmesi nedeniyle politikanın en sıcak tartışmalarından biri konumunda.
Üçüncü madde, askeri güçlerin, ABD içinde vatandaşlara ait ev ve arazilere girmesini yasaklıyor.
Sonraki dört madde (4-8), adil yargılamayı garanti altına alırken yargısız tutuklamayı, mahkeme kararı olmadan aramayı, mülke el koymayı, orantısız ve gayri insani cezaları yasaklıyor.
Dokuzuncu madde, vatandaşların temel hakların burada sayılanlarla sınırlı olmadığı, anayasada zikredilmese bile temel hakların anayasal koruma altında olduğunu vurguluyor. Örneğin, 1973 yılında Yüksek Mahkeme, kürtajın, kadın ile doktoru arasındaki kişisel bir konu olduğu dolayısıyla kamunun bu konuya müdahil olamayacağı içtihadını dayandırdığı “kişisel mahremiyet hakkı” kavramını bu 9. Madde ile anayasal hak olarak nitelendirecekti.
Ve nihayet ek 10. madde ise federal hükümetin anayasa ve yasalarda açıkça belirtilmemiş hiçbir konuda eyaletlerin iç işlerine karışamayacağı hükmüyle federalizmi ve kuvvetler ayrılığını anayasal garanti altına alıyordu.
İlk ideolojik ayrışma ekonomi konusunda oldu
ABD’nin kurucuları arasındaki ilk ideolojik gruplaşma ise ertesi yıl, 1790 yazından itibaren ülkenin kurucu Hazine Bakanı Alexander Hamilton’un Kongre’ye sunacağı bir dizi ekonomik reform teklifiyle başlayacaktı.
Hamilton’un ilk yasa tasarısı olan “dış borçlarını henüz ödememiş eyaletlerin borçlarının federal hükümete devredilmesi”, çoğu bu borçları hali hazırda ödemiş olan güney eyaletlerinin tepkisine neden oldu. Her ikisi de güneyli Jefferson ve Madison ise, federal hükümetin borçlanmasının, anayasada açıkça belirtilmediği için anayasa ihlali olduğu görüşündeydi. Hamilton, ABD’nin borçlarını zamanında ödemesinin, federal hükümetin borç yaratmasının bütün ülkenin kredi itibarını yükselteceğinde ısrarcı oldu.
Hamilton, Başkan Washington’un isteğiyle Jefferson ve Madison ile uzlaşmak için bir araya geldiğinde, ‘kalıcı başkentin nereye inşa edileceği’ konusunu raftan indirerek pazarlığa girdi. Nihayetinde, Hamilton’un başkentin güney eyaletlerinden birinde inşa edilmesine New York milletvekillerinin desteğini sağlama sözü karşılığında Jefferson ve Madison da eyalet borçları tasarısına Virginia milletvekillerinin desteğini sağlama sözü verdiler. Taraflar, uzlaşmaya Pennsylvania milletvekillerinin desteğini sağlamak için de Philadelphia’nın 10 yıllığına geçici başkent olmasında anlaştılar.
Aynı anda Kongreden geçen bu iki yasayla federal hükümet eyaletlerin kalan savaş borçlarını devralırken, kalıcı başkentin inşası için de güneyde, Virginia’da Potomac Nehri kıyısında çoğu bataklık boş bir alan seçildi. Federal hükümetin mülkü olacak bu bölgeye District of Columbia (DC) adı verildi. Herhangi bir büyük kent merkezi yerine başkent için güneyde kuş uçmaz kervan geçmez bir yabani arazinin seçilmesi özellikle de kuzeyli Amerikan kamuoyunun tepkisine neden oldu. Bir New York gazetesi, “sadece keşişler başkent olarak yabani bir ormanı seçer” diye yazacaktı. New York kamuoyunun öfkesi çok daha büyüktü. Kongre Phalidelphia’ya taşınmıştı ve sonraki 10 yıl boyunca ABD’nin başkenti artık Philadelphia olacaktı.
Hamilton’un, Kongre Phliadelphia’da toplandığında sunacağı ‘ulusal banka kurulması’ yasa tasarısı ise çok daha büyük bir ideolojik kırılmaya neden oldu. Hamilton’a göre federal hükümete ve piyasaya kredi yaratacak bir ulusal banka gerekliydi. Jefferson ve Madison ise anayasada federal hükümete banka kurma yetkisi verilmediğini savunuyordu. Eyaletlerin kendi bankaları zaten vardı. Kaldı ki Federal hükümetin Ulusal Bankaya ortaklık için sermaye payını karşılayacak parası yoktu. Hamilton’un tasarısına göre Federal hükümet, kurulacak bu bankadan tahvil karşılığı bu parayı borç alıp sermaye payı olarak geri yatıracaktı. Bankaya borcunu ise 10 taksit halinde faiziyle beraber ödeyecekti. Jefferson ve Madison’a göre ise borçlanma ile kaynak yaratmak, mali rant düzeni kurmak demekti. Yanlış ellerde Cumhuriyeti tehdit edecek büyüklükte bir sermaye birikimi oluşturacaktı.
