CEMAL TUNÇDEMİR
16 Haziran 2018
‘’Yedi çocuklu bir ailenin sondan ikinci çocuğuydum. Önemsiz gibi görünse de keyifleri olan bir yaşamım vardı. Uzun boylu olmam dışında bir vasfım yoktu ki onu da basketbol sahasındaki beceriksizliğimle israf etmiştim. Fakat kendi sıradanlıklarımı bir avantaja dönüştürmeyi öğrendim. Gazeteci oldum. Kimseye tehditkar gelmeyen halim-selim konuşma üslubum, insanların bana konuşmasını kolaylaştırıyordu. Sıradanlığımla bir kalabalıkta çok rahat kaybolabilme kapasitem, haber etkinliklerini çok iyi gözlemleyebilme ve haberleştirebilme şansı veriyordu. Sosyal yaşantımı da aile, arkadaşlar ve sosyal muhitimle sıradanlıklar üzerine kurmuştum. Çok ünlü bir yazar değildim belki ama iyi bir baba, iyi bir eş, vefalı bir arkadaştım.’’
Son dönem Amerikasının en ünlü gazeteci-yazarlarından biri olan Ta-Nehisi Coates, kendi halinde bir muhabir ve editörken, 2015 yılında yayınlanan ‘Benimle Dünya Arasında’ kitabıyla ulusal bir şöhrete dönüşmesinden hemen önceki yaşamını bu şekilde tasvir ediyor ve devam ediyor;
‘’Şöhret bunların hepsinin içine etti. Artık işimi yapmak, yani haber yapmak için bir yere gittiğimde kendim, haberin tamamı veya en azından parçası oluyordum. Karımı özel bir konumuzu konuşmak için yemeğe çıkardığım gece eve döndüğümüzde, yan masamızda oturan kişilerin fotoğraflarımızı gizlice çekip Twitter’da paylaştığını ve konuştuklarımızdan bahsettiğini öğreniyordum. Ailece yıllardır hayalini kurduğumuz bir evi satın almamız her yerde haber oluyordu. Çocuğumun Instagram hesabı, haber konusu olabilecek şeyler bulma amacıyla didik didik ediliyordu. Ve ben bütün bunlardan dolayı kendi soyutlamaya yeltendiğimde, iletişimimi kesmeye başladığımda bu tavrım hakkımdaki haberleri daha da büyütüyordu.
Ün, başıma gelen en tuhaf şeydi. Ben kendimi hala her zaman olduğum ben gibi görüyordum ama etrafımdaki herşey bükülüyordu. Kendimi siyah yazarlar toplumunun bir üyesi olarak görüyordum ama bu aidiyetim gözlerimin önünde yıkılıyordu. Sevdiğim, çok şey öğrendiğim yazarlar, yapmacıklıklarımdan veya ihanetimden söz ediyordu. Şahsen tanıdığım, mücadelelerimde yoldaşım gibi gördüğüm yazarlar, Facebook ve Twitter’dan benim mücadele yolunda en son yoldan çıkmışlıklarımı paylaşıyordu. Radyoculuk yapan iyi bir arkadaşım, snobluğum ve şöhretin beni nasıl değiştirdiği hakkında bir radyo programı yapıyordu.’’
Coates bir yandan bunları yaşarken diğer yandan da egosunu şişirdikçe şişirecek bir ortam da oluşmuştu.
‘’Yazılarımın bilgisiz olduğumu gösterdiği konularda bile konuşmalar yapmam isteniyordu. Özel uçakla konuşma turuna çıkma davetleri aldım. Müzik klibi yönetme teklifleri aldım’’.
Büyük yazarların şöhret olduktan sonra neden bocalamaya başladığını anlamaya başladığını kaydediyor;
‘’Çünkü yazmak zahmetli bir iş. Yazı yazmak zorunda olduğu için yazan yazarlar var. Ancak artık anlıyordum ki yazmanın dışında bir de ‘yazar olmak’ şeklinde, konferanslar, konuk yazar etkinlikleri, galalar, imza günleri, ödül komiteleri ile dolu bir başka yaşam daha var. Hatta bu ‘yazar olmak’tan karanlık beklentiler bile vardı. Bir arkadaşımla yaşlı bir siyahi yazar-politikacıyı ziyarete gittiğimizi hatırlıyorum. Notumu vermek için beni şöyle bir süzdükten sonra ilk söylediği şu oldu; Şimdi elinden epey a..cık geçiyordur.’’
Coates’in bütün bunlardan sonra hissettiği tek şey sosyal izolasyon oldu. Hızla içe kapandı.
‘’Arkadaşlarımı, yoldaşlarımı, sosyal çevremi kaybedişim yürek burkucuydu. Şüpheci ve mesafeli bir insana dönüştüm. Yemek davetlerini reddettim. Biriyle konuşurken, karşımdakinin benim şöhretimden yararlanmaya çalışıp çalışmadığından emin olmak için önce onu iyice tartıyordum. Paranoyanın başladığı yerdi bu.’’
‘’Hayatımda kendimi hiç bu kadar yalnız hissetmemiştim’’ diye yazıyor Coates. New York’ta bir bar veya restorana girişinin kimsenin dikkatini çekmediği, kolayca müşteriler arasında kaybolup gittiği günlere derin bir hasret duymaya başladığını aktarıyor.
Anonim bir insan olmanın, yani bir mekana girildiğinde, bir kentin kaldırımlarında yürüdüğünde tanınmayan bir insan olmanın ne büyük bir lüks olduğu ancak kaybedildiğinde anlaşılabilir. ABD Başkanı Barack Obama, 2016 yılında Jerry Seinfeld’in TV programına konuk olduğunda, artık bir daha asla sahip olamayacağı o anonim günlerine derin özlemini şöyle paylaşacaktı:
‘’Öylesine sokakta yürürken sana rastlamayı çok ama çok isterdim. Düşünsene, sen bir bankta oturuyorsun ve ben de ‘Merhaba Jerry, ne haber?’ diye sana selam veriyorum. Çok isterdim. Anonimliğinin ne kadar değerli olduğunu kaybettiğin ana kadar farkında olmuyorsun’’.
Ünlü aktör George Clooney bir keresinde, ‘’15 yıldır Central Park’ta yürüyemiyorum ve çok özlüyorum’’ diye yakınacaktı.
Fotoğrafçısı Pete Souza’nın aktardığına göre de Obama bir yardımcısına sık sık bir rüya gördüğünü anlatmış. Rüyasında kalabalıkların içinde huzur içinde yürürken birden farkedilerek tanınıyor ve rüyası bir kabusa dönüşüyormuş.
Coates ise, Baltimore’da kalabalıklar arasında kolayca kaybolabildiği günlere özlemini dile getiriyor. Onu okurken, 20’nci yüzyıl başında Amerikan edebiyatı, kültürü ve gazeteciliğinde derin izler bırakmış olan H. L. Mencken‘in, Baltimore Sun gazetesindeki ilk muhabirlik yıllarını, “krallarınki gibi bir hayatım vardı” diye anmasını hatırlıyorum. Oysa ki söz konusu Baltimore günleri, Mencken’in yaşamının en yoksul dönemiydi…
Bir çok ünlünün de, şöhretlerinden, ‘kafeste bir kanaryayım’, ‘hayvanat bahçesinde bir maymun gibi hissediyorum’, ‘kamu malı gibiyim’ gibi tasvirlerle yakınmaları bundan belki de…
Aktör Johnny Depp, ünlü olmayı, ‘kanun kaçağınkine benzer bir yaşam’ olarak tanımlıyor:
‘’Sosyal hayatta attığınız her adım bir tür strateji. Her adımınız… Sizin bir hotele alınmanız, oradan çıkarılmanız, bir restorana alınmanız, oradan çıkarılmanız…’’.
Brad Pitt de ünlü olmanın maruz kaldığı sosyal baskıyı, ‘’Ünlü olmak, sizi, yaşamınızın geri kalanı boyunca her adımında inşaat işçilerinin arasından yürüyen bir kız yapar’’ benzetmesiyle anlatıyor.
Birçok gencin onlar kadar tanınmak isteyeceği birçok ünlünün, sokakta tanınmamak için güneş gözlüğü, şapka, peruk veya takma sakal ile yürümek zorunda kalması acı bir ironidir.
Öte yandan ABD Başkanı ile sohbetinde Jerry Seinfeld, dizideki Seinfeld karakterine yakışan bir refleksle Obama’ya, ‘’Ünlü olmadan önceki günlerimi iyi hatırlıyorum. O kadar da şahane değildi, abartma’’ diye karşılık veriyor.
Hiç şüphesiz ünlü olmanın da kendine göre bir çekiciliği var. Çok güçlü bir çekicilik… Hatta onu taşıyacak olgunluğa erişemeden ünlü olmuş insanlarda kolayca bağımlılık yapabilecek bir çekicilik… Çocuk yaşlarda yıldız olmuş bir Hollywood aktörü, ‘’ünlü olduktan sonra bir insanda bağımlılık yapabilecek her maddeyi kullandım ama hiçbiri şöhretin kendisi kadar bağımlılık yapma gücüne sahip değildi’’ diye anlatıyor bu çekiciliği…
Şöhret, insana, kolayca şeytani bir kötülüğe evrilebilecek bir cüretkarlık da kazandırır. Henry Kissinger’ın ‘ünlü olmanın en güzel tarafı, siz konuşurken insanlar sıkılırsa, bunun kendilerinden kaynaklandığını düşünmeleri…’ diye anlattığı küçük çaplı cüretkarlık da değil. Emerson’un şiirinde tasvir ettiği, kendi toprağını ekip biçerken bir anda diğer bütün topraklara da erişim gücüne ulaşan çiftçi gibi… Yeterine şöhretli olunca artık her hangi bir toprağın sana ait olup olmadığına bakmaksızın sürme cüretine sahip olursun.
Bir kere ünlenince, hep konuşulan, hep gösterilen insan olma isteği, dikkatleri çekmek için normalde asla yapmayacağı şeyleri bile yaptırabilir bazılarına…
‘’Defalarca test edilmiş gerçek şu ki insan, şöhrete direnebilecek bir yapıya sahip olarak yaratılmamış’’ diyor Coates. Kendilerini boğan denize aşık denizciler gibi bırakırsınız kendinizi şöhret denizine… Bununla beraber Coates’in gidişatını erkenden fark edebilmesi kendisini bu girdaptan kısmen kurtarmayı başarmasına yardım etmiş. Farkındalığında ise üç şey rol oynamış. Ona ulusal şöhretin kapılarını açan kitabından önce Atlantic dergisinde yayınlanan haber dosyalarıyla dar bir çevrede sahip olduğu daha küçük çaplı şöhreti, ruhunu bütün çıplaklığıyla kendisine göstermiş. Daha büyük bir şöhretin denizinde kolayca boğulabilecek biri olduğunu erkenden farketmiş. İkinci olarak, şöhretinden önceki döneminden beri onu seven çevresi yani eşi, çocukları, kardeşleri ve yakın bazı arkadaşlarının onu normalleştiren yakınlıklarını sürdürmesi de kendı farkındalığını artırmasına yardım etmiş…
Ama en önemli desteği güçlü öğrenme merakı ve yazma tutkusundan görmüş. Yazmak, ta başından beri onun için, onu ünlü olmaya götürecek bir yol değildi:
‘’Yazmayı gerçekten çok seviyordum. Yazmak için bir beyaz sayfa açmanın, doğru sözcük arayışının, puzzle’ın parçalarını birleştirme isteğinin, tuhaf paragrafları bir cerrah gibi birbirine dikmenin başka hiçbir şekilde elde edemeyeceğiniz heyecanı… Sahibi olmaktan müthiş haz aldığım yaratıcı eylem. Kalabalıkların içine her adım attığım anda yok olan şey.’’
Öte yandan bir çok nitelikli akademisyen, gazeteci, yazar, sanatçı, uzman ve entelektüeli ise belki de en verimli işler yapacakları dönemde bu girdapta boğulur gider. Financial Times’ten Simon Kuper bir yazısında, şöhretin modern düşünürleri nasıl bitirdiğine bazı çarpıcı örnekleri şu şekilde sıralıyor.
‘’Örneğin bir tarihçisiniz. Arşivlerde yıllarınızı geçirerek, son derece nitelikli kitaplar üretiyorsunuz. Bir gün spotların altında yakalanıyorsunuz ve televizyonda akıcı şekilde konuşabildiğiniz keşfediliyor. Derken, kendinizi Dubai’de ‘Çin’in geleceği’ konusunda malumatfuruşluk yapmak için 25 bin dolarlık teklif alırken buluyorsunuz. Çünkü, para gelecekte saklı olduğu için zenginler de geleceği bilmek istiyor. İyi bir kahin değilseniz bile neden 5 yıl önce dediklerinizin bugün çıktığını söyleyerek piyasanızı koruyorsunuz. Nihayetinde bir noktada artık tarihçi olmadığınızın farkına varıyorsunuz. Televizyonda kendi kendinizi oynadığınız bir parodinin içerik üreticisisiniz artık.’’
‘’Örneğin gazetecisiniz. Yabancı dil bilen, sıkı şekilde çalışan, normal insanların yaşadığı bir semtte oturup onların ülkelerinde ne olup bittiğini anlamaya çalışan bir gazeteci. Ancak bir kez yıldızlaştınız mı artık sizi evimizden veya işinizden alan ve haber malzemenizden koparan bir limuzinin içinde gevezelik yaparken buluyorsunuz kendinizi. Şimdi sarayda, devlet başkanının karşısında oturup, onun ülkesinde ne olup bittiğini anlamaya çalışan birisiniz. Sıcak ve kibar bir insan. Sizin gazeteciliğinizi takdir ediyor. Hayranlığını belirtiyor. Onunla karşılıklı yemek yerken farkediyorsunuz ki, başkanın size daha önce, sanki kendi çıkarını ve kariyerini koruyormuş gibi görünen bütün iktidar mücadelesi, aslında ülkesinden yolsuzluğu tamamen yok etme mücadelesiymiş…’’
‘’Örneğin bir ekonomistsiniz. Zeka ve bilgi ürünü karmaşık çalışmaları üretmek için yıllarınızı hatta on yıllarınızı harcamışsınız. Bunun yanı sıra bir politik çizgiyle beraber hareket etmeye başlıyorsunuz. Derken artık her gün karşıt görüşün neden yanlış olduğunu anlatmaya başlıyorsunuz. (Gazeteci John Avlon’dan bir alıntı yapmazsam olmaz; Aşırı particilik ahmaklaştırır.) Öyle sıkıcı bir insana dönüşürsünüz ki bazen siz bile kendinizi dinlerken sıkılırsınız.’’
‘’Örneğin bir politika gözlemcisiniz ve çok orijinal bir politika kitabı yazdınız. Takdir ettiğiniz bir parti lideri sizi arıyor ve kitabınızı çok beğendiğini söylüyor. Kısa süre sonra her gün karşılıklı mesajlaşmaya başlıyorsunuz. Kendinizi, gerçekleri tanımlayan bir insandan gerçekleri şekillendiren bir insana terfi etmiş gibi hissetmeye başlıyorsunuz. Televizyona her çıktığınızda o parti liderinin neden her söylediğinde haklı olduğunu açıklamaya çalışıyorsunuz. Bununla beraber içinizden ‘durumum çok daha kötü de olabilir’ diye de kendinizi teselli edebilirsiniz. Yani sonuçta, Irak Savaşını savunacağım diye on yıllar boyunca oluşmuş saygınlığını yerle bir eden Christopher Hitchens de olabilirdim diye…’’
‘’Örneğin, dili iyi kullanan bir yazar olabilirsiniz. Bu özelliğinizle kadar çok övgü alırsınız ki, Amerika’nın en titiz düzyazı yazarına dönüşürsünüz. Artık yazdığınız her cümleyi, bir şey ifade etmek için değil, ’21. Yüzyılın En Ünlü Vecizeleri’ ansiklopedisine girmesi için yazarsınız.’’
Simon Kuper, bir çok yazarın, paranın kendilerini angaryadan özgürleştireceği ve böylece en iyi eserlerini yazacakları yanılgısına düştüğünü kaydediyor ve ekliyor: ‘’Ancak bunun yerine para çoğu zaman onları en iyi eserlerini yazabilecekleri ortamlardan uzaklaştırıyor.’’
İngiliz romancı Martin Amis’in 1983 yılında yazdığı, ‘’Bir İngiliz yazar para kazanmaya başladığında yeni bir daktilo alır, bir Amerikalı yazar para kazandığında yeni bir yaşam…’’ sözünü aktarıyor Kuper.
Şöhret sadece sahibi için değil, şöhreti tek başına bir değer görenler için de körleştirici bir perdedir. Kuper, geçmişten günümüze kalan bir çok edebi eserin, kendi çağlarının çok parıltılı isimlerinin ürünleri olmadığına dikkatimizi çekiyor. 20’nci yüzyılın ilk yarısında İngiltere’de herkesin tanıdığı, hakkında konuştuğu, kitaplarını okuduğu edebiyatçılar John Galsworthy ve JB Priestley’i örnek veriyor. Bugün kimse onları tanımıyor bile. Onlarla aynı dönemin yazarı olan George Orwell ise 1945 yılında, yani ölmeden 5 yıl önce ‘Hayvan Çiftliği’ni yayınlayıncaya kadar bırakın dünyayı, İngiltere’de bile pek kimsenin haberdar olmadığı bir yazardı. Kuper, bunun ne kadar çarpıcı bir zıtlık olduğunu anlamamız için şu analojiyi yapıyor: ‘’Günümüzün en ilginç düşünürünün, 50’li yaşlarında, milyonlarca dolar kazanan ve her yere konuşmalara çağrılan kişi değil, yazılarını çok az okuru ile paylaşan 30’lu yaşlarında bir blogger olduğunu düşünün…’’.
Peki her ‘ünlü’ kaybolmuş insan mıdır? Günümüz iletişim olanakları evreninde bir insanın bilime, topluma, sanata, edebiyata, insanlığa katkısı ve üretkenliği sonucunda tanınıp ünlü olması çok olası. Donanımlı olmasak bile (Warhol’un yalancısıyım) en azından hepimiz bir gün 15 dakikalığına şöhret olacağız. Yani ün sahibi olmayı otomatik bir kayıp olarak göstermek çok saçma bir iddia olur.
Ben açıkçası, karşılığında vazgeçilen şeyleri düşündüğümde, şöhreti göze almayı çok büyük bir fedakarlık olarak görüyorum. Şöhretinin altında ezilmeden, üretkenliğini, katkısını, kalitesini sürdürenlere bu yüzden ayrıca derin bir hayranlığım var.
Burada ise şöhretin, oturmamış, olgunlaşmamış bir bünyede dönüştürücü, deforme edici, yozlaştırıcı gücüne ve amaç hale gelmesi halindeki yıkıcı potansiyeline de dikkat çekmeye çalışıyorum. Şöhrete sahip olmakla şöhretinizin size sahip olması arasındaki farka…
‘Şöhret’ ve ‘başarı’yı özdeş gören çok çarpık bir kültür, kanser gibi dünyaya yayılmış durumda. İşinizi ne kadar severseniz sevin, işinizde ne kadar iyi olursanız olun eğer tanınmıyorsanız, başarısızlık hissi yaşatan kasvetli bir iklim var. Bir kuşağı, daha 20’li 30’lu yaşlarında bile henüz şöhret olamadıkları için depresif hale getiren bir sosyal kanser…
Çoğu genç, şöhretli insanların bütün servetlerini verseler bile artık sahip olamayacakları muazzam bir zenginliğe hali hazırda sahip olduklarının farkında bile değil. Anonimken, kendi toprağında yani bir alanda sebatla çalışıp o toprakta kalıcı değerler üretmek, kendi kendini değil, dünyayı temaşa etmek, ünlüyken yapılabileceğinden çok daha kolaydır. Sokaklarda yürüme özgürlüğünüz, toplu taşıma kullanma özgürlüğünüz, şehrin ortasında bir parkta sere serpe yayılma özgürlüğünüz, istediğiniz mekana rahatça girip rahatsız edilmeden oturma özgürlüğünüz, başarısız olma, defalarca başarısız olma özgürlüğünüz, yanlış bulduğunuz düşüncelerinizi kolayca değiştirebilme olanağı, istediğiniz kıyafetleri giyme keyfiniz, seyahat özgürlüğünüz ve daha nice paha biçilmez lüksü barındırır.
Ürkütücü gerçek şu ki şöhret baldan tatlı bir zehirdir. Tabağımıza konduğunda tadına bakmamayı kaçımız başarabiliriz emin değilim. Tadına baktıktan sonra da geri bırakılacak bir şey değil. Bir kez gelir ve geldi mi de yaşamınızı geri dönülemez şekilde esaretine alır. Thomas Carlye, şöhretin bir malvarlığı değil bir trafik kazası olduğunu yazarken bunu kast ediyordu. Ondan sonra özgürlük için tek seçenek, geçtiğimiz günlerde yaşamını yitiren müthiş yazar Philip Roth gibi, şöhretin esaretinden kurtulabilmek için, 46 yıl taşrada bir kır evinde tek başına yaşamak zorunda kalmak da olabilir.
CEMAL TUNCDEMİR‘i Twitter’dan takip edebilirsiniz