Trump ne yapmak nereye varmak istemektedir?
Trump’ın Altın Çağı – 4
CEMAL TUNÇDEMİR
20 Kasım 2025
2010’lara kadar bir demokrasiyi rayından çıkarabilecek en büyük tehdit askeri darbeydi. Özellikle Soğuk Savaş yılları askeri darbelerin altın çağı oldu. Oxford Üniversitesi politik bilim profesörü Nancy Bermeo, sonradan çokça atıf yapılan 2016 tarihli demokrasilerin tahrifi makalesinde, askeri darbelerin 2010’larda tahtını kaybettiğini belgeliyordu. Bermeo’nun derlediği veriler, anayasal hukuk düzenlerinin artık sıklıkla demokrasiyle iş başına gelmiş siyasi liderlerce askıya alındığını gösteriyordu.
Demokrasilerin mafyatik düzenlere dönüşmesi trendi 2020’lerde daha da hızlandı. İsveç merkezli küresel demokrasi araştırma projesi V-Dem’in 2025 raporuna göre sadece 2024 yılında adil seçim standartları 25 ülkede, ifade özgürlüğü 44 ülkede, barışçıl protesto ve toplanma hakkı 18 ülkede bir yıl öncesine göre daha da kötüleşti.
Rapora göre günümüzde her dört insandan üçü artık otoriter düzende yaşıyor. Bu oran 2004’te bile yüzde 49’du. V-Dem’in gözlem altında tuttuğu 202 devlet arasında liberal demokrasi standartlarını asgari düzeyde taşıyan ülke sayısı 29’a gerilemiş durumda.
2020 yılında ölen Brezilyalı düşünür Ruy Fausto, demokrasi içinde yükselip otoriterleşen liderleri, demokrasiyi araç olarak kullanarak iktidarı ele geçirmiş diktatör anlamında “democratura (demokratör)” diye adlandırmıştı.
Günümüzde birçok dünya demokrasisinin art arda demokratör üretmesi, yeni bir durumla karşı karşıya olduğumuz algısına yol açıyor. Vakıa, demokratör, demokrasinin antik çağlarından beri yüzleşmek durumunda kaldığı bir hastalığı… Antik Yunan demokrasileri bu tür liderlere ‘demagog’ adını vermişti.
Alman Sosyolog Max Scheler, 1900’lerin başında, demagog lideri, “demokrasinin otoimmün hastalığı” olarak tarif edecekti. Otoimmün hastalık, vücudun bağışıklık sisteminin kendi sağlıklı hücrelerine ve dokularına saldırmasıyla oluşur. Yani, normalde bedenimize koruma sağlaması gereken bağışıklık sistemi, kendisi hastalığa dönüşerek organ ve dokuları koruyan hücreleri tahrip eder.
Aynen öyle de devlet gücünü millet adına denetlemekle görevli demokratik liderler de milleti devlet gücünün suistimalinden koruyan organlara, toplum adına devleti denetleyen dokulara saldırıyor.
Günümüz demokratörleri seçim zamanı demokrasinin başarısızlıklarını dillendirerek bu başarısızlıkların kurbanlarının desteğini alıp, iktidara geldiklerinde ise demokrasinin avantajsız insanlara güvence teşkil eden en başarılı yanlarını yok ediyorlar.
İleri demokrasi inşa etme iddiasıyla gelip demokrasinin bütün kapsayıcılığını ortadan kaldırıyorlar.
Yasakları sona erdireceğim diye gelip, kendi çıkar ve keyiflerine aykırı her şeyi yasaklayan bir otorite yaratıyorlar.
Yolsuzluğu sona erdirecekleri vaadiyle gelip, yolsuzluk ve yağmadan ganimet dağıtımı üzerine kurulu bir düzene dönüştürüyorlar.
Adaletsizliğe tepkiyle yükselip, eskinin adaletsizliklerini bile aratacak çok daha adaletsiz bir düzen yaratıyorlar.
Elitlere karşı milletin evlatları olarak iktidara gelip, son yüzyılın en güçlü elit sınıfını, en büyük gelir eşitsizliğini en hiyerarşik toplumsal yapısını yaratıyorlar.
Politikbilim profesörü John Keane, 2009’da yayınlanan ‘Demokrasinin Doğumu ve Ölümü’ adlı kitabında, Antik Yunanlıların, demagogun egemen olduğu demokrasiyi, bir isim olan ‘demokratia (demokrasi)’ kelimesi yerine bir fiil olan ‘demokrateo’ sözcüğüyle isimlendirmesindeki erken bilgeliğe dikkatimizi çekiyor. Günümüzde maalesef unutulmuş “demokrateo” fiili, çocukların evcilik oyunu gibi, “demokrasicilik oynamak” anlamına geliyor.
Görüntüde demokrasi devam ediyor. Seçimler yapılıyor. Meclis yerinde duruyor. Mahkemeler yerinde duruyor. Ama hiçbiri artık sahih değil. Hepsi, oyun oynayan kişi veya zümrenin istediği yöne hareket ettirebildiği, manipüle edebildiği oyuncaklar. Halkta, elitlere karşı milli iradenin egemen olduğu, milletin gerçek egemen hale getirildiği algısı yaratılan bu demokrasicilik oyununda, aslında bütün millet çocukluktan hiç çıkamamış bir narsistin ve onun elit çevresinin güdümüne, çıkarına ve keyfine mahkûm hale getiriliyor.
Atina’daki demagogların ilki ve en ünlüsü Kleon’du. Roma cumhuriyetini yıkan Sezar ise tarihin belki de en ünlü demagogu olacaktı. Cumhuriyetin temel kurumu olan Senato’nun yasağını çiğneyerek M.Ö 49 yılında Rubicon’u geçtiğinde halk onu ayakta alkışlıyordu. Sadece dört yıl sonra kendisini “ömür boyu diktatör” ilan edecekti.
2023’te yayımlanan kitabına “Büyük Sezarlar Küçük Sezarlar” adını koyan İngiliz yazar Ferdinand Mount da kitabına “günümüz dünyasında Sezar pazarına nur yağıyor” mealinde bir tespitle başlıyor:
“Sezarlar geri döndü. Büyük Sezarlar, küçük Sezarlar… Büyük ülkelerde küçük ülkelerde… Gelişmiş ülkelerde geri kalmış ülkelerde… Dünya demokrasileri, kerameti kendinden menkul yüce liderlerle dolmuş durumda. Kimi çalımlı yürüyüşüne başlamış, kimi tetikte bekliyor kimi de alçaltıcı bir düşüşün neden olduğu yaralarını sararak yeniden sahneye döneceği anı kolluyor”.
Mount bunları yazdığında, birinci dönem başkanlığı kaybeden Donald Trump, Florida’ya çekilmiş yaralarını sarmakla meşguldü. Dönemdaşı birçok Sezar müsveddesinin yaptığı gibi, kaybettiği 2020 seçimini kazanmış göstermeyi başaramamıştı. ABD’nin ne ulusal ne de eyalet çapında seçim kurulu olmaması, ülke çapında seçim sonucuna etki edebilecek seçim hilesini imkânsız kılıyordu. Trump, seçim sonucunun resmileşmesini fiili zorbalıkla durdurmaya yeltenmiş ama kendi başkan yardımcısının, bakanlarının, kendi partisinin Kongre üyelerinin, kritik eyaletlerin kendi partisinden olan yöneticilerinin anayasal düzene sadık kalmayı, siyasi liderlerine sadık kalmaya tercih etmesiyle bu zorbalığı sonuçsuz kalmıştı.
Birinci dönemi başarısız bir darbe girişimi ile sona eren Trump, dört yıl sonra ikinci dönem başkanlığına daha organize bir rejim darbesiyle başlayacaktı.
Trump’ın ikinci kez işbaşına gelişiyle ABD’nin sadece yönetim (administration) değil bir rejim değişikliği yaşamaya başladığı, sadece muhaliflerinin değil, Trump’ı destekleyenlerin de daha ilk günden övünerek mutabık olduğu bir tespit.
Peki Trump’ın ‘Altın Çağ’ diye adlandırdığı bu yeni dönemde ABD hangi rejime geçiyor?
Atlantic dergisi yazarı Jonathan Rauch, şubat ayında çokça ses getiren “Trump’ı anlamaya yarayacak tek terim” yazısında, bu soruya, “Hemen akıllara geldiği gibi klasik otoriteryanizm değil” diye karşılık verecekti.
Siyaset bilimci Francis Fukuyama da 2025 mart ayında yayımlanan “Dünyayı suçlular için güvenli bir yer yapmak” başlıklı makalesinde ‘Trump faşizm inşa ediyor’ iddiasına, ‘şimdilik’ şerhi düşerek Rauch ile benzer bir itirazı dile getirecekti.
Faşizm, nihayetinde bir ideolojiye, aynı ideolojiye adanmış bir kadroya ve sisteme dayanır. Çağımızın çoğu demokratörü gibi Trump’ın kendi şahsını da bağlayacak bir ideolojiye, sistemli bir yönetime bir kadro hareketine heves etmeyeceği açık.
Peki Trump yeni bir sistem kurmaya çalışmıyorsa ne yapmaya çalışıyor?
Hem Rauch’a hem de Fukuyama’a göre Trump’ın sahip olmak istediği şey bir sistem değil bir otorite tarzı. Ve bu otorite tarzının da akademide bir adı var: Patrimonyalizm.
Aslında, Jonathan Rauch ve Fukuyama’nın her ikisi de aynı kitaba referans vererek, Trump’ın kurmaya çalıştığı şeyi “patrimonyalizm” üzerinden konuşmanın daha doğru olacağı sonucuna varıyor. Siyaset bilimi akademisyenleri Jeffrey Kopstein ve Stephen Hanson’un, 2024 yılı ağustos ayında yayımlanan “modern devlete küresel hücum geleceğimizi nasıl tehdit ediyor” alt başlıklı “Devlete Saldırı” kitabı.
Kopstein ve Hanson, birçok gazeteci ve akademisyenin, Putin’den Modi’ye Orban’dan Netanyahu’ya dünya demokrasilerine musallat olmuş ve Trump’ın ikinci dönemi ile zirvesine ulaşan dalgayı sadece ‘demokrasiye saldırı’ olarak görülmesine itiraz ediyorlar.
Onlara göre bu bakış önemli bir nüansı gözden kaçırıyor. Demokrasiyi aşındıran liderlerin çoğu seçimle işbaşına geliyor, seçimlerle güçlerini artırıyorlar. Bu liderleri sadece ‘antidemokrat’ olarak nitelendirmek, onlara oy veren kitlelerin, “solcuların/liberallerin seçim kaybettikleri için kazananı antidemokrat olmakla suçlayan iki yüzlüler olduğu” iddiasına kanmalarını kolaylaştırıyor.
Nihayetinde demokrasi, bir süre de olsa patrimonyalizm ile yola devam edebilen bir rejim. Asıl sorun, devlet gücünün, hukuka bağlı yasal ve kurumsal yapıdan, bütün sadakat ve duygusal bağın bir şahsa yöneldiği patrimonyal otoriteye transferi.
Hanson ve Kopstein’in, ‘demokrasi – otokrasi’ tartışmasının dışına çıkıp resme öncelikle, “anayasaya bağlı bürokratik hukuk devleti-patrimonyal otorite” ekseninde bakma daveti bugünlerde manipülatif şekilde ‘seçimlerin yapıldığı ve muhalif partilerin olduğu bir rejime diktatörlük denir mi’ çıkmazına hapsedilen tartışmayı da doğru mecrasına taşıyor. Elbette ki demokrasinin de savunulması gerek ama ondan daha fazla, hukuk devletinin ve legal rasyonel devlet yapısının müdafaası gerekiyor.
Patrimonyal kavramını literatüre Alman sosyolog Max Weber kazandırdı. Bütün devlet otoritesi bir şahsa aittir. Kendisini, milletin babası gibi gören bu lidere biat üzerine kurulu bu otorite, kralların, padişahların, feodal beylerin ağaların, mafya babalarının otorite tarzıydı. Sezar’ın Rubicon’u geçerek sahip oluğu otorite tarzıydı.
Muhafazakâr Siyasi Hareket Komitesinin (CPAC) bu yıl başındaki toplantısında, Trump’ın 2028’de anayasanın iki dönem sınırını tanımayıp yeniden başkan adayı olması gerektiği savıyla kendilerine “Üçüncü Dönemciler” adını veren bir muhafazakâr grup, Trump’ı Sezar kılığında gösteren bir heykeli, konferans salonunda coşkulu alkışlar arasında dolaştıracaktı.
Destekçilerinin Sezar’ın akıbeti hakkındaki cehaletini görmezden gelsek bile bu performatif absürtlük, Trump’ın ve Trumpist kitlenin, devlet başkanlığından ne anladığı ve ne beklediğini sergilemesi açısından anlamlıydı.
Max Weber’e göre sanayileşme ve kentleşmenin getirdiği karmaşık modern sorunlar ile yaygın eğitimin ve vatandaşlık konseptinin yükselttiği yeni hak ve eşitlik taleplerine, merkezinde tek bir adamın yer aldığı ve bu şahsın bütün önemli kararları belirlediği sistemin yanıt verebilmesi mümkün değildi. Nitekim parlamentoların 19. Yüzyılın ikinci yarısından itibaren yükselişi de bunu gösteriyordu. Ancak, modern yaşamın karmaşıklığı, parlamentoları oluşturan 300-500 kişilik heyetlerin bile ilgi bilgi gücünün çok üzerindeydi.
İşte Weber’in patrimonyalizmin karşısına konumlandırdığı otorite olan ‘rasyonel ve legal otorite’ böylece doğacaktı. Yani, hukuka bağlı bürokratik işleyişe sahip gayrişahsi devlet düzeni. Kurumlar ve kurallar düzeni… 10 sene öncesine kadar “devlet” dendiğinde hepimizin aklına öyle ya da böyle gelen şey buydu. 20 Ocak 2025 gününe kadar ABD’de de iyi veya kötü hala işlemekte olan düzen buydu.
‘Kamu’nun yükselişi
20. Yüzyıl boyunca dünyadaki birçok demokrasi, modern devlet otoritesinin değişik dozlardaki uygulama biçimleri üzerine kuruldu. Weberyan bürokratik değerleri başarılı şekilde yaşama geçirebilen demokrasiler 1930’lardan itibaren tarihte benzeri görülmemiş ölçüde müreffeh, eşitlikçi, özgür toplumsal düzenler ile istikrarlı kamu otoriteleri yarattı.
Kamu sözcüğünün 20. Yüzyılda, devlet konseptinin merkezi haline gelmesi boşuna değil. Günümüzde, ‘kamu’ kavramının sadece ‘otoriteye ait’ anlamında algılanır hale gelmesi geldiğimiz noktanın bir yanılsaması aslında. Padişahlıkta da mafyada da bir otorite var. Modern devlet konseptinde ‘kamu’, basitçe ‘devlete ait’ anlamına gelmekten ziyade, herkesin gözlemine, sorgulamasına açık olmayı ve demokratik hesap verebilirliği ifade eden bir kavram. İngilizcede ‘kamu’ anlamına gelen ‘public’ sözcüğünün yüzyıllarca ‘herkesin gözlemine veya kullanımına açık’ anlamında kullanılmış olması bunun hatırlatıcısı. Kamu da sözcük olarak, ‘herkese ait’ anlamına geliyor ki benzeri bir açıklığı ima ediyor.
Anayasal kamu düzeninden farklı olarak patrimonyal otoritede ise, devlet, halkın ne gözlemine ne de sorgulamasına açık değil. Devlet, sarayın kapalı kapılarının arkasındadır. Devlet işi tamamı ile sadece hükümdarın ve yakın çevresinin nezdindedir. Resmi işlemler hakkında bilgi talep edilmesi, hesap sorulması bozgunculuktur. Resmi yanlışları hakkında halka bilgi verilmesi algı operasyonu, düşman işbirlikçiliği veya devlet düşmanlığıdır.
Anayasal kamu otoritesi anlayışının doğurduğu denetim ve şeffaflık, 20. Yüzyılda, özellikle de Weberyan bürokratik değerleri başarıyla uygulayan gelişmiş ülkelerde bürokrasiyi yolsuzluğa, usulsüzlüğe, yasadışılığa bulaşmaya korkar hale getirdi. Yolsuzluk, hukuksuzluk ve yasadışılığa bulaşmaya korkan devlet bürokrasisinin varlığı ise başta politikacılar, zenginler ve şirketler olmak üzere muktedirleri çok daha dikkatli olmaya zorladı. Bu dengenin en büyük kazananı da geniş toplum oldu.
Yani 20. Yüzyılı, insanlık tarihinin en eşitlikçi çağı, 20. yüzyıl modern devletini de tarihteki en halk dostu devlet modeli haline getiren nedenler arasında belki de en önde geleni hukuka bağlı bürokratik kurum ve kuralların işlediği kamu otoritesiydi.
Peki ne yanlış gitti?
İlk sorun bürokrasinin doğasından kaynaklanıyordu.
Bürokratik legal devletin gözden düşüşü
Bürokrasi de tıpkı demokrasi gibi statik bir mekanizma değil. Amacına, toplumsal ve siyasi kültüre, zamanın ruhuna, siyaset, yargı ve toplumun denetimine açıklık düzeyine göre şekillenir.
İnsanları özgürleştirmeye yarayabileceği gibi insanları, robotik bir labirente hapsedip yabancılaştıran bir düzene de evrilebilir. Eşitliği yayabileceği gibi kilit bürokratik kurumların aynı elit sosyal kesim içinde kuşaktan kuşağa geçtiği yeni bir tür aristokrasi de oluşturabilir. Tocqueville’in “yetkisi büyük yetkilisi küçük düzen” tanımıyla özgürleştirici olabileceği gibi, hiçbir savcının yargıcın gazetecinin kapısını çalıp soru soramayacağı devletlu sınıfı oluşturarak mafyatik veya despotik bir rejimin aparatı da olabilir.
Aslında bürokrasiye yüklediği bütün olumlu anlama rağmen Weber bile, denetimsiz ve sorumsuz kaldığında bürokrasinin bireysel özgürlüğü tehdit edebileceği ve insanları gayrişahsi, mantıksız ve esnek olmayan kurallardan oluşan bir “demir kafese” hapsedebileceği uyarısı da yapmıştı.
20. Yüzyılın erken dönemlerinde Çek Romancı Kafka’nın romanlarındaki karakterlerin yaşadığı çaresizliğe atıfla oluşan “Kafkaesk” teriminin anlattığı gibi…
Resmi masa ve kurumlarla dolu bir labirente hapsolmuş hissi veren işleyiş; kimsenin nüanslar için inisiyatif alamadığı gayrişahsi otorite; insana kendisini kolayca ezilebilir böcek gibi hissettiren büyük bir çark; bireysel olarak muhatap olması güç dev bir sistem…
Nazi, İtalyan ve Sovyet bürokrasilerinin ‘devletin dışında hiçbir şey olamaz’ faşizmi de Batı demokrasilerinde anti-bürokratik paranoyaları besledi.
ABD’nin 1930’larda başlayan Yeni Sözleşme (New Deal) koalisyonu çağında bürokrasinin muazzam bir hızla büyümesi ise bürokrasi eleştirilerini, hicivlerini, aleyhtarlığını daha kulak verilir hale getirdi.
Örneğin İngiliz mizah yazarı Northcote Parkinson’un 1955 yılında Economist dergisinde yayınlanmış ve ‘bürokrasi neden sürekli büyüyor’ sorusuna yanıt aradığı mizahi yazının giriş cümlesinin kazandığı ani ve kalıcı şöhret gibi…
“Her iş, tamamlanması için belirlenen sürenin tamamını kapsayacak kadar uzar” diye yazmıştı Parkinson. Bu aslında, kimyada her gazın, mevcut hacmi dolduracak kadar genişleme eğilimini ifade eden ideal gaz yasasından esinlenmiş bir şakaydı.
Bugün “Parkinson İlkesi” diye anılan bu ünlü tespitini, uzun yıllar bulunduğu kamu görevinden edindiği deneyime dayanarak yapmıştı. Ona göre bürokrasiyi sürekli büyüme eğiliminde tutan iki faktör vardı. İlki, bürokratların, rakiplerinin sayısını değil kendilerine bağlı memurlarının sayısını çoğaltmak isteğiydi. İkincisi ise, memurların birbirlerine iş çıkarma eğilimi.
Bu bağlamda bürokrasinin büyümekten asla kaçınamayacağı iddiası da gündeme geldi.
Buna göre, bir sorunu çözmek için bir bürokratik yapı kurduğunuzda, bu yeni bürokratik yapının sorunu çözerken yaratacağı yeni problemler için de yeni bir bürokratik yapı daha kurmanız gerekiyordu. Akademi dünyası bu döngüyü genellikle, “neden çok fazla komisyon var sorusuna yanıt bulmak için bir komisyon kurmak” şakasıyla özetleyecekti.
Büyüme eğilimi, bazı durumlarda bürokratik süreci, amacının aksine oldukça karmaşık hale getiriyor ve bazı durumlarda kendisini bir soruna dönüştürüyordu. OECD’nin bir raporuna başlık yaptığı, “Devlet idaresini basitleştirmek neden bu kadar karmaşık bir iş?” sorusu da bu açmazın bir ifadesi gibiydi…
Bürokrasi de insanlardan oluşuyor
Bürokratik işleyişe dayalı düzene tepkileri yükselten ikinci neden ise bürokratın doğasıydı. Bürokratlar da insan. Güç sahibi politikacıların ezici çoğunluğu gibi bürokratların ezici çoğunluğu da yetkisini suistimale açıktır. Çürütücü iklimini bulduğunda hemen yozlaşmaması mümkün değil.
Yine, yapılacak işin kalitesi de bürokratın donanımı ile yeniden öğrenme kabiliyetiyle, değişimi anlama kapasitesiyle doğru orantılıdır. Yaşam boyu öğrencilik ve kendini sürekli yenileme, maalesef, herkesin sahip olduğu bir kalite değil. Paterson İlkesi ile aynı dönemde gündeme gelen “Peter İlkesi”, bu açıdan bürokratik düzene dönük en popüler hicivlerden biri olacaktı.
Peter İlkesi, kendisini ‘hiyerarşiyolog’ olarak tanıtmayı seven Kanadalı eğitmen Laurence Peter’ın, “Hiyerarşik bir organizasyonun her üyesi, kifayet etmeyeceği seviyeye kadar terfi eder” tespitine dayanıyordu. Bu ilkenin kastettiği şuydu ki hiyerarşik bir organizasyonunda işinde başarılı her görevli bir üst mevkiye terfi eder. Ta ki, bir mevkide başarısız olana kadar. Artık terfi etmeyip o mevkide kalmaya devam eder. İşte bundan dolayı da her organizasyon, zamanla, organizasyondaki her birimin başında, kendi konumunda başarısız olduğu için bir üste terfi etmeye ehil olmayan ayrı bir kifayetsizin oturduğu bir yapıya dönüşmekten kaçınamaz.
Amerikalı sosyolog Robert Merton da 1957 yılında yayınlanan Sosyal Teori ve Sosyal Yapı kitabındaki birçok eleştirisiyle ‘bürokratların insan olması’ gerçeğinden doğan sorunlara dikkat çekiyordu. Örneğin, ‘eğitimli yetersizlik’ kavramını gündeme taşıyordu. Sadece belli bilgi ve şartların eğitimini almış bürokrat, ufku bu mevcut bilgi ve bakışla sınırlı olduğu için değişen şartlar ve yeni durumlar karşısında yetersiz kalırdı.
Merton’un gündeme getirdiği sorunlardan biri ise, hepsi aynı eğitimin filtresinden geçmiş bürokratların “aşırı uyum” körlüğü yaşamalarıydı. Bu körlük, farklı sosyal grupları görmezden gelmekten alternatif bakışlara kapanmaya kadar çok sayıda soruna yol açabilirdi. Ama en önemlisi bürokratların bir bürokratik işleyişe aşırı odaklanarak o bürokratik işleyişin kurulma amacını sıklıkla gözden kaçırabilmesine, araçları amaç gibi görmelerine neden olabilirdi.
Katı kuralları ve inceleme prosedürleri nedeniyle, bürokrasinin değişen sosyal ekonomik koşullara uyum ağırlığı da bir başka eleştiri konusuydu. Bu yavaşlık, aslında istikrar ve öngörülebilirliğe neden olmayı amaçlayan planlı bir tasarımdı. Ama teknolojik, ekonomik ve sosyal değişim hızının 1970’lerden sonraki olağanüstü artışı bu yavaşlığı belli alanlarda dezavantaja dönüştürdü.
Hantallık, kaynak israfı, yeniliklere kapalılık, nüansız işlemlerin mağdur ettiği kesimler büyüdükçe akademide, medyada, sosyal kültürde bürokratik devlete dönük eleştirilerin sesi de yükseldi.
Weber ile hayat ve saygınlık bulan “bürokrat” terimi, daha 20. Yüzyılın ortalarında bir tenkit nitelemesine dönüşmeye başlamıştı bile.
Örneğin, Ludwig Von Mises, 1944 tarihli ‘Bürokrasi’ adlı çalışmasında, bürokratı, “rekabete dayalı bir düzende asla başarılı olamayacak kifayetsiz uzman” şeklinde genelleştirerek aşağılıyordu.
Bürokratı aşağılama yarışı 1970’lerde, ‘bürokratların yatakta bile berbat oldukları’ iddiasına kadar ulaştı. Siyaset bilimci Ralph Hummel, 1977’de yayınlanan Bürokratik Deneyim kitabında, yaptıkları işin kişiliklerine etkisinden dolayı bürokratların sevme veya sevişme yeteneklerinin köreldiğini, yatakta da robotlaştıklarını iddia ediyordu.
Bazen bel atına inse de bürokrasiye karşı bütün bu entelektüel, akademik, siyasi ve toplumsal teyakkuz hali aslında bürokrasinin gücünü dengeleyici ve denetleyici bir işlev görmesiyle oldukça yararlı bir işleve sahipti.
Örneğin ABD Kongresi, böylesi tepki ve eleştirilerin tetiklemesiyle 1946 yılında, 20. Yüzyılda çıkardığı en dönüştürücü reformlarından ikisini kabul edecekti. Bunlardan İdare Hukuku Usul Yasası (APA) idarenin bütün iş ve kararlarına yargı denetimi getirecekti. Yasama Faaliyetini Yeniden Organize Yasası ise, Kongre’ye hemen her konuda bürokratik kurum ve yöneticileri, ilgili oldukları Kongre komitesi önünde mülakata, sorgulamaya ve hatta soruşturmaya tabi tutma yetkisi vererek güçlü bir Kongre denetimi getiriyordu.
Sonraki on yıllarda Bilgi Edinme Hakkı Yasasından, Whistleblower Yasasına (devletteki yanlışları, yasadışılıkları, suistimalleri medya veya savcılara sızdıran memurların kariyerini ve kişiliğini koruma yasası) kadar farklı düzenlemelerle medyanın denetim gücü de tesis edilecekti. Buna sendikalardan barolara kadar hak örgütlerinin güçlendirilmesi de eklendiğinde bürokrasi üzerinde sivil toplumun doğrudan denetimi daha da pekişecekti.
Modern devlet düzenine karşı kutsal ittifak
Ne var ki 1970’lerde bürokratik modern devlet düzeni karşıtlığında yıkıcı bir ittifak yapısı oluşmaya başladı. Birbirinden farklı amaçları ve çıkarları olan bazı sosyal, siyasal ve ekonomik çıkar grupları, ortak düşman gördükleri ‘bürokratik işleyişe sahip modern devleti’ sona erdirme gayesinde buluştu.
Bu ‘kutsal ittifak’, motivasyon kaynakları itibarı ile kabaca üç gruba ayrılıyordu.
Birincisi bürokratik işleyişe sahip devlet düzenine ideolojik saiklerle karşı olan liberteryanlardı. Onlara göre bürokratik regülasyon ve denetim insanın ve piyasanın özgürlüğüne bir prangaydı.
Modern devlet otoritesine karşı kutsal ittifakın ikinci grubunu, vergi, denetim ve regülasyondan kurtulma peşindeki milyarderler ve şirketler oluşturuyordu.
Modern devlete karşı kutsal ittifakın en gürültülü ve kalabalık grubu ise bağımsız bürokratik işleyişe sahip demokratik düzene dini ve sosyo-kültürel saiklerle karşı olan gruptu. Hristiyan dincilerden, kültür milliyetçilerine ve beyaz ırkçılara kadar uzanan bir yelpazeye sahipti.
Irkçı ve kültür milliyetçisi grupları besleyen en önemli şey sosyal değişimlerin neden olduğu korku ve paranoyalardı. 20. yüzyılda bürokratik işleyişe sahip devlet düzeni sayesinde demokratik vatandaş eşitliği topluma yayıldıkça 1960’lardan itibaren dünya demokrasileri daha heterojen kimlikli hale gelmeye başladı. Önce köylerden kentlere, ardından az gelişmiş ülkelerden çok gelişmiş ülkelere kitlesel göç de bu heterojenliği hızlandıran bir etki yaratıyordu. Daha önce toplum içinde olup da karanlıkta kalmış yerli (indigenous), etnik, inanç kimliklerinin vatandaşlık yetkilerini kullanmaya başlayarak kamusal alanda daha görünür hale gelmesi de çoğunluk kimliği mensuplarının iptidai asabiyet korkularını depreştiriyordu.
“Bizden bir lidere, bizimle aynı inancı, soy kimliğini, dili, kimliği, sosyal sınıfı paylaşan dışlayıcı bir babaya sarılma” fikri, herkesin hakkını koruyan bir devlet fikrinden, vatandaş eşitliğine gerçekten inanan kapsayıcı hukuk devleti fikrinden daha cazip hale geldi.
1960’larda temeli atılan Çoğulcu-Eşitlikçi-Kapsayıcı (DEI) politikaların koyduğu kotalar nedeniyle, kadınların ve eşcinselliğini saklamayanların da önce iyi üniversitelerde ardından önemli kamusal görevlerde görünmesine yol açması da 19. Yüzyıl sonunda kadınların oy hakkı mücadelesi sırasında olduğu gibi ‘erkeklik kayboluyor’, ‘aile yok oluyor’ korku dalgasını bir kez daha yükseltecekti.
Hristiyan dincilerin, bürokratik işleyişe sahip devlet düzenine duyduğu antipatinin ana nedeni ise laiklikti. Kamu yetki ve hizmetlerinin hiçbir dinin lehinde kullanılamaması ilkesi, çoğunluk inancını kamusal alanda resmi otorite olmaktan çıkarıyordu. Kamu yetki ve hizmetlerinin hiçbir dinin aleyhinde kullanılamaması ilkesi ise çoğunluk inancından veya dini yorumundan farklı inançların da kamudan çoğunluk inancıyla eşit muamele görmesine yol açıyordu. Devletin, çoğunluğun dini olan Hristiyanlığı kayırmaması, kamuda diğer inançlarla eşit muamele görmek, Hristiyancı çevrelerde ‘mağduriyet’ söyleminin mâkes bulmasına yol açacaktı. “Kamu kurumları veya kamu personeli açıktan ‘Hayırlı Noeller (Merry Christmas)’ bile diyemiyor, bu Hristiyanlık düşmanlığıdır” veya “Amerika bir Hristiyan ülkesi ama okullarda çocuklarımız açılış duası bile yapamıyor” gibi söylemlerle “öz yurdunda garipsin öz vatanında parya” temalı ağıtlarla gelişen bu laik devlet karşıtlığı son 50 yılda önemli bir sosyal taban kazandı. Laiklikten kurtulup ABD’yi yeniden Hristiyan ülke yapmanın yoluysa laikliğin uygulayıcısı olan legal bürokratik düzenden kurtulmaktı.
‘Küçük devlet’ fikrinin yükselişi
ABD’de modern devlet karşıtı ittifakı oluşturan bütün gruplar, 1970’lerde ‘modern devlete’ karşı cihada başladıklarında hala nicelik olarak azınlıktaydılar. Geniş toplumda hala saygınlığa ve güvene sahip bürokratik devlet düzenini yok etme iddiası yerine, toplumda daha kabul görecek ‘devleti küçültme’ söylemine sarıldılar. Muhafazakâr kanaat önderi Grover Nordquist’in o günlerde ifadesiyle, “küvette boğulabilecek kadar küçük bir devlet” iddiasındaki bu kutsal koalisyon, 1980’lerin başında Reagan’ın başkanlığıyla hayalini kurdukları momentumu nihayet yakaladı.
Reagan yönetimi, ABD’nin yedinci Başkanı Andrew Jackson’un kuvvetler ayrılığına iptidai yorumunu (bir önceki yazıda detayını okuyabilirsiniz), ‘yürütme erkinin birliği teorisi (Unitary Executive Theory) adıyla yeniden gündeme getirdi. Yani yargı erki mahkemelerden, yasama erki Kongreden oluşur. Devletin geri kalan tamamı yürütme erkidir dolayısıyla da yürütme erkinin başı olan başkanın tam emrinde olmalıdır.
Yürütme Erkinin Birliği teorisi sonraki onyıllarda, yargıdan, özerk kurumlara kadar birçok kurumu siyasallaştırmaya, taraf haline getirmeye başladı.
1980’lerde yükselen özelleştirme ve regülasyonsuz hale getirme politikaları ise, birçok kamu hizmetini, sonraki on yıllarda orta sınıflar için erişilebilir olmaktan çıkaracaktı. Orta sınıf eridikçe, gelir uçurumu derinleştikçe ve fırsat eşitsizliği yaygınlaştıkça kamusal düzene güven de eriyecekti. Yüzyılın başında halk yığınları, kendilerine fayda getirmeyen bu düzeni yıkmayı vaat eden popülist seslere kulak kabartmaya başlayacaktı.
2000’lerde dünyada medya teknolojisi ve düzeninin radikal şekilde değiştiği bir dönem olması da böylesi popülist seslere avantaj sağlıyordu. Sosyal medyanın, denetimsiz, önyargılara hitap eden kısa mesajları, nüansları ve ilkeleri olan geleneksel gazeteciliğin yerini alıyordu. Bu yeni iletişim kültürü, basit açıklamaya, siyah beyaz netliğine sahip, iptidai, duygusal retoriklere dayalı söylemlere sahip mesajları öne çıkarırken, rasyonel, derinlikli, uzun vadeli program ve politika konuşmalarını duyulmaz hale getirecekti.
Devletin yapıbozumu
‘Küçük devlet’ iddialı mahcup söylem 2010’ların sonunda yerini modern devletin tamamen bitirilmesi açık vaadine bıraktı. Trump’ın en önemli danışmanlarından biri olan Steve Bannon’un, Muhafazakâr Siyaset Aksiyon Komitesi’nin (CPAC) 2017 yıllık toplantısında yaptığı konuşmada “asıl hedefimiz devletin yapıbozumu” diye konuşmasından beri ‘devletin yapıbozumu’ olarak adlandırılan süreç başladı.
Bütün bu hoşnutsuzluk, paranoya ve öfke dalgasında yükselen popülist liderler gibi Trump’ın da bürokratik legal devlete duyduğu antipatinin, bu hareketi doğuran kutsal ittifakın “küçük devlet”, “liberteryanizm”, “milliyetçilik” vs gibi sistemsel veya ideolojik motivasyonlarıyla bir ilgisi yok. NY Times yorumcusu Ezra Klein’in “devlet başkanlığı yapamayacak kadar zayıf karakterli oldukları için hükümdar olmaya çalışıyorlar” dediği tüm demokratörler gibi Trump da iki temel motivasyonla bağımsız bürokratik işleyişe sahip devlet fikrinden nefret ediyor.
Birincisi, hukuk, regülasyon ve denetim, iktidardaki gücün dostları olacak konseptler değil. Devlet gücüne siyasi çıkardan bağımsız hukuk, regülasyon ve denetim uygulandığı sürece kendisini asla güvende hissedemez.
İkincisi ise ailesini ve sadık arkadaşlarını iktidar nimetlerinden ölçüsüzce yararlandırmak, muhaliflerini ise göstere göstere cezalandırmak istiyor. Trump’ın, başkan olmaktan bütün anladığı işte bu güce sahip olabilmek. Siyasi etkiden bağımsız denge denetleme sisteminde bunu yapamaz.
Peki Trump neden ilk döneminde değil de şimdi yapabiliyor?
Aslında yapmak istedi. Örneğin, memurları topluca tasfiyenin yollarını araştırdı. Ancak Devlet Memurları Kanunu gibi kanunları aşamadı.
Elbette ki o kanunlar bugün de yürürlükte ama bugün artık yerinde olmayan bir şey var: “Kanuna toplumsal saygı”. Kanunlar, bir yerde yazılı oldukları için kendiliğinden güçlü faktörler değil.
Mark Twain’in Gilded Age romanında karakter Philip Sterling’in dediği gibi, “Kanun bütün gücünü, kanuna herkesin uymasını dini bir farz gibi görecek vatandaştan alır. Hiçbir hukuk düzeni, vatandaşlar, kanunun asıl muhafızının kendileri olduğu düşüncesini akıllarında tutmuyorsa ayakta kalamaz”.
Kanunlara uyulması, 2010’ların sonunda siyasetin ve halkın çoğunluğunun hala duyarlı olduğu bir endişeydi. Trump beş yıl sonra ikinci kez başkanlığa yürüdüğünde ise arkasında, kanunların sadece muhalifler ve göçmenler için var olduğuna inanan, kendilerinden olanların her türlü kanunsuzluğunu ise vatansever cesareti olarak alkışlamaya hazır bir seçmen tabanı, parti grubu ve kifayetsiz muhterislerden oluşan bir kadrosu vardı.
Bakanların öncelikli görevi bakmamak
Her demokratör gibi Trump da kurumlara değil sadece şahıslara güven duyabildiğinden, danışmanlarının, bakanlarının sadık bürokratlarının görev aldıkları alanda birer derebeyi gibi güçlenmesine kapı aralıyor. Yeni rejimde bu yüzden bakanlık yok artık sadece bakan var.
Şahsı dışında bir ‘kamu otoritesi’ istemeyen Trump’ın bakanlardan öncelikli beklentisi ise bakanlıklarının bakmamalarını sağlamaları.
Trump’ın ikinci döneminde bakan olarak seçtiği isimlerin en ortak özelliğinin, ya görev yaptıkları bakanlığın yapması gereken işleri sevmeyen, ya da bu işleri yapmayacağına dair söz vermiş ve hatta bazılarının, bakanı oldukları bakanlığın var olmasını bile istemeyen insanlar olmaları tesadüf değil.
Çalışanların haklarını korumak için kurulmuş Çalışma Bakanı, bakanlık çalışanlarının dörtte birini gerekçesiz işten kovarak başladı. Çalışanları, iş sözleşmesinin iki bağımsız tarafından biri olarak tanımlayan çalışan dostu yönetmeliği hem de 1 Mayıs günü iptal etti.
Adalet Bakanı, koltuğunu, adalet terazisinin bir kefesine yerleştirerek bakanlığını Trump’ın şahsi avukatlık bürosuna dönüştürmüş durumda.
Eğitim Bakanı, eğitim bakanlığının varlığına karşı. Bakanlığı tamamen kapatmaya çalışıyor. Büyük ölçüde de başardı.
Sağlık Bakanı, sadece aşılara değil, modern tıbba ve bilime de karşı. Aynı anda hem gıda, ilaç ve sağlık endüstrisi etrafında her türlü komplo teorisine sözcülük yapıyor, hem de bu endüstrilere dönük bütün regülasyon ve denetimi kaldırıyor.
Savunma Bakanı Pete Hegseth, ‘savunma’ sözcüğünden nefret ediyor. Bakanlığının adını anayasaya aykırı şekilde ‘Savaş Bakanlığı’ şeklinde adlandırıyor. Cenevre Sözleşmesi veya ABD’nin Savaş Suçları Yasası gibi uluslararası veya ulusal savaş kurallarını “savaş kazanmamızı imkânsız hale getirdiği için kurtulmamız gereken yükler” olarak nitelendiriyor. Modern devlet zamanında oluşmuş legal güç – ölümcül güç (lethal) dengesinden vazgeçilmesi ve feodal dönemde olduğu gibi sadece ölümcül bir güç olmaya odaklanılması gerektiğini Senato mülakatında bile gizlemiyor: “Askerlerimiz, düşmanlarımızı ezip geçmeli ve yollarına yasaların hukukçuların çıkmayacağından emin olmalı”.
Siyasi ve akademik kariyeri, görev yaptığı bakanlığın kurumsal hafızasını, uluslararası hukuku görmezden gelemeyeceğini düşündüren Dışişleri Bakanı Marco Rubio bile, 200 yıllık modernleşme çağında oluşmuş bütün uluslararası hukuk ve diplomasi kurallarını tehdit ilan eden anlayışa itirazsız biat etmiş durumda. “Bizim başkan manyak, ne yapacağı belli olmaz, ona göre” tehdidi üzerine kurulmuş sığ, öngörülemez ve kabadayı bir dış politikanın sözcüsü konumunda. Amerikan diplomasisinin, Oval Ofis’te “Ne vereceksin abine! Ne vereyim abime!” amiyane pazarlığına indirgenmesini izlemekle yetiniyor.
‘Derin devlet’in tasfiyesi!
Bürokratik işleyişe sahip modern devlete karşı savaşan kutsal ittifak, daha önceleri ‘administrative state (idari devlet)’ veya ‘establishment (müesses düzen)’ diye andığı devlet düzenini, 2010’larda ‘bürokratik oligarşi’ diye isimlendirmeye başlamıştı. İktidara gelip devlete dönüştükleri Trumpian çağda ise ‘derin devlet’ adını kullanmaya başladılar.
Trumpist jargonda ‘derin devlet’, askeri, istihbari veya finans güçlerini ifade etmiyor. Nitekim bu odakların Trump döneminde tarihlerinin en denetimsiz, en keyfi, en yolsuz dönemlerini yaşayacağı görülüyor. Trump ve yandaşları ‘derin devlet’ derken, bağımsız soruşturma, denetim ve regülasyon kurumları ile bağımsız federal yargıçları kast ediyorlar. Yani modern hukuk devletini var eden kurumları…
IRS, FBI, FED, SEC, FCC gibi kurum ve kurullar, zaten, varlık nedeni olan görevlerini yerine getirmesi, sadece ve sadece, siyasi iktidardan veya partizan görüşten bağımsız olmalarıyla mümkün olabileceği için özerk şekilde kurulmuşlardı. Bu kurumları, devlet yetkililerinin, büyük şirketlerin, bankaların suistimallerine karşı halkın güvencesi ve dostu haline getiren de bu özerk yapılarıydı.
Örneğin, soruşturma ve inceleme başlatma yetkisine sahip iki kurum, Gelir Vergisi Dairesi (IRS) ile Federal Soruşturma Dairesi (FBI).
IRS bağımsız olduğunda, mali bilgilerinizin, devletin diğer kurumlarından ve siyasi iktidardan gizli tutulacağını bilirsiniz. İktidarı eleştirdiğinizde maliyecilerin işyerinizin kapısına dayanmayacağından emin olabilirsiniz.
Bu iki kurumun soruşturma ve inceleme yetkilerinin siyasi iktidarın değil yasaların hizmetinde olduğundan herkesin emin olması ve böylece kamusal düzene güvenin devam etmesi ancak bu kurumların siyasi tarafgirlikten korunmalarıyla mümkün.
Hatta kendi kariyerlerini belli bir siyasi kadronun iktidarda kalmasına bağlı görmesinler diye bu iki kurumun başına atananlara, kabine üyelerinden farklı olarak başkan değişimi ile sınırlı olmayan bir görev süresi getirilmişti. Normalde FBI Başkanları 10 yıllık ve IRS başkanları ise 5 yıllık süre için göreve geliyor. 60 yıla yakın süredir Demokrat veya Cumhuriyetçi başkanların tümü bu norma uydu ve kendilerinden önceki başkanın seçtiği FBI veya IRS başkanıyla çalışmayı sürdürdü.
ABD tarihinde FBI Başkanının 10 yıllık görev süresi dolmadan kovulması sadece iki kez gerçekleşti. İkisinde de Başkan, Donald Trump’tı. Trump, ilk başkanlığında, görev süresi hala dolmamış olan James Comey’i kovup yerine Christopher Wray’ı atayarak, federal soruşturmaların siyasetten bağımsızlığı teamülünü yerle bir etti. 2020’de başkan seçilen Joe Biden, Trump’ın teamüle aykırı şekilde FBI Başkanı olarak atadığı Wray çalışmayı dört yıl boyunca sürdürerek teamüle yeniden hayat vermek istedi.
Ne var ki Trump, ikinci başkanlığına da 5 yıl önce kendisinin bu göreve getirdiği Christopher Wray’ı kovarak başladı. Yerine, 2020 seçiminin hileli olduğunu ilan ettiği kitabına ‘Kral’a Kumpas’ adını koyan, kitabında Trump’tan ‘King Donald’ diye bahseden, komplo teorisyeni Kash Patel’i FBI Başkanı olarak atadı. Trump Patel’den beklentisinin kendisine muhalif olanları soruşturmak olduğunu sosyal medyadan açıkça ifade edebiliyor. Patel ise buna uyacağını yine adeta trol gibi kullandığı sosyal medya hesabından açıkça sergileyebiliyor.
Yine bizdeki RTÜK’ün mukabili olan Federal İletişim Komisyonu da (FCC), ABD Başkanının, bu kurulu, muhalif TV kanallarını cezalandırma aparatı haline getirememesi veya hükümet çizgisinde tek sesli bir medya düzeni kuramaması için başkandan bağımsız, partiler üstü bir kurul olarak tasarlanmıştı. FCC’nin, iktidardan bu bağımsızlığı sayesinde, Amerikan halkı, resmî açıklamaların gizlediği gerçeklere, farklı düşüncelere, perspektiflere ve bilgilere erişim imkanına sahip olabiliyordu.
Trump ise kurulun başkanlığına, “2025 Projesi” adlı muhafazakâr eylem planında FCC Dosyasının yazarı olan Brendan Carr’ı atadı. Muhafazakâr aleyhtarı yayın yapan medya kurumlarının cezalandırılması gerektiğini açıktan savunan Carr, kurum tarihinde görülmemiş şekilde yayınlarını beğenmediği kanalları frekans iptali ile tehdit ederek yayınlarını Trump’ın istediği doğrultuda yapmaya zorluyor. Yüksek Mahkeme’nin hukuka sahip çıkacağından emin olmadıkları için de birçok ana akım medya kurumu frekans, lisans iptali gibi tehditlerle yapılan baskıya boyun eğmeye başlamış durumda.
Yine Merkez Bankası (FED) başkanın ekonomik politikalarının imajı için günü kurtarma aparatı değil, ülke ekonomisinin ve parasının uzun vadeli istikrarını koruması için bağımsızdır. Trump ise, aldığı bir kararın hemen bolluk bereket yarattığı algısı yaratabilmek için FED’in yetki ve rezervlerini kullanmak istiyor.
Trump, daha başkanlığı devraldığı hafta, bir gecede, kamu kurumlarında yolsuzluk, usulsüzlük ve israfı denetleyen 17 sayıştay müfettişini topluca işten kovarak, büyük ihaleler açan kamu kurumlarını her türlü yolsuzluk ve israfa açık bir karanlığa boğdu.
Herhangi bir soruşturmada kendi istediği yönde karar almayan federal savcıları aynı gün meslekten kovuyor. Atadığı savcılar, göreve başlar başlamaz Trump’ın hedefe koyduğu şahıslar aleyhine soruşturma başlatmaktan çekinmiyor.
Trump, kendisine, bakanlarına ve politikalarına karşı açılmış davalarda karşı tarafa avukatlık hizmeti veren avukatlık şirketlerine devlet ambargosu koydu. Bu firma avukatlarının kamu kurumlarına bilgi almak için girişlerini veya kamu kurumlarına hukuk hizmeti sözleşmesi yapmalarını yasakladı.
Yine Trump, modern devleti ayakta tutan denetim, inceleme ve soruşturma kurum ve kurullarının yanı sıra bütün kamu bürokrasisini, ‘devleti küçültme’, ‘verimliliği artırma’, “devlete yerleşmiş ‘woke’çu haşere sürülerini tasfiye” gibi somut olarak belirlemesi güç iddialarla gerçekleştirdiği tasfiyelerle her geçen gün eritiyor.
Bürokrasi, sadece ‘memurlar’ demek değil. Onların yaptığı iş ve işlemleri de kapsayan bir terim bu. Dolayısıyla toplu memur tasfiyesi, devletten sadece bir grup insanı değil, onların yaptığı bütün işi de tasfiyedir. Buradaki nüans, kamuoyunun dikkatini o işin ne olduğundan çok, DEI torpillileri, Woke’çular, lunatik solcular, komünistler, dinsizler, milletin düşmanı küreselciler gibi söylemlerle yaftalanan memurların kendisine odaklamak.
Bürokrasinin eskisinden çok daha güçlü ve dokunulamaz olması
Bir diğer gözden kaçan nüans ise, “devletin küçültüldüğü” ve “vatandaşın atanmışların sultasından kurtarıldığı” yalanı. Trump da tüm demokratörler gibi, bürokratik oligarşiyi yıkıyorum iddiasıyla gelip, halk için, eskisi ile kıyaslanamayacak oranda dokunulamaz ve güçlü bir bürokrat sınıfı oluşturuyor. Örneğin düne kadar FBI hakkında her türlü aşağılayıcı mizahı yapabilen komedyenler, her türlü iddiayı çekincesiz hemen haberleştiren gazeteciler bugün iki kez düşünüyor. ABD’de ilk kez vatandaşlar federal devlet kurumlarını sosyal medyada eleştirmeye çekiniyor. Vatandaş, kendisine kimlik soran maskeli ve üniformasız şahıslara kim olduklarını soramıyor.
Milletvekilleri ve Senatörler, Kongre önünde mülakata veya sorguya çağırdıkları bakan ve bürokratlara sordukları hiçbir somut soruya yanıt alamıyor. Atanmış bakan ve bürokratlar, halkın temsilcisi milletvekili ve senatörleri hem de kameralar önünde aşağılayıp, polemiğe girebiliyor. Göçmenlik polisleri (ICE) bile milletvekillerini itip kakıp yerlere atabiliyor ve hatta tutuklamaya kalkabiliyor.
Trumpist düzende üst düzey bürokrat olmak, Kongre üyesi olmaktan çok daha güçlü bir konuma geldi. Dünyanın en zengin adamının bile siyasete girmeye karar verdiğinde ‘senatör’, ‘milletvekili’ olmak yerine, yasal mevzuatı bile olmayan nevzuhur bir kurumda (DOGE) danışman unvanlı bir bürokrat olmayı tercih etmesi yeni rejimin çarpıcı göstergelerinden biriydi.
Patrimonyal rüya: Tek erkli devlet
ABD Anayasası, modern devlet konseptine uygun olarak, milli iradenin tecelligahı olan Kongreyi devletin merkezine yerleştiriyor ama yeni rejimde yasama erki, üyelerinin, sosyal medyaya içerik üretme peşinde olduğu bir performans sahnesine dönüşmüş durumda. Öyle ki Trump, kendinden önceki bütün başkanların aksine yemin töreni konuşmasına Kongre’den tek bir yasa beklentisini bile dahil etmemişti. “Başkanlığın ilk 100 günü” geleneği, 1933’te göreve başlayan F.D. Roosevelt’in ilk günde Kongre’den her biri çıkarması yıllar alabilecek dev reformlar getiren 15 yasa çıkarmasına öncülük etmesiyle başlamıştı. Trump ise ilk 100 gününde sadece kararnameler yayınladı. Bütçe gibi zorunlu yasalar dışında Kongre üyeleri ile muhatap olmak istemiyor.
9 üyesinden 6’sı muhafazakâr olan Yüksek Mahkeme’nin çok büyük oranda Trumpist yönde kararlar vermesi nedeniyle şimdilik yüksek yargıya açıktan savaş açmış değil. Ama çoğu anayasa ve yasaya açıkça aykırı kararnamelerini iptal eden federal mahkemeleri, solcu lunatik yargıçların egemenliğinde, milli iradeyi hazmedemeyen odaklar olarak yaftalamaktan çekinmiyor.
Yeni rejimin koridorlarında “mahkeme kararlarını tanımama” sesleri bile yükseliyor. Başkan Yardımcısı JD Vance şubat ayında X platformunda, “yargıçlar, yürütme erkinin meşru gücünü denetleme yetkisine sahip değil” diye yazarak 1803’te tesis edilen yargısal denetimi reddetme cüreti gösterecekti. Vance yine aynı günlerde, “Başkan Trump bütün orta düzey bürokratları da kovup yerlerine bizim arkadaşları yerleştirmeli. Eğer mahkemeler bunu iptal etmeye kalkarsa da Yedinci Başkan Andrew Jackson gibi mahkemelere, “buyurun kararınızı uygulayın, bakalım nasıl uygulayacaksanız!” diye meydan okumalı” diye konuşabilecekti.
Kongrenin denetiminden çıkmış devlet gücünü yargıdan da özgürleştirmek isteyen ve Orta Çağdaki gibi tek erkli hale getirmek isteyen bu iddianın, sadece demokrasi ile değil, modern devlet konseptinin kendisi ile sorun yaşadığı açık.
İşte Jonathan Rauch’tan Hanson ve Kopstein’e kadar birçok gazeteci ve akademisyenin, patrimonyalizmin karşıtının demokrasi değil, “bürokratik sürece sahip modern hukuk devleti” olduğunu savunması bundan. Dolayısıyla bu dalgayla yüzleşmek, yalnızca sandıkta kazanmaya çalışarak değil, aynı zamanda demokrasinin sıklıkla ihmal edilen üç ön koşulu etrafında yeniden birleşmekle mümkün: Hukukun üstünlüğü, liyakate dayalı bağımsız kamu hizmeti ve vatandaş eşitliği.
Hanson ve Kopstein, bürokratik işleyişe sahip hukuk devletini müdafaanın, Trump’tan hemen önceki statükoyu muhafaza şeklinde anlaşılmamasının önemine de dikkat çekiyorlar. Bu yüzden de devlete veya bürokrasiye son yarım yüzyılda getirilen haklı eleştiri, itiraz ve isyanların hepsini ‘modern devlet karşıtlığı’ olarak görmüyorlar.
Hanson bir röportajında, “Sovyet planlama ekonomisi üzerine yıllarca akademik çalışma yapmış insanlar olarak aşırı bürokrasinin hem ekonomik büyümeye hem de bireysel özgürlüklere oluşturabileceği tehdidi biliyoruz” diyor ve ekliyor:
“Ama sorun şu ki, devlet gücünün kötüye kullanılmasını dizginleme yönündeki anlaşılır talep, dünya çapında modern devletin kendisini devirmeyi amaçlayan bir harekete dönüştü. Bu yönelim, itirazlarımızın umduğu sonuçlara ulaştırmaz bizi. Aksine devlet gücünü, devleti şahsi mülkleri olarak gören hanedanlıklara teslim edecek. Bu da uzun vadeli sosyal güvenliğimiz, refahımız ve emniyetimiz üzerinde hesaplanamaz büyüklükte tahribe yol açacak.”
Hanson’a göre bürokrasinin performansı, çapı, başarısızlığı her zaman tartışmaya açık olmalı. Ama anayasaya bağlı tarafsız bürokrasinin varlığı ise, eğer istenen padişahlık değilse, tartışmaya asla açık olmamalı.
20. Yüzyıl boyunca hiçbir siyaset bilimci patrimonyal otorite tarzının kamu idaresine böylesine ciddi bir geri dönüş yapacağına ihtimal vermiyordu. Amerikan devlet düzenindeki çözülmenin hızının şaşkınlık verici olmasının nedenlerinden biri de bu. Stephen Hanson ise bu hızlı demokratik çözülmeye hem kamu düzenlerinin hem de toplumların hazırlıksız yakalanmalarının en önemli nedeninin, modernleşme hakkında algı yanlışlığı olduğunu kaydediyor: “Bir devlet, bir toplum ve bir kamu düzeni bir kez modernleşti mi, bu bir daha geri döndürülemez yanılgısı.”,
Hanson, tarafsız bürokrasiye sahip modern devleti, soluduğumuz havaya benzetiyor. Sadece bir kez nefes alamasak öleceğimiz halde havanın öneminin hiç farkında olmuyoruz. Bir şeyler ters gitmedikçe varlığını unutuyoruz.
Bazı tarihçiler 19. Yüzyılın 1914 yılında bittiğini kabul eder. Economist dergisinin, “Trump’ın ikinci kez seçilişiyle 20. Yüzyılın bittiği” tespiti bu atfıyla ilginçti. Eski düzen yıkıldı ama yeni bir düzene geçildiği de yok. Dönemin ABD Başkanı Franklin D. Roosevelt’in 1930’larda demokrasilerin art arda faşist lider üretmesine yeni dünya düzeni denmesine itirazındaki gibi, “Bu ne yeni ne de düzen!”.
Trump ilk başkanlığında ‘Altın Çağ’ olarak 1980’li yılları gördüğünü söylüyordu. 2020’lerin başında Amerika’nın yeniden dönmesi gereken harika dönem, 1950’li yıllar oldu. Ardından 1920’leri övmeye başladı. İkinci başkanlığına başladığında “o harika dönemin” 1890’lar olduğunu söyledi. Yani Gilded Age’ın (Altın Kaplama Çağın) en zirvede yaşandığı yıllar.
Ancak son 10 ayda tanık olduklarımız 1890’lar yani Gilded Age çağı Amerika’sının bile Trump’ın sahip olmak istediği patrimonyal otorite için yeterli olmayacağını gösteriyor. “Trump’ın altın çağı” düzeni, diğer bütün demokratörlerin rüyası gibi, modern devletten önceki düzeni ifade ediyor.
Küresel demokrasi üzerine çalışmalarıyla bilinen Stanford Üniversitesi Profesörü Larry Diamond, Francis Fukuyama ile katıldığı bir podcast sohbetinde, “Önümüzdeki dört yıl içerisinde, 19. yüzyılın sonlarından, yani Gilded Çağından bu yana görmediğimiz türden, şaşkınlık verici boyutlarda bir yolsuzluk ve ahbap-çavuş kapitalizmi orjisine tanık olacağımız görülüyor” diye konuştuğunda Fukuyama şerh düşmekten kendisini alamayacaktı:
“Gilded Age çağından çok daha beter olacak”.
Cemal Tunçdemir‘i Twitter’dan takip edebilirsiniz
SERİNİN DİĞER YAZILARI