Hamilton o günlerde pek kimsenin aşina olmadığı bir fikri, kamunun borçlanmasının, iyi yönetildiğinde ekonomiye katkısı olan bir politika olduğunu, yatırımlar için kaynak, ulusal kredi için itibar yaratıcı olduğunu savunuyordu.
Yine Hamilton, eyaletlerin bazılarının ekonomisine hala İngiliz poundu, bazılarına İspanyol dolarının egemen olmasını sorun görüyor ‘Amerikan Doları’ adıyla ulusal para birimini oluşturmak istiyordu. Amerikan dolarının saygınlık kazanması ve piyasalarda para istikrarı sağlaması için de bu ulusal bankanın doları desteklemesine ihtiyaç vardı.
Hamilton ve arkadaşları, borçlanma ve finans merkezli bugünkü Amerikan kapitalist ekonomik düzenin oluşmasına yol açacak tekliflerinin tamamını Kongre’den geçirmenin kolay olmayacağını fark ettiler.
Nihayetinde 1792 Kongre seçimlerinde bu politikalara destek verecek milletvekillerinin seçilmesi için eyaletlerde siyasi propaganda yapacak bir örgütlenme başlatmayı en etkili çözüm olarak gördüler. Hamiltoncular, bu örgütlenme çalışmalarında kendilerini ‘Federalistler’ olarak nitelendiriyorlardı.
Jefferson ise, Hamiltoncuların bu ismi sahiplenmesine itiraz ediyordu. Hamiltonian ekonomi programına itiraz ettikleri için kendilerine ‘anti federalist’ denmesini ise dört yıl önce Anayasa’ya başında karşı çıkmış “anti-federalistlerle” karıştırılmamak için reddediyorlardı.
Hatta Jeffersoncular, Hamiltoncular gibi bir siyasi hizip olmadıklarını savunuyorlardı. Kendilerini cumhuriyeti savunan çizgi olarak görüyorlardı. Federal hükümette Jefferson dışında temsilcileri olmadığı için azınlıktaydılar ve bundan dolayı bir süre ‘yönetim karşıtı hizip” olarak adlandırıldılar. Jeffersoncuların Senato’daki güçlü ismi Senatör William Maclay’ın kendilerini ‘Cumhuriyetçiler’ olarak nitelendirmesiyle “Cumhuriyetçiler” isimlendirmesi (bugünkü Cumhuriyetçi Parti ile ilgisi yok) yerleşecekti.
Federalistler, ABD ekonomisinin finans, ticaret, imalat ve sanayiyi güçlendirme odaklı olması gerektiğini savunuyorlardı. Bankacılık güçlendirilmeli, sanayi ve imalat sektörlerine teşvik getirilmeliydi. Örneğin gümrük vergileri yükseltilerek ithalat kısıtlanmalı ve yerli imalatçının önü açılmalıydı. Bu korumacı anlayış, ekonomisi sanayi ve imalata dayalı olduğu için serbest ticarete sıcak bakmayan kuzey eyaletlerinde destek görmelerini sağladı. Hamilton bakışa göre federal hükümet ülke çapında yol, kanal, liman inşası gibi büyük yatırımlara girmeliydi.
Cumhuriyetçilere göre ise ABD ekonomisi, o günlerde çok küçük bir azınlığın meşgalesi olan ticaret, imalat ve sanayiye değil, ezici çoğunluğun iştigali olan tarıma dayanmalıydı. Finansa ve ticarete dayalı ekonominin yolsuzluk, aristokrasi ve akabinde tiranlık yaratacağı düşüncesindeydiler. Onlara göre zaten anayasa federal hükümete böylesine güçlü bir ekonomik icra yetkisi vermiyordu.
Jeffersoncular, ekonomisi tamamen tarıma dayalı güney eyaletlerinin desteğini kazandılar. Kuzeyin aksine güney eyaletleri serbest ticaret yanlısıydılar. Çünkü ürettikleri pirinç, pamuk, şeker kamışı gibi ürünlerin en büyük müşterisi başta İngiltere olmak üzere Avrupa ülkeleriydi. Yine sanayileri olmadığı için hammadde ve mamullerin çoğunu, tarım ürünlerini sattıkları bu ülkelerden ithal ediyorlardı. Korumacı ekonominin yol açacağı ticaret savaşından olumsuz etkilenecekleri açıktı.
Ayrıca eyaletler aleyhine aşırı güçlenecek bir federal hükümetin, eyaletlerin sosyo-ekonomik düzenine müdahale edebileceği (örneğin kölelik) endişesi de Güney eyaletlerinin tamamının, federal hükümetin güçlenmesine karşı çıkan Cumhuriyetçilerin yanında saf tutmasının bir başka nedeniydi.
Başkan Washington ise, başkanlığı boyunca sadece iki konuda politik tavır sergiliyecekti.
ABD’yi oluşturan eyaletlerin, birliğin parçası değil, bağımsız devlet gibi tavır takınması söz konusu olduğunda net şekilde karşı çıkıyordu. Örneğin yeni federal tahıl hasadı vergisine karşı 1791’de başlayan (3 yıl sürecekti) Viski İsyanlarını federal hükümetin gücünü kullanarak bastıracaktı. İkinci net duyarlılığı ise taze Amerikan Cumhuriyetinin dünyada bir devlet olarak kabul edilmesi böylece muamele görmesiydi. Eyaletlerin, dış dünya ile kendi başlarına ilişki kurması en önemli korkusuydu. Washington bu iki konu dışında, diğer bütün tartışmaların üstünde kalmaya özen gösterecekti.
Washington, Hamilton’un ulusal banka yasasını bir süre tereddüt ettikten sonra, federal hükümeti güçlendireceği, dış ticarette, dolayısıyla dış politikada federal hükümeti söz sahibi hale getireceği için imzalayacaktı. Bu imza, Jefferson ve arkadaşlarının büyük eleştirisine neden olacaktı.
Bununla beraber Jefferson, politik hizipleşmeye henüz çok hevesli değildi. Dahası bu politik kutuplaşmanın yaklaşan ikinci başkanlık seçiminde genç cumhuriyeti tehlikeli sulara taşıyabileceğinden korkuyordu. Jefferson, 4 yıllık görev süresi dolmakta olan ve emekliliğe hazırlanan Washington’a Kasım seçimine 5 ay kala 1792 Mayıs ayında yazdığı mektupta ‘birleştirici bir güç olarak’ yeniden başkan seçilmesi gerektiği çağrısında bulundu. Aynı mektubunda Washington’u, paranın ve rantın yolsuzlaştırıcı etkisine karşı cumhuriyeti koruyan bir politikaya da davet ediyordu.
Aynı anda hem Hamiltoncuların hem de Jeffersoncuların ısrarları, emeklilik hayali kuran Washington’un yeniden aday gösterilmeyi kabul etmesine yol açtı. Washington seçimde 132 seçici delege oyunun (electoral vote) tamamını alarak yeniden ABD başkanı olacaktı.
Ne var ki, Başkan Yardımcısının kim olacağı konusunda bir ilk yaşanacaktı. İlk kez siyasi hizipler kendi adaylarını başkan yardımcısı seçtirmeye çalışıyordu. Federalistler mevcut Başkan Yardımcısı John Adams’ı, Cumhuriyetçiler ise New York eyalet valisi George Clinton’u seçtirmeye çalıştı. 132 seçici delegenin 77’sini oyunu alan Adams ikinci kez Başkan Yardımcısı olacaktı.
İki hizbin bu başkan yardımcılığını kazanma mücadelesi, Washington’un kabinesindeki politika farklılığını da derinleştirdi.
Önce Thomas Jefferson, bakanlıktan istifa etti. O günlerde gizli aşk yaşadığı Angelica Church’e mektubunda, “siyasetin ürettiği bütün nefret duygusundan özgürlüğümü kazanarak, ailemin, çiftliğimin ve kitaplarımın kucağına gömülmeye dönüyorum” diye yazıyordu.
Jefferson’dan bir süre sonra Alexander Hamilton da bakanlıktan istifa etti. Hasta karısına yakın olma gerekçesiyle New York’a döndü ve avukatlık mesleğine döndü.
Her iki isim de özel hayatlarına çekilme görüntüsü verirken, perde gerisinde ABD’nin ilk iki siyasi hizbini birer siyasi partiye dönüştürecek yoğun bir propaganda ve görüşme trafiği yürüttü. New York, Federalistlerin kalesiydi. Virginia Monticello çiftliği ise Cumhuriyetçilerin.
Bu süreçte Başkan Yardımcısı John Adams ve Thomas Jefferson’un 20 yıldır süren yakın arkadaşlığı ise Fransız Devrimine bakış ve Avrupa’da başlayan İngiliz-Fransız savaşında ABD’nin kimin tarafında olması gerektiği tartışmasıyla kopacaktı. John Adams, hiç hazzetmediği Hamilton’la yol yürümek zorunda kalacak, Hamilton da pek hazzetmediği Adams’ın Federalist Partinin doğal lideri gibi davranmasını kabullenmek zorunda kalacaktı. Cumhuriyetçiler Partisinin lideri ise tartışmasız Thomas Jefferson’du.
Amerikan bağımsızlığının ve tarihinin iki dev ismi, Adams ve Jefferson, Amerikan siyasi tarihinin en dramatik siyasi husumet öykülerinden birinin kahramanı haline gelirken Amerikan tarihçilerin “Birinci Parti Sistemi” diye anacakları dönem de resmen başlıyordu.
ABD, tarihinin ilk siyasi yarışa sahip başkanlık seçimine hazırdı artık.
(Devam Edeceğim)