Skip to content
Menu

Aziz Sancar, niçin Nobel ödülü kazandı?

Sir Isaac Newton (Illustration by Jean-Leon Huens, National Geographic)
Sir Isaac Newton (İllüstrasyon: Jean-Leon Huens, National Geographic)

CEMAL TUNÇDEMİR

17 Ekim 2015

Isaac Newton, 1666 yılının yaza merhaba dediği günlerden birinde İngiltere Cambridge’deki bahçesinde açık havanın keyfini çıkararak yürürken yerde bir elma bulur. Ya da öykünün daha avamlaşmış versiyonuna göre kafasına bir elma düşer. İşte kafasına düşen bu elma sayesinde Newton yerçekimini keşfeder.

Neredeyse 300 yıldır, ilkokul düzeyinde eğitimi olan herkes, bilim tarihinin bu en ünlü öyküsünden bir şekilde haberdar olur. Ancak yerçekiminin ‘keşfi’ ile ilgili anlatılan bu öykünün tek bir gerçek tarafı var: Hikaye tamamen uydurma… Çok büyük olasılıkla da Voltaire uydurdu bu öyküyü.

İngiltere’de geçirdiği iki yıldan sonra 1734’te yayınladığı Felsefi Mektuplar‘dan anladığımız kadarıyla, ‘’Fransa halkına, Newton’un yerçekimini nasıl açıklıyayım’’ diye kıvranırken bu elma hikayesini uydurdu. Aslında saygıdeğer bir çaba. Einstein bile, “Büyük annene izah edemediğin şeyi sen de anlamış sayılmazsın” diyerek “anlama ve anlatma” ilişkisine “nene” ölçüsü getirmiş. Yerçikimi kanunun, en fazla bilinen fizik kanunu olmasında bu elma öyküsünün payı büyük.

Newton’un başına elma düştüğünü ‘bilen’ herkesin mutlaka bildiği bir başka öykü daha var. Arşimet‘in hamamda suyun kaldırma kuvvetini bulup “Eureka! (buldum)” diye bağırarak, çıplak şekilde kendini antik Yunan şehri Sirakuz’un sokaklarına atması… Keyfinizi kaçırmak istemem ama çok büyük olasılıkla bu öykü de bir uydurma. Arşimet’ten yaklaşık iki yüzyıl sonra, inşaat mühendisi Vitruvius‘un kitabında yer almış ilk kez. Bu öyküde tasvir edilen hamam tekniği olanakların Arşimet döneminde var olmasının imkansızlığından hareketle, “bu öykü uydurma” diyen çok sayıda bilim tarihçisi var.

Peki bu öykülerin uydurma olduğunu bilmek neden önemli? Ne zararı var ki bu iki öykünün? İtiraz şu: Bu uydurma hikayeler, bilimsel keşif ve icatların arkasındaki ömürlük çabayı siliyor. Ve önemli bilimsel keşif ve başarıların, “dahi” insanların “anlık aydınlanmalarının sonucu olduğu” gibi çok yanlış bir fikir veriyor. Ve okul sıralarında duydukları bu öyküler yeryüzünde milyonlarca genci, “ben video oyununun başından kalkmayayım, kısmette varsa gelir o ilham” yanlış düşüncesine itiyor.

Ben bu iki öykünün uydurma olduğunu ilk kez Jonah Lehrer’dan öğrendim. En çok da Lehrer’ın dikkat çektiği ve milenyum gençliğinin önemli bir kısmının hiç duymadığı bir kavramı vurgulamasını önemsedim: ‘sebat’. Lehrer, tıpkı yüzyıllarca olduğu gibi yeni çağın bilimini de bu eski erdemin, yani sebatın şekillendireceğinde ısrarlı. Bilim, dehaların değil, “sabırla emek harcayanların” sahası olageldi ve bundan sonra da öyle olacak.

Herşeyden önce ‘sebat’ ve ‘sabır’ aynı şey değil. Sabır, başınıza gelen bir olumsuzluğa karşı ya da kaçınması zor, çekici bir hatayı yapmamaya tahammül etmek gibi anlamlara geliyor. Sebat ise, bir çabanın kısa vadede sonuç alınamazsa bile pes etmeyip ısrarla devam ettirilmesi manasına geliyor. Bu anlamda sabrın pasif görünüme karşı aktif bir erdemdir.

Newton’un yerçekimini keşfetmesi, öyküde anlatıldığı gibi “anlık” bir olay değil. Öykünün de esinlendiği kayıtlar Newton’un 1666 yılında bu konuyu düşünmeye başladığını gösteriyor. Yerçekimi teorisini anlattığı “Principia” kitabı ise 1687 senesinde yayınlandı. Yani, yerçekimi teorisi, her anı çalışmayla dolu 21 yıllık bir çaba, düşünme, araştırma sonrası ortaya çıktı. Bir sabah, “elma düştü, oha! yoksa yer mi çekti?” değil yani…

Lehrer, Newton’un çalışma azminin yanı sıra sebatkarlığına da vurgu yapıyor. Newton, bir bilim insanının entelektüel kapasitesinin yanı sıra bir keçinin inadına sahip olmasıyla da ünlü. Yoksa bir insan 20 yıl, “neden elma düşüyor da gökyüzündeki ay düşmüyor” sorusunu kafasında taşır mı? Elmayı duyunca sağ kaşınızı kaldırdınız muhtemelen. Büyük olasılıkla elma öyküsü, Newton’un bu sorusundan dolayı biyografilerine sızdı.

Bilim tarihinde sebatsız tek bir başarı yok

Lehrer, çok klişe gibi gelebilecek şu çok önemli gerçeğe dikkatimizi çekiyor: İnsanların bir kısmı amaçları için sebat eder ve mutlaka başarılı olur. Çoğu, sebat edemez ve başaramaz. Bu aslında, günümüz dünyasının neden ‘yetenekli kaybedenler’ ile dolu olduğunu da açıklayan şey. Fast-food çağının çocukları sebatkar değil. Beklemeye tahammülleri yok. Bir gecede zenginleşme, bir gecede ünlenme, bir gecede yönetici olma, bir gecede istedikleri herşey olma fikri, hayatları boyunca birşey olamamalarının en önemli nedeni.

Pennsylvania Üniversitesi psikoloji hocalarından Angela Duckworth’un, “Bu hayatta kimse, sıkı çalışmadan başarılı olacak yeteneğe sahip değil” sözü bu açıdan önemli. Yine klişe olması sözü gerçekten okumamıza engel olmayacaksa, Edison’un, “dehanın, yüzde 1’i ilham yüzde 99’u alınteridir’’ sözünü de ekleyeyim.

Angela Duckworth, aynı yaşta aynı özelliklerde piyano öğrenmeye başlayan iki çocuğun hikayesini anlatıyor. Bunlardan biri sadece piyanoda ısrar ederken, diğeri aynı zamanda saksafon ve çelloya da başlamış. İkinci çocuk elbette daha çok eğlenmiş çünkü yeni şeyler keyif verir ama piyano çalmayı birinci çocuk öğrenmiş. Duckworth, Harvard’ta beraber okuduğu okul arkadaşlarının okul sonrası hayat maceralarını da takip ederek, bilimsel araştırmasına malzeme yapmış. En başarılı olanların bir amaç seçerek, onda sabit kalanlar olduğunu yıllar içinde görmüş. Diğerleri ise yıllar yıllar boyunca ne yapmak istediklerinin ne olmak istediklerinin arayışına devam ettikleri için bir arpa boyu yol alamamışlar. “Elbette onlar da diğerleri kadar zeki ve yetenekli öğrencilerdi. Ama durmadan planlarını değiştirdikleri ve hiçbirinde sebat göstermedikleri için hiçbir şeyde başarılı olmalarına yetecek süre kadar kalamıyorlardı.

Olmak mı yapmak mı?

ünlü bir yazar söyleşisi hayal edin. Soru kısmında o kaçınılmaz soru geliyor bir kız öğrenciden; “Yazar olmak istiyorum, ne önerirsiniz?”. Bu klişe soruya çoğu zaman aynı klişelikteki bir yanıt gelir: “Okumak, okumak, çok okumak…”

“Yazar olmak istiyorum, ne önerirsiniz?” diye soranlara İhsan Oktay Anar gibi cins bir yazarın vereceği yanıt ise kısaca şu olur: “Yaz!”. Yazmak ekonomik, sosyal, sınıfsal, politik güç, ortam gerektiren bir iş değil. Eskiden bir kalem kağıda bakıyordu günümüzde ise basitçe bir bilgisayara…

İşte sorun da burada… Soruyu soran genç “yazmak” istemiyor, “yazar olmak” istiyor. Çünkü, o da çoğumuz gibi, “birşey olmayı”, ‘’bir şey yapmaya” tercih eden yanlış bir kültürün çocuğu. Çocukluğumuzdan itibaren, büyünce ne yapacağımız değil, ne olacağımız gerektiği öğretilir. Buna şartlandırılırız. Anne babalar çocuklarının ne yaptığı ile değil, ne olduğu ile (statü) övünür.

Ünlü bestecilerden birine, – büyük olasılıkla Mozart’a-, “senin gibi besteci olmak istiyorum, ne tavsiye edersin?” diye sorulmuş. O da, on yıllarca sürecek bir ‘yapılacak işler, alınacaklar eğitimler listesi’ çıkarmış. Soruyu soranın canı sıkmış bu listeye ve “iyi de sen ilk besteni 9 yaşında yapmışsın, bu listedekilerin hiçbirini yapmadan!” diye çıkışmış. Mozart da beklediği bu soruya hazırladığı yanıtı vermiş: “İyi de ben kimseye besteci olmak istiyorum ne tavsiye edersin diye sormadım”. Bunları elbette, ustaların deneyimlerinden yararlanma isteğini küçümsemek için aktarmıyorum. Başarılı birinin yerinde olma isteğiyle, onun yaptığı işi yapma isteğinin farklı şeyler olduğunun çoğu zaman ayırdında olunmadığına dikkat çekmeye çalışıyorum. Besteci olmak istemekle, beste yapmayı müzikle uğraşmayı sevmek aynı şey değildir. Birincisi sadece takdir ve ilgi arayışıdır. İkincisi o işe olan tutkudur, meraktır, ilgidir.

Aziz Sancar neden Nobel ödülüne layık görüldü?

10 gün öncesine kadar bir avuç insanın duyduğu Aziz Sancar adını şimdi Türkiye’de herkes biliyor. 2015 Nobel Kimya Ödülünü kazanan bu çok değerli bilim insanı hakkında hepimiz 10 günde çok sayıda röportaj, haber, makale okuduk, video seyrettik. Nobel’in aslında ne olduğunu ve niçin verildiğini bile bilmeyen sıradan yurttaşımızdan en okumuşlarımıza kadar hepimiz, Aziz Sancar’ın, Türkiye’deki politik kutuplaşmaların fay hatlarını oluşturan bütün konularda ne düşündüğünü, tartışmaların hangi tarafında yer aldığını öğrenme şansı bulduk bu 10 günde. Ancak çoğumuzun 10 gün sonra bile hala doğru dürüst bilmediğimiz bir şey var. Bunun da, aslında Aziz Sancar adını ilk kez duymamıza neden olan şey olması ise nereden bakılsa ironik. Aziz Sancar Nobel kimya ödülünü ne için aldı? Hangi çalışmasından dolayı bu ödüle layık görüldü? Bu çalışmanın içeriği ve önemi neydi? Ve en önemlisi, Aziz Sancar bu bilimsel sonuçları elde etme başarısına ulaşma yolunda neler yaptı? Aziz Sancar’ın öyküsünün bu asıl önemli detayları, onunla ilgili bütün haberlerde ya hiç geçmedi veya en fazla 1-2 cümle ile yer bulabildi.

Aziz Sancar, 1970’lerin başında Dallas’taki Texas Üniversitesinde moleküler biyoloji alanında doktora çalışmasına ilk başladığında dev bir yokuşun dibindeydi. Türkiye’de henüz araştırma bilimlerinde imkanların çok kıt olduğu yıllarda tıp eğitimi aldığı için, laboratuvar araştırmalarında diğer öğrenciler kadar şanslı ve yetenekli olmadığının farkındaydı. Ancak vazgeçmek yerine bu açığını kapatmak için, çok sıkı bir çalışmayla kendine göre bazı araştırma teknikleri geliştirdi. Bazı erken deneylerinde başarısızlık elde edince başarılı olamayacağı şüphesi düştü içine. Birgün bir arkadaşının, ‘Aziz, deneysel araştırmada iyi değilsin. Bildiğim kadarıyla iyi bir doktordun. Neden ülkene dönüp mesleğine devam etmiyorsun?’ sorusu ile içindeki şüphe daha da büyüdü. Ancak Aziz Sancar, bu noktada çoğumuzun yapmayacağını yaptı: Sebat gösterdi. Yaklaşık 40 yılını, hücrelerin hasar gören DNA’larını nasıl onardığını ve genetik bilgisini nasıl koruduğunu haritalandıran araştırmalara verdi. Haritalandırma deyip geçmeyin. Sadece, ”molekül tamirinin fotoğrafik döngüsünü gözlemlemeye imkan verecek fotoliz radikallerini tespit edebilmek” için 20 yıl uğraştı. Çoğumuzun sıkıntıdan nefes bile alamayacağı ‘fotoliz’ dünyasının içinde 33 yıl gezindi.

Aziz Sancar’ın başarısının sırrı da diğer bütün başarılı insanların sırrıyla aynı: Çalışkanlık ve sebat. Yani doğuştan gelmeyen, sahip olması herkesin elinde olan, tercih edebileceği iki şey. İşte Aziz Sancar asıl çalışkanlık ve sebat dolu bu 40 yılı için hayranlık duyulacak, saygı duyulacak bir bilim insanıdır. Nobel kazandığı ve küresel şöhrete dönüştüğü o sabah için değil…

(NOT: Bu yazının ilk hali 2010 yılında yayınlanmıştı. Aziz Sancar’ın başarısı ile güncelleyerek yeniden hatırlatmanın yararına inandım)