Skip to content
Menu

Yeni çağın kaşifleri; Virüs avcıları

PREDICT’e bağlı bu virüs avcısı grubu, Siera Leone’da, Ebola virüsünün yeni türlerini daha insana bulaşmadan keşfetti.

CEMAL TUNÇDEMİR

(NOT: Bu yazı ilk olarak Atlas dergisinin Mayıs-Haziran 2020 sayısında yayınlandı.)

1976 yılında Zaire’nin kuzeyindeki ormanlık bölgede bir salgın başladı. Önceleri sıtma sanıldı ama hastalar sıtma tedavisine yanıt vermiyordu. Bölgede hastalık kapan ve ölen Belçikalı bir rahibeden alınan kan örneklerinin yer aldığı iki küçük cam tüp, Belçika’nın Antwerp kentinde bulunan Tropik Tıp Enstitüsüne gönderildi. O günlerde bu tür nakillerde sıkça kullanılan bir yöntemle; ticari bir yolcu uçağıyla ve normal el valizi içinde… 

Tüplerden biri yolda kırılmıştı. Laboratuvardaki 27 yaşındaki genç doktor, heyecanla çantayı açtığında, saçılan kanla temas edecekti. O günlerde laboratuvarlarda bile koruyucu elbise, maske çok yaygın değildi