Skip to content
Menu

Mississippi hala yanıyor!

rek-ferg

CEMAL TUNÇDEMİR

18 Kasım 2014

21 Haziran 1964 günü 20’li yaşlarındaki üç genç aktivist, Mississippi eyaleti Neshoba Bölge şerifince gözaltına alındı. Andrew Goodman(20) ve Michael Schwerner (24), eyaletteki siyahları ‘artık seçme hakkkına sahip oldukları ve sandığa gidip oy kullanarak geleceklerine yön vermeleri’ konusunda bilgilendirmek ve seçmen kaydı yapmalarına teşvik etmek için 1964 yazında eyalete akın eden ‘özgürlük işçileri’ndendi. Sadece bu amaçla New York’tan kalkıp gelmişlerdi. Kendisi de siyahi olan aktivist James Chaney(21) ise onlara eyalette katılmıştı.

Irkçı güneyin derinliklerindeki bu insan hakları faaliyeti nedeniyle 1964 yılı yazına Amerikan politik literatüründe ‘Freedom Summer (Özgürlük Yazı)’ deniyor. Eyalete akın eden insan hakları savunucusu aktivistler ile onlara yardımcı olmaya çalışan yerel siyahi aktivistlerin en büyük düşmanı ise Ku Klux Klan (KKK) çetelerinden önce eyaletteki, ırkçı beyazların kontrolündeki yerel polis güçleriydi.

21 Haziran 1964 sabahı yerel polisçe gözaltına alan üç aktivist genç, karanlık çöktükten sonra serbest bırakıldı. Şerif ofisinden arabalarıyla uzaklaştıktan birkaç kilometre sonra yollarını kesen KKK üyelerince kaçırıldılar. Ertesi gün 3 aktivistin kaybolduğu anlaşılınca, dönemin Adalet Bakanı Robert Kennedy, New Orleans’tan Mississippi’ye 150 FBI ajanını kaydırarak arama çalışması başlattı. 1988 yapımı Oscar ödüllü ‘Mississippi Burning (Mississippi Yanıyor)’ adlı unutulmaz filmin senaryosu işte bu arama çalışmasının öyküsüne dayanıyor. Kayıp üç aktivisti arama çalışmaları sırasında 8 Mississippi’li siyahın da cesedi bulundu. Çok geçmeden 3 aktivistin de cesetleri bir sulama göletinin içinde bulundu. New Yorklu beyaz aktivistler Goodman ve Schwerner’ın kafasına birer kurşun sıkılmıştı. Siyahi aktivist Chaney ise önce feci şekilde dövüldükten sonra 3 kurşunla öldürülmüştü.

FBI cinayetlerden 21 kişiyi suçladı ama bir süredir Federal Hükümete büyük muhalefet gösteren Misssippi eyaleti adli yetkilileri, zanlılara her hangi bir adli soruşturma yapmayı reddetti. Bunun üzerine federal mahkeme kuruldu ancak zanlılardan sadece 7’si birkaç yıllık cezalara çarptırılabildi. Cinayetin azmettiricisi ve organizatörü olduğu yıllar sonra anlaşılan 1925 doğumlu Edgar Ray Killen, ancak 41 yıl sonra 2005’te üç kez 20’şer yıl hapis cezasına çarptırılabildi. 3 gencin öldürülmesinden sadece 11 gün sonra, 2 Temmuz 1964 günü, dönemin ABD Başkanı Lyndon Johnson’ın imzalamasıyla ‘Sivil Haklar Yasası’ yürürlüğe girdi. Bu yasa ile, ABD toprakları içinde, ırk, etnik köken, renk, din, cinsiyete göre her türlü ayrımcılık yasadışı hale geliyordu.

Missisippi eyaleti, adını, dünyanın dördüncü uzun nehri olan Mississippi Nehri’nden alıyor.  ‘Mississippi’ kelimesi, Amerikan yerli kabilesi Ojibwe’lerin nehre verdikleri ‘misi-ziibi (Ulu Irmak) isminden geliyor. Kanada sınırından doğup ABD’yi kuzeyden güneye boydan geçen bu görkemli nehir, Mississippi eyaletinin de batısı boyunca geçtikten sonra Louisiana eyaleti içinde oluşturduğu deltadan Meksika Körfezinde dökülüyor. ABD’yi Missisippi’nin doğusu ve batısı diye ikiye ayıran Mississippi nehrinin adının, Amerikan toplumunu da ikiye ayıran ırksal gerilimle özdeşlemesi boşuna değil. Nehrin etrafından veya içinden geçtiği birçok eyalet, siyahlara yönelik ayrımcılıkta sicilleri oldukça kötü eyaletler.

ABD, 1964’teki Özgürlük Yazı’ndan ve Sivil Haklar Yasası’nın kabulünden tam 50 yıl sonra, hem de bir siyahi başkan döneminde, bir başka Mississippi nehri kentinde kendini yeniden ‘siyah halk – beyaz polis’ şiddetinin sarmalında bulmuş durumda. Missouri eyaletinin Mississippi Nehri kıyısında kurulu metropolü St Louis’in kuzey banliyösü Ferguson’da 9 Ağustos 2014 günü, gün ortasında beyaz polis memuru Darren Wilson’un, 18 yaşındaki siyahi genç Michael Brown’ı tam 6 kurşunla öldürmesi, St Louis’de yılların birikimi olan ırksal tansiyonun yeniden kıvılcım alıp bir yangına dönüşmesine sebep oldu. Dava açılıp açılmaması için kurulan yargısal soruşturma kurulunun 24 Kasım 2014 günü polis memurunun yargılanmasına gerek olmadığına karar vermesi ülke çapında siyahları ve insan hakları savunucularını sokaklara döktü. İronik olanı is aynı gün ülkenin başkentinde ise Barack Obama, 1964’te Mississippi’de öldürülen üç aktivist gence gıyaplarında Başkanlık Özgürlük Madalyası veriyordu. Amerika’nın kadim sorunu ve çelişkisi bir kez daha gün yüzüne çıkmıştı.

Siyah beyaz demokrasi

ABD’nin kurucu babaları, 1780’lerde ülkeyi inşa ederken, o günlerde birliğin güneyinde yer alan büyük siyahi azınlığın yükünü hissettiler. Ancak o günlerin zihniyet dünyasında bu yükü görmezden gelmeyi tercih ettiler. Kolonileri bir ataya gelemeden ayrıştırma potansiyeli nedeniyle görmezden gelinen bu sorun, ABD Anayasası’nın resmen kabulünden yaklaşık 70 yıl sonra 1860’ta tarihin en büyük iç savaşlarından biri olarak gün yüzüne çıktı. İç savaşı, Abraham Lincoln liderliğindeki kuzeyliler kazandı ve ABD’de kölelik yasaklandı. İç savaştan sonra siyahların büyük bölümünün yaşadığı Güney eyaletlerinde yasal zemini olmayan fiili bir durum olarak ayrımcılık devam etti. Kuzey şehirlerinde siyahlar biraz daha eşitlikten yararlanıyor görünüyordu ancak bu eşitliğin sosyal ve moral bir eşitlik olmadığı aslında sadece yasal bir eşitlik olduğu çok geçmeden ortaya çıkacaktı. Güneyli siyahların, otomobil, demir, çelik üretimi gibi yeni endüstrilerin beşiği St Louis, Chicago, Detroit ve New York gibi şehirlere kitlesel göçü başlayınca sorun daha da büyüdü.

Birinci Dünya Savaşı başladığında Amerikan siyahların yüzde 90’ı hala Güney eyaletlerinde yaşıyordu. Siyahların kuzeyin endüstri ve liman şehirlerine ilk kitlesel göçü de Birinci Dünya Savaşı yıllarında ve sonrasında yaşanmıştı. İkinci Dünya Savaşı ise yeni bir göç dalgası başlattı.

Siyahlarla beyazların, günlük yaşam içinde sık sık iletişim içinde oldukları ve karşılaştıkları Güney eyaletlerinin aksine kuzeyde siyah gettoları oluşmaya başladı. Ve bu gettolara yakın yaşayan beyazlarla, siyahlar arasındaki tansiyon büyüdü.

1920’li yıllarda siyahların eğitim imkanları arttı. Ancak siyahların, spordan, edebiyata, medyadan, politikaya görünmeyen ırkçı engelleri aşmaları büyük ölçüde İkinci Dünya Savaşı sonrası yıllarda oldu. Ülkede siyahların sosyal, ekonomik ve politik haklarının güvence altına alınıp geliştirilmesi, ironik şekilde tamamı Güneyli Demokrat başkanlar (Johnson, Carter, Clinton) döneminde gerçekleşecekti.

‘Ayrı ama eşit’ ırkçılığı

Güney eyaletlerinde, on yıllarca süren Jim Crow dönemi boyunca siyahlar ve beyazların kullandıkları lavabolar bile farklıydı.
Güney eyaletlerinde, on yıllarca süren Jim Crow dönemi boyunca siyahlar ve beyazların kullandıkları lavabolar bile farklıydı.

Abraham Lincoln’dan yaklaşık 30 yıl sonra 1892 yılında Homer Plessy adlı bir melez, New Orleans’tan Covington’a giden bir yolcu treninin ‘sadece beyazlar’ vagonuna bindi. Plessy, beyaz görünmesine rağmen, resmen “8’de 1 oranında siyah” olduğu için, tren görevlisi ondan ‘sadece siyahlar’ vagonuna geçmesini istedi. Plessy reddedince tutuklandı. Pes etmeyen Plessy, anayasanın köleliğin yasakladığını ve eşitliği getirdiği iddiasıyla yerel mahkemeye başvurdu. Ancak mahkeme, tren şirketinin böyle bir hakkı olduğunu gerekçe göstererek davayı kabul etmedi. Plessy davayı ABD Yüksek Mahkemesi’ne taşıdı. Ve ABD Yüksek Mahkemesi, 1896 yılında tarihinin en utanç verici kararlarından birine imza atarak, ‘Ayrı Ama Eşit (Separate But Equal)’ diye formüle edilen içtihadını oluşturdu. Yani, eyaletlerin, eşit imkan ve hizmetler sağlandığı sürece farklı ırklara farklı mekanlarda hizmet verilmesini düzenlemesi anayasaya aykırı değildi. Bu içtihat ABD’nin güneyinde, Amerikan siyasi literatürüne ‘Jim Crow çağı’ olarak geçen ayrımcılık dönemini başlattı.  Thomas Rice adlı beyaz aktörün, 1830’lu yıllarda yüzünü siyaha boyayarak siyahlarla alay ettiği “Jump Jim Crow (Hopla Jim Crow)” adlı şarkısından beri, güney eyaletleri beyazlarının argosunda siyahlardan ‘Jim Crow’ diye bahsediliyordu. Jim Crow çağında, siyahlarla beyazlar aynı toplu taşım araçlarını kullanamadı, aynı okullarda okuyamadı, restoranlarda, cafelerde bile aynı yerlerde oturamadı. Siyahlarla beyazların, gittikleri tuvaletler, ellerini yüzlerini yıkadıkları lavabolar, sokaklardaki ankesörlü telefon kulübeleri bile farklıydı. Bir siyahla beyazın evlenmesi birçok güney eyaletinde ağır cezalık suçtu.

Ruby Bridges adlı 6 yaşındaki siyahi kız çocuğu, New Orleans'ta sadece beyazların gidebildiği William Frantz İlkokulu'na mahkeme kararıyla kayıt yaptırabildi. Ancak 14 Kasım 1960 günü başladığı okula FBI krumaları eşliğinde gelip gidebiliyordu.
Ruby Bridges adlı 6 yaşındaki siyahi kız çocuğu, New Orleans’ta sadece beyazların gidebildiği William Frantz İlkokulu’na mahkeme kararıyla kayıt yaptırabildi. Ancak 14 Kasım 1960 günü başladığı okula FBI korumaları eşliğinde gelip gidebiliyordu.

1950’li yılların başında Kansas eyaletinin Topeka şehrinde Linda Brown adlı kızını, evlerinin hemen yanında bir kamu okulu olmasına rağmen, siyah olduğu için çok uzaktaki bir başka okula göndermek zorunda kalmasına isyan etti ve dava açtı. Velinin itirazını haklı bulan ABD Yüksek Mahkemesi, 1954 yılında, yaklaşık 60 yıl önce kendi oluşturduğu ‘Ayrı Ama Eşit’ kuralının ABD Anayasasına aykırı olduğuna hükmetti ve ayrımcılığın en önemli yasal zeminini ortadan kaldırdı.

Yüksek Mahkemenin kararından sonra siyahların seçmen yazılabilme, eşitlik ve diğer sivil hakları için yaklaşık 10 yıl sürecek sivil haklar mücadelesi başladı. Ve ilginç bir şekilde siyahların ilk defa şehir isyanları başlattığı dönem de haklarına kavuşmaya başladıkları bu dönem oldu. 1917’de Houston’da ve 1943 yılında Detroit’te şehir isyanları yaşanmıştı ancak her ikisinde de, saldıran ve olayları başlatanlar beyazlardı. 1960’lı yıllarda bir ilk yaşandı. Bu kez şehir isyanlarını siyahlar başlatıyordu. On yıllardır biriken siyah öfke dalga dalga ortaya çıkıyordu. Tarihçi John Lukacs, bunun en önemli nedeninin siyahların yüzlerce yıllık ‘beyaz korkusu‘ndan sıyrılmaları olduğunu savunuyor.

“Lincoln’dan ve köleliğin kaldırılmasından 100 yıl sonra milyonlarca siyah ilk kez beyazlara özenmekten, onlar karşısında aşağı bir varlığı olduğu düşüncesinden sıyrılmaya başladı. Belki de Amerikan tarihinde ilk kez 1960’lı yıllarda siyahlar beyazlardan korkmak yerine onları hakir görmeye başladılar.’’

Medyanın, eğlence sektörünün ve spor dünyasının yansımalarıyla, bir çok siyah, beyazlardan fiziksel olarak daha üstün ve güçlü olduklarına inanmaya başladılar. Siyah ve beyazlar arasında bölünen bazı şehirler bu üstünlük mücadelesinin arenasına dönüştü. Ve Amerikan şehirlerinde suç oranı bir anda patladı. Bu da, siyah gettolarla polisin sık sık karşı karşıya geleceği dönemi başlattı.

Şehirlerde siyah isyanlar çağı

1964 yılı yazı ABD’de birçok şehir isyanına sahne oldu. 16 Temmuz 1964 günü New York’un Harlem semtinde James Powell adlı 15 yaşındaki siyahi genç polis tarafından öldürüldü. Harlem ve Brooklyn’de aynı gün başlayan isyan 6 gün sürdü. Çatışmalar ve yağmalar 6 gün sonra kontrol altına alındığında 118 kişi yaralanmış, 465 kişi tutuklanmış, yüzlerce işyeri yağmalanmıştı.

New York isyanının durmasından 2 gün sonra bu kez Rochester’da polisin 19 yaşında bir siyah genci gözaltına almak isterken çevrede bulunanlarla tartışmaya başlaması isyan başlamasına neden oldu. İsyan 3 gün sonra New York eyalet valisi Nelson Rockefeller’ın, eyalet ordu birliklerini şehre sokmasıyla ancak kontrol altına alınabildi. Böylece ilk kez bir kuzey eyaletinde siyahlara karşı askeri güç kullanılmış oldu.

Aynı yılın 28 Ağustos günü bu kez Philadelphia’nın siyahların yaşadığı kuzey mahallelerinde polis şiddetine karşı isyan başladı. Bir siyahi kadın ile iki polis arasında başlayan tartışma, fısıltı gazetesinde ‘polisin hamile bir siyah kadını döverek öldürdüğü’ şeklinde yayılınca siyahlar sokağa döküldü. Üç gün süren isyan ve yağmada, 341 kişi yaralandı, 774 kişi tutuklandı ve 200’den fazla işyeri yağmalandı veya yakıldı.

Ancak siyahların her şehir isyanı bu şekilde maddi hasarla atlatılmadı. 23 Temmuz 1967 günü Detroit’te polisin, lisansı olmayan bir bara müdahalesiyle kıvılcım alan gerilim, en kanlı isyanlardan birine dönüştü. 6 gün süren isyan Eyalet valisi George Romney’nin eyalet ordu birliklerini devreye sokmasına rağmen durmayınca, ABD Başkanı Lyndon Johnson federal ordu birliklerini şehre yollayacaktı. İsyan durulduğunda ölü sayısı 43 ve yaralı sayısı 1189’du. 7200 kişi tutuklandı. Şehirde 2000 bina yerle bir edildi.

12 Temmuz 1967’de New Jersey’nin Newark şehrinde başlayıp 5 gün süren isyanda 26 kişi ölecek yüzlerce kişi yaralanacaktı.

Amerikan siyahi toplum önderi ve insan hakları mücadelecisi Martin Luther King’in 4 Nisan 1968 günü suikastla öldürülmesi, 100’den fazla Amerikan şehrinde siyahların günler süren kitlesel isyanına neden oldu. Bazı şehirlerde maliyet oldukça büyüktü. Baltimore’da 6 kişi öldü, 700 kişi yaralandı. 5800 kişi tutuklandı. Binden fazla işyeri yağmalandı veya yakıldı. Chicago’da 11 kişi öldü, 48 kişi yaralandı. 2150 kişi tutuklandı. Başkent Washington DC’de ise 12 kişi ölürken 1097 kişi yaralanacaktı. İsyan sırasında 6100’den fazla kişi tutuklandı. Binlerce ev işyeri ve kamu kurumu zarar gördü.

Onlarca yıl, yüzlerce Amerikan şehri, polis ve siyahların karşı karşıya gelmesiyle başlayan bu şekilde isyanlara sahne oldu. 3 Mart 1991 akşamı Los Angeles’ta 5 polis memurunun durdurdukları bir arabadan indirdikleri Rodney King adlı siyahiyi acımasızca dövmelerinin çevrede bulunan bir kişi tarafından gizlice kameraya alınması bu isyanların en büyüğünün başlangıcı oldu. 29 Nisan 1992 günü tamamına yakını beyazlardan oluşan jürinin polisleri suçsuz bulması Amerikan tarihinin en kanlı şehir isyanının başlamasına sebep oldu. Dahası bu kez Los Angeles’taki Hispanikler de siyahlarla birlikte isyana katılmıştı. Askeri birliklerin Los Angeles’a girmesi ve sokağa çıkma yasağı ilan edilmesiyle günler sonra ancak kontrol altına alınabilen isyanda 53 kişi öldü, 2000 kişi yaralandı. Binlerce dükkan yağmalandı, 1100 bina ateşe verildi. Maddi hasar 1 milyar dolara ulaştı.

Grisi olmayan Amerikan şehirleri

ABD Nüfus Dairesi verilerine göre, şehirlerin siyahlarla beyazlar arasında bölünmesi  ülkenin Güney ve Batı eyaletlerinde azalma trendinde. Ancak Orta Batı(Midwest) eyaletleri ile Kuzeydoğu eyaletlerinde bu durum hala devam ediyor. Bugün ülkenin ırksal hatlarla en fazla bölünmüş 10 şehri, bir zamanların sanayi şehirlerini barındıran kuzeydeki Rust Belt (Pas Kuşağı) şehirleri. 20’nci yüzyılın ilk yarısının bu yıldız şehirleri son yarım yüzyılda hem fabrikaların hem de nüfuslarının göç etmesiyle gerileme ve küçülme dönemine girdiler. Öyle ki bu şehirlerin en ünlüsü olan Detroit geçtiğimiz yıl ABD’nin iflas eden ilk metropol şehri olarak tarihe geçti.

redlining
Bankacılık, sigorta ve hatta belli café ve süpermarket zincirlerinin, siyahların yaşadığı mahallelere yatırım yapmamasına ‘redlining’ deniyor.

St Louis, Chicago, New York, Detroit, Pittsburg, Cleveland, Cincinnati, Philadelphia gibi şehirlerde, fiili ayrımcılık günümüzde bile sürüyor. Siyahlar şehrin belli bölgelerinde bir arada yaşayabiliyor. Çok azı bu bölgelerin dışına taşınabiliyor. Bankacılık, sigorta kurumları ve hatta belli café ve süpermarket zincirleri bu bölgelerde şube açmıyor buralara yatırım yapmıyor. Bu tür ayrımcı ‘kırmızı bölge’ uygulamasına John McKnight 1960’larda bu şekilde adlandırdığından beri ‘redlining (kırmızı bölgecilik)’ deniyor.

‘Mortgage ayrımcılığı’ en ünlü ‘redlining’ ayrımcılıklardan biri. Birçok resmi veya özel krediveren, şehirlerin bazı bölgeleri için mortgage kredisi vermiyor. 1980’li yıllarda Bill Dedman’ın Pulitzer ödülü kazanan araştırmacı gazetecilik haberi, Atlanta’da bankaların, düşük gelirli beyazlara mortgage kredisi verdiği halde orta ve üst gelir seviyesine sahip siyahlara kredi vermediğini belgeliyordu. Bu ayrımcılık Bill Clinton döneminde çıkarılan bazı yasalarla kısmen giderilmeye çalışıldı. 1960’lı yıllardan sonra çocukları siyah çocuklarla aynı okullarda okumasın diye bir çok beyaz aile, beyazların yoğun yaşadığı banliyölere taşındı. Bu tür şehirlerde bu trend, yeni yetişen beyaz kuşakların siyahlar ve diğer azınlıklarla sağlıklı ilişkiler geliştirmesini de engelledi. Uzmanlar, ‘beyaz kalelerinde’ izole şekilde yaşamalarının, beyazların, kendileri hakkında pozitif ve siyahlar hakkında negatif bir algı geliştirmelerine sebep olduğuna vurgu yapıyor.

Huckleberry Finn’den bugüne St Louis

Ferguson adlı banliyösündeki olaylarla dünya gündemine giren St Louis şehri de ABD’nin en ‘bölünmüş’ şehirlerinden biri. 1764 yılında Fransızlar tarafından kurulan St Louis şehri, ABD’nin 1803 yılında bölgeyi Fransızlardan satın almasından sonra, ‘vahşi batı’ya açılan kapı olarak, Mississippi Nehri’nin en büyük limanı haline geldi. 1800’lü yılların ortalarında ABD’nin dördüncü büyük kentiydi. 19’ncu yüzyılın yükselen ABD’sinin en önde gelen kültür sanat ticaret merkezlerinden biriydi. T.S. Eliot’tan, Joseph Pulitzer’e,  Mark Twain’den Miles Davis’e kadar bir çok ünlüyü yetiştirdi. 1904 yılı Yaz Olimpiyatları’na ev sahipliği yaptı. Sürekli aldığı göçle artan nüfusu 1950’de zirveye ulaştıktan sonra aşamalı olarak azalmaya başladı. Bugün St Louis şehrinde 300 bin civarında ve Ferguson’u da kapsayan metropol bölgesinde bir milyondan biraz fazla insan yaşıyor.

st-louis
Mississippi Nehri havzasının en büyük şehri olan St Louis, T.S. Eliot’tan, Joseph Pulitzer’e, Mark Twain’den Miles Davis’e kadar yetiştirdiği isimlerle Amerikan kültürünün önemli kaynaklarından biri oldu.

Ama 2014 itibarı itibarı ile hala ABD’nin en ‘ayrımcı’ şehirlerinden biri olmaya devam ediyor. Siyahların hayatı ile beyazların hayatının görünmez hatlarla fiziksel ve anlamsal olarak birbirinden net şekilde ayrıldığı şehirlerden biri… St Louis şehrinin ortasındaki Delmar Bulvarı, beyaz güney ile siyah kuzeyi ayıran görünmez bir sınır adeta.

St Louis, ABD’nin iç savaşta bölündüğü günlerinden beri ‘güney’ ve ‘kuzey’ arasındaki coğrafi konumuyla sürekli bir gerilime ve tansiyona sahip olageldi. St Louis’li Mark Twain’in yazdığı ve Amerikan edebiyatının en önemli romanlarından biri olan ‘Huckleberry Finn’ de, Huck ve firari köle Jim’in, Mississippi Nehri’ni kullanarak, kölelik eyaleti Missouri’den kaçmaya çalışmaları anlatılıyor. 9 Ağustos günü 6 kurşunla öldürülen Michael Brown için hayat Huckleberry Finn’den beri çok değişmiş değildi.

Şehrin kuzeyinde ve Ferguson gibi kuzey banliyölerinde yaşayanlar için, polis tacizi günlük bir rutindi. Fergusonlu bir öğretmen daha isyan başlamadan önce bile, öğrencilerinin neredeyse her sabah polis tarafından okul yolunda durdurulup aranması nedeniyle, derslerine geç başlamak zorunda kaldığı için yerel yönetime şikayette bulunduğunu anlatıyor. Hatta bir keresinde şort giyen bir hırsızlık zanlısını arayan polis, sırf şort giydiği için bir öğrencisini 24 saat zanlı görerek gözaltında tutmuş. Gerçek zanlının yakalanmasıyla kurtulabilmiş öğrenci. Siyahların, bir çok şehirde, polis tarafından ‘masum olduğunu ispatlayıncaya kadar potansiyel zanlı’ görüldüğü bir sır değil.

Ferguson’da yeni birşey yaşanmıyor aslında. ABD’de tarihin, edebiyatın, politikanın, sinemanın defalarca anlattığı bir öykü yeniden gerçekleşiyor. Şehre federaller akın etmiş durumda. Ferguson halkının yerel polis ve adli makamlara en ufak bir güveni yok. Bir yandan polis ile göstericiler arasındaki gerginlik sürerken, ‘federaller’ öldürme olayının polisin iddia ettiği gibi mi olduğunu yoksa, kasten öldürme mi olduğunu soruşturuyor. 16 Ağustos günü şehre gönderilmiş onlarca FBI görevlisi, Michael Brown’ın polis tarafından öldürüldüğü bölgede kapı kapı dolaşarak, polisin 18 yaşındaki genci kurşunlama anını görmüş olabilecek bir tanık arıyordu. Yerel polis ise FBI ajanlarını uzaktan seyrediyordu. Mississippi 50 yıl sonra hala içten içe yanıyordu.

Büyük İç Savaş’tan 150 yıl, sivil haklar kanunundan 50 yıl sonra siyah bir başkan tarafından yönetilen ABD, şehirlerindeki siyah isyanlar çağını henüz geride bırakacak gibi görünmüyor. Irksal tansiyon bir çok şehirde gizliden gizliye devam ediyor. Hepsinde bir küçük kıvılcıma bakıyor.

CEMAL TUNÇDEMİR‘i Twitter’dan takip edebilirsiniz