Skip to content
Menu

Sarı gazetecilik (yellow journalism) nasıl başladı?

PulitzerHearstWarYellowKids

CEMAL TUNÇDEMİR

12 Aralık 2015

1898 yılı başlarında Amerikan İspanyol gerilimi tırmandığı zaman, sonradan ‘Yurttaş Kane’ filmine de konu olacak medya patronu William Randolph Hearst, dönemin ünlü çizeri Frederic Remington’ı, gelişmeleri bildirmesi için Küba’ya göndermişti. Henüz savaşı başlatacak olay, yani ABD’nin Maine gemisinin gizemli şekilde batması olayı gerçekleşmemişti. Remington, Küba’ya vardığında ortalıkta hiçbir savaş emaresi görmedi. Bir süre sona canı sıkıldı ve ‘Burda savaş falan yok. Sessizlik hakim. Dönmek istiyorum’ diye yazan bir telgraf çekti. Hearst’ün, ona, ‘’Lütfen kal. Sen oradan resimlerini döşe, ben de buradan savaşı…’ yanıtı gazetecilik tarihine geçti.

Neden bir muhabir değil de bir çizer gönderilmişti? Çünkü henüz halkın önemli bir kısmı okur yazar değildi. Karikatüristlerin, yazar ve muhabirlerden daha fazla geniş kesimleri etkilediği yıllardı. Çizgi karakterlerin takipçisi, yazarların takipçisinden fazlaydı. Gazeteler arasındaki rekabetin ana alanı da bu çizgi görsellerdi.

yellow-kid-journalismHer gün düzenli yayınlanan ilk çizgi karakter Hogan’s Alley oldu. Renginden dolayı ‘Yellow Kid (sarı çocuk)’ olarak ünlendi. Richard Outcault tarafından yaratılan karakter, Joseph Pulitzer’in New York World gazetesinde 1895 yılında yayına başladı. Pulitzer’in can düşmanı Hearst, 1896’da New York World’ten Outcault dahil çok sayıda yazar ve çizeri kendi gazetesi New York Journal’a transfer etmesi ile iki gazete arasında basın tarihine geçecek savaş da başlamıştı. Her iki gazete de ‘Yellow Kid’ çizgi karakterini hergün yayınlamaya devam etti (World’tekini George Luks çizmeye başladı). Bir yandan da bu karakterin yayın hakkı kime ait diye müthiş bir didişmeye girdiler. İki gazetenin girdiği tiraj kavgası, sansasyonel, sığ, demagojik, gerçeklerden kopuk, masa başında kurgulanan haberlerle dolu bir gazetecilik diline savrulmalarına neden oldu. Sahte röportajlar yapıyor, çakma uzmanlardan gerçekleri istedikleri yönde çarpıtan demeçler alıyor, çizgiler ve fotoğraflarla yalanlarını pekiştiriyorlardı. Büyük puntolarla manşet de bu kavganın ürünüdür. Kavganın görünüşteki çıkış sebebi olan ‘Sarı Çocuk’tan dolayı, bu gazetecilik türüne ‘sarı gazetecilik(yellow journalism)’ denmeye başlandı.

Sarı Çocuk’u yaratan çizer Richard Outcault sonradan, New York Herald gazetesine geçti ve orada kendisine Buster Brown adlı yeni bir karakter yarattı. Bu kez yayın hakkının kendisinde olduğunu baştan imza altına aldı ve telif hakkıyla bir servet kazandı. İlk karakterini gözünden gönlünden çıkardı. Randall Harrison’un ‘The Cartoon’ kitabından öğrendiğimize göre de ‘’Ölürsem kabrime Sarı Çocuk gelmesin. Cenazemde kimse Sarı Çocuk’tan bahsetmesin’’ vasiyetinde bulundu.

Hearst ve Pulitzer arasındaki sansasyonalizm rekabeti çok geçmeden Küba etrafında başlayan ABD – İspanyol gerginliği haberlerine yansıdı. Gazeteler, Küba’da İspanyol egmenliğine karşı çıkan isyancılara büyük destek verdi. Ancak isyancılarla ilgili yayınladıkları haberlerin çoğu yalandı. 1898 yılı Şubat ayında, Maine savaş gemisinde Havana Körfezindeyken bir patlama meydana geldi ve gemi battı. Her iki gazete, gemiye İspanyolların torpidoyla saldırdığı yalanıyla büyük bir kampanya başlattı. Ve yanıp tutuştukları ABD – İspanyol savaşı aynı yılın Mayıs ayında nihayet koptu. Savaşa başladıktan bir hafta sonra Hearst’ün Journal’ı birinci sayfadan okurlarına gururla sordu: “How do you like the Journal’s war? (Journal’ın Savaşını Nasıl Buldunuz?)”

O günlerde, savaştaki bir çatışma sırasında ön cephede haber takibi yapan Hearst’ün muhabirlerinden James Creelman yaralandı. Cephe gerisine taşındı. Orada acı içinde sırt üstü yatıyorken bir el alnını okşadı. Gözlerini açtığında, Hearst’ün kurdelalı beyaz hasır şapkalı kafasını gördü. Creelman sonraki yıllarda anılarında, ‘’Savaşı başlatan adam, sonuçlarını kendi gözleriyle görmeye gelmişti’’ diye yazdı o anı. ‘Yaralanmana üzüldüm’ dedi Hearst ve ekledi: ‘’Ama muhteşem bir savaş, değil mi?’’. Hearst’ün bu savaştan sık sık ‘Journal’ın Savaşı’ diye bahsettiği kayıtlara geçti.

rek-journal-war

Aslında Hearst’ün de Pulitzer’in de mücadelesi kişiseldi ve tek bir amaçları vardı: Tiraj yarışında birinci olmak. Amaçlarına ulaştılar. Savaş yılları her iki gazetenin tirajları adeta patladı. Elbette savaş sırf bu iki gazetenin yayınlarından dolayı çıkmamıştı ama bu iki gazetenin yayınları, bütün 20’nci Yüzyıl boyunca savaş isteyenlerin, ondan nemalanacaklara, kitle medyasının işlerini ne derece kolaylaştırabileceğini de göstermişti.

Bir savaş olasılığı belirdiği veya başladığı zaman şu dört söylem ülke atmosferini etkisi altına alır: Bu bizim için meşru bir savaştır. Düşman insanlıktan çıkmış bir güruhtur. Yöneticilere şeksiz şüphesiz sadakat ve ülke için canını vermenin kutsallığı… İşte bu nedenle her savaşın ilk kurbanı ‘gerçekler’dir. Walter Lippmann ve Charles Merz, 1920 yılında New Republic dergisinde yayınladıkları dosya haberlerinde, New York Times gazetesinin 1917 – 1920 yılları arasındaki Sovyetler Birliği haberlerini analiz ettiklerinde, gazetenin tam 99 kez Sovyet rejiminin çöktüğü haberi yaptığını gördüler. Petrograd (bugünkü St Petersburg) şehrinin ele geçirildiğini 6 kez haber yapmıştı gazete. Üç kez aynı şehrin ele geçirilmek üzere olduğu, 2 kez de çıkan yangında kül olduğu haberini yapmıştı. Tamamı yalandı.

Gerçeğe sadık gazeteciliğin, ülkenin ulusal güvenliğine tehdit oluşturduğu, 20’nci yüzyıl boyunca sık sık demagoji meraklısı hırslı şahin politikaların söylemi oldu. Ancak ülkeler, medyanın gerçeklere değil, resmi açıklamalara sadakatinin ağır faturalarını ödediler. Bunların en ibretlik olanlarından biri 1964 Ağustosunda yaşandı.

2 Ağustos 1964 günü, ABD destroyeri USS Maddox, Kuzey Vietnam’a ait 3 torpido gemisi ile it dalaşına girdi. Küçük çaplı bir çatışma yaşandı ve 4 Kuzey Vietnam askeri öldü ve 6’sı yaralandı. ABD tarafında zayiat yoktu. İki gün sonra 4 Ağustos günü ise gazetelere Tonkin Körfezinden ikinci sıcak temas haberi düştü. Haberlere göre komünist Kuzey Vietnam, körfezde rutin devriyesini yapan iki ABD gemisine yeniden saldırmıştı. ABD Başkanı Lyndon Johnson televizyondan aynı akşam saldırıyı açıkladığında Amerika ayağa kalktı. Johnson hemen o gece Kuzey Vietnam’a havadan bombardımanın emrini verdi. Ertesi gün ABD Kongresinin her iki kanadının ortak oturumunda, Kongreden, ”Güneydoğu Asya’da barışı, huzuru ve özgürlüğü korumak için gerekli tüm adımları atabilmeleri için” yetki istedi.

Gazeteler, televizyonlar ve kamuoyundaki tepki ‘histerik’ bir hal almıştı. Oluşan bu psikolojik ortamda ABD Kongresi 3 gün sonra 7 Ağustos 1964 günü Başkan Lyndon Johnson’a Vietnam’a savaş yetkisi verdi. Sadece iki senatör, Oregon senatörü Wayne Morse ve Alaska senatörü Ernest Gruening ‘hayır’ oyu verecek cesareti gösterebildi. Ve Johnson yönetimi bu yetkiyi kullanarak, Amerika Birleşik Devletlerini, 1975 yılına kadar 11 yıl debeleneceği Vietnam bataklığa iyice soktu. Şimdi savaş başladıktan sadece bir kaç ay sonra herkesin unutacağı, 4 Ağustos Tonkin Körfezi olayına ağır çekimde bir daha bakalım.

Birinci Tonkin sıcak temasında olan Vietnamlılara olmuştu. Amerikalılarda hiç zayiat yoktu. Milyonlarca insanın öleceği Vietnam Savaşına sebep olan ikinci Tonkin sıcak temasında ise olan aslında balıklara olmuştu. Çünkü medyaya yansıdığı gibi bir sıcak çatışma gerçekte hiç olmamıştı. Aslında o günlerde gazetelere de Tonkin’de hiçbir şey olmadığına dair haberler ulaşmıştı ama estirilen vatanseverlik fırtınasında ‘vatana ihanet’ damgası yememek için resmi açıklamalara bağlı kaldılar. Daniel Hallin’in, ‘Sansürsüz Savaş’ kitabı, gazetecilerin olaydan hemen sonra Tonkin Körfezinde olan bitenle ilgili oldukça fazla bilgi edindiklerini ancak bunları kullanmayıp resmi yalana sadık kalmaya devam ettiklerini çarpıcı şekilde sergiliyor. Tonkin Savaşı diye anlatılan şeyin bir masal olduğu tam 40 yıl boyunca komplo teorisi muamelesi gördükten sonra 2005 yılında arşiv belgelerinin açıklanmasıyla resmen doğrulanacaktı.

Dönemin ABD Başkanı Lyndon Johnson’ın sözcüğünü yapan gazeteci Bill Moyers’ın aktardığına göre de, Tonkin olayından yaklaşık 1 yıl sonra 1965 yılında Lyndon Johnson kendi has dairesinde ‘’Bütün bildiğim donanmamız 4 Ağustos gecesi boyunca balıklara ateş etti’’ itirafında bulunmuştu. Çünkü daha aynı gece Tonkin Körfezindeki Amerikan gücünün komutanı John Herrick geçtiği raporlarda, ‘tamamen zifiri karanlık’ ve ‘tuhaf havanın etkisi’ ile sonarlarının kendi sesini algıladığını ve buna dayanarak rastgele ateş ettiklerini bildirmişti.

Ancak, Amerikan medyası Lyndon Johnson’ın 4 Ağustos akşamı ve sonrasında yaptığı açıklamalara, ‘tartışmasız gerçek‘ muamelesi yaptı. New York Times’ın ertesi günkü başyazısında, ‘Başkan dün gece, Amerikan halkının huzuruna acı veren gerçeklerle çıktı’ yazıldı. Los Angeles Times’ın başyazısında, ‘komünistlerin, uluslararası sularda seyreden Amerikan gemisine saldırarak gerilimi tırmandıran taraf olduğu’ ilan edildi. Ve savaş başladı.

Vietnam Savaşında 58 bin Amerikan askeri ve 2 milyona yakın Vietnamlı öldü. 40 yıl sonra ABD hala Vietnam savaşının bedelini ödemeye devam ediyor. Oysa, Başkan Johnson’ın bildiği gerçeği Amerikan halkı da aynı gün bilseydi, ABD, Vietnam Savaşı gibi bir belaya hiç bulaşmaz hem bir kuşağını, hem itibarını hem de milyarlarca dolarlık kaynağını kaybetmezdi.

The War Within’ kitabının yazarı Tom Wells, bağımsız medya gözlem organizasyonu FAIR’e yaptığı açıklamada, ‘’Amerikan medyası, 4 Ağustos gecesi Kuzey Vietnam’a başlayan hava bombardımanını, ‘dişe diş, göze göz’ olarak tanımladı. Oysa ki gerçekte, yönetimin, Kuzey Vietnam üzerindeki baskısını artırmak için uzun süredir planlanladığı gerilimi tırmandırma kampanyasının bir aşamasıydı sadece’ diye anlatıyor. Peki gazeteler neden bu kadar kolayca resmi yalana alet oldular? Wells iki neden sayıyor: O günlerde gazetelerin Vietnam’da olan biten şeylerle ilgili tek kaynaklarının resmi otoriteler olması ve ulusal güvenlik konularında resmi bakışı sorgulamakta çekingenlikleri...

Bir diğer önemli neden ise gazetecilerin, yöneticilerle kişisel dostlukları. Bir demokratik toplum için gazeteci ile politikacının dostluğu kadar yıkıcı az tehdit vardır. Örneğin, tam 13 yıl önce bu ay Londra’daki bir haber toplantısına gidelim. İngiliz Pazar gazetesi Observer’ın haber toplantısı yapılmakta. 1990’lı yıllarda Bosnalıların yaşadığı vahşeti dünyaya duyuran kahramanlardan biri olan muhabir Ed Vulliamy çok önemli bir haber getirmiştir. 1997’den beri Observer’ın New York temsilcisi olan Vulliamy, Irak Savaşına giden süreçte CIA’nin eski analistlerinden Mel Goodman ile irtibat kurmayı başarır. Goodman, kurumdan ayrılmış olmasına rağmen hala içerden ciddi bilgi alabilen bir konumdadır. Goodman, Vulliamy’e, o günlerde İngiliz ve ABD yöneticilerinin tüm resmi açıklamalarına rağmen CIA’nin Irak’ta hiçbir kitle imha silahı tespit edemediğini açıklar. Üstelik Goodman, adının açık kaynak olarak haberde kullanılmasına da izin vermektedir.

O günlerdeki Bush yönetiminin tek savaş gerekçesi olan ‘Irak’ta kimyasal silahlar var’ iddiası düşünüldüğünde gündemi etkileyecek çok kritik bir açıklamadır bu. Ancak Observer yönetimi haberi yayınlamayı reddetti. Sonraki 4 hafta boyunca Vulliamy haberi tam 7 kez yazıp yeniden haber merkezine sundu. Ama hiçbirinde kullanılmadı. Vulliamy’nin son haberinin de reddedilmesinden günler sonra Bağdat’a ilk saldırı başladı ve bunun bedelini ölen masum sivil Iraklılar ile Amerikalı ve İngiliz askerler ödedi.

Nick Davies’in ‘Flat Earth News’’ adlı kitabında anlattığına göre 2003 yılının Ocak ayında Observer’ın editörü Roger Alton, muhabirlerine, bir gazeteciden çok bir askeri birlik komutanı gibi ‘’Amerikalılarla omuz omuza durmalıyız’’ talimatı verdi. Üç yıl sonra Irak bir kan gölüne ve işgalci koalisyon güçleri için bataklığa dönüşmüşken, savaş tamtamcısı Alton’un nerde olduğunu da Londra’da hafta içinde ücretsiz yayınlanan Evening Standard gazetesinin 6 Eylül 2006 tarihli sayısından öğreniyoruz. O günlerde Tony Blair’in Özel Kalem Müdürü olan Jonathan Powell ve Blair kabinesinde bakanlarından ve savaşın en büyük propagandistlerinden Denis MacShane ile beraber Alplerde tatildedir.

Tarihçi John Lukacs, ‘dış politika’ kavramının adından dolayı yanlış bir algıya neden olduğunu yazıyor. Dış politika dediğimiz şey büyük ölçüde iç politikadan bağımsız birşey değil, onun uzantısıdır. Toplum ve yöneticilerin ruh halini ve o ülkeye sinen atmosferi yansıtır. İç politikası yalanlar üzerine kurulu bir ülkenin dış politikasının da yalanlar üzerine kurulması kaçınılmazdır. Bunun yanı sıra bir ülkenin dış politikadaki aktivitesi, diğer ülkelerin iç dengeleri, potansiyelleri hakkındaki cehaletiyle beraber artıyorsa, o ülkenin dış politikada bir bataklığa saplanması kaçınılmazdır. ABD, masa başında hazırlanmış görkemli stratejilerle girdiği Vietnam hakkındaki cehaletinin bedelini ağır ödedi. Yine, ondan yaklaşık 40 yıl sonra birkaç haftalık zafer gibi gördüğü Irak’ta aynı bataklığa bir kez daha saplandı. Irak fiyaskosunda da yönetimin ‘suç ortağı’ yine aynıydı; medya.

Oysa daha 1991 yılında birinci Körfez Savaşında köşe yazarı Sydney Schanberg, Amerikalı gazetecileri, ‘Lyndon Johnson’ın bizi Tonkin Körfezinde olanlarla ilgili yalan bilgilerin bombardımanına tuttuğu günlerdeki sorgulamasız uyumumuzu ve o uyumun sonuçlarını hatırlayın’ diye uyaracaktı. Schanberg, sadece medyayı değil Amerikan halkını da eleştiriyordu aynı yazısında:

‘’Amerikan kamuoyu hafıza kaybıyla malul. Biz Amerikalılar çok safız. Her defasında, bu hükümet farklı, bize gerçekleri söylüyor diye sanıyoruz.’’

Niall Ferguson, The Pitty of War kitabında, sarı gazeteciliğe hakim olan dile ‘savaş boyası’ diyor. Kitle medyasının yalanlara alet edildiği son yüzyıldaki bütün acı deneyimler bize defalarca şunu gösterdi ki, savaş tamtamları çalan boyalı basın değil, gerçeği sorgulayan gazeteciler ülkenin gerçek dostlarıdır. Savaş histerisinde, şarlatanlarca ‘vatan haini’ ilan edilme pahasına ‘gerçeği konuşmaya devam etme cesaretleri’ ile tarihe isimleri altın harfle yazılır. Son söz Ben Bradley’den:

”Bir ülke için hiçbir gerçek, uzun vadede, resmi yalanlar kadar tehdit oluşturmaz”

CEMAL TUNÇDEMİR‘i Twitter’dan takip edebilirsiniz