CEMAL TUNÇDEMİR
Follow @CemalTdemir
1 Şubat 2015
19’ncu yüzyılın ikinci yarısında Amerika, çılgınlık derecesinde heyecanlara sahip olan bir ülkeydi. Hukukun ufkunu kanun kaçağı Jesse James’ın, ekonominin ufkunu hırsız baronların, halkın ufkunu ise Vahşi Batı’ya açılımın kapladığı bu iklim, Avrupa’dan ithal rugby ve futbolun yerine daha heyecan verici bir eğlence arıyordu kendine. Amerikan futbolu bu kaos ve şiddet ikliminde doğup serpildi.
Bugün Amerikan elitleri, Amerikan futbolunu ‘sığ bir halk eğlencesi’ görüp mesafeli davransa da bu sporun doğum yeri ülkenin en elit kampüsleri ve entelektüel ortamları oldu. Princeton ve Rutgers üniversiteleri 1869 yılında ülke tarihinin ilk üniversiteler arası Amerikan futbolu maçını oynadılar. Ancak Avrupa futbolu ile rugby karışımı bu eski dünya oyununun belli başlı bir skor ölçüsü ve nizamı yoktu. Bir insan yığınının itiş kakışı gibi gözüken bu spor, kısa sürede izleyicilerini ve oynayanlarını yordu ve zevk vermez oldu. İşte bu noktada devreye Harvard Üniversitesi öğrencileri girdi.
‘Boston Oyunu’ dedikleri bu karşılaşmada, topla koşmaya ve rakip takımından oyuncunun da topla koşanı yakalayıp devirmesine izin veriliyordu bu oyunda. İngiliz rugby oyununun daha açık daha atletik bir versiyonuydu. 1876 yılında Princeton ve Rutgers üniversiteleri, geleneksel ayak futbolunun o günlerdeki skor tarzına uygun oynarken, Harvard ve Yale üniversiteleri ise Boston usulünden geliştirdikleri kural ve skorlara göre oynuyordu. Ülkenin bu dört önde gelen üniversitesi 26 Kasım 1876 günü Massachusetts eyaletinin Springfield şehrinde bir araya geldi ve Üniversitelerarası Futbol Federasyonu’nu kurdular. Harvardlılar, bu yeni birliği, Boston usulünü benimsemeye ikna etti.
Ancak Amerikalı futbol izleyicileri daha fazla aksiyon istiyordu. Sal Palantonio’nun ‘How Football Explains America’ kitabında anlattığına göre en dramatik değişiklik 1880 yılında geldi. ‘Scrum’ denen, rugby usulü amaçsız yönsüz itiş kakışın, oyunu anlamsızlaştırdığına karar verildi. Ve bir takımın topa sahip olma hakkı tanınması ve o takımında belli bir çizgye ulaşma çabasına girmesi kararlaştırıldı. Philadelphia’daki bu konferansta, her oyun başında topu arkadaşının bacak arasından atmasıyla alıp oyunu yönlendirecek oyuncuya ‘quarterback (oyun kurucu)’ denmesine karar verildi. Bir oyuncu diğer oyunculardan ‘’daha eşit’’ olacaktı. Bu da o günlerin Amerikan kültürüne uygun bir konseptti. Ancak arayış bitmedi. 1882’de ne rugby de, ne de geleneksel futbolda hiç konuşulmamış bir fikir gündeme geldi ve kabul gördü: ‘’first down’’. Yani topa sahip olan atak takımı, oyun başında topu yakaladığı yerden itibaren her 10 yard’lık mesafeyi geçtiğinde yeni bir ‘first down’a ulaşır. Her düşürüldüğünde yeniden başlar. 4 denemede 10 yard ilerleyip yeni bir ‘first down’a ulaşamazsa top ve atak hakkı rakip takıma geçer. 3 denemede başarısız olan takım, dördüncü hakkında yeterince yakın mesaferde ise saha sonundaki iki kale direğinin arkasına bir ayak şutuyla 3 puanlık ‘saha golü’ atmaya çalışır. Yeterince yakın değilse bir şutla, topu rakip sahanın en uzak yerine atarak, rakibin mümkün olduğunca uzaktan başlamasını sağlar. (bkz: Amerikan futbolu nasıl oynanır? Kuralları nedir?)
Amerikan futbolunun dönüm noktası bu oldu. Amerikalı spor izleyicisi ve sporcular nihayet sevip heyecan duyacakları bir spora sahip olmuştu. Gürültülüydü, şiddet vardı, sert çarpışma vardı, kendine özgü bir çirkinliğe ve yine kendine özgü bir güzelliğe sahipti. Amerika’yı bundan daha iyi temsil eden bir şey olamazdı.
CEMAL TUNÇDEMİR‘i Twitter’dan takip edebilirsiniz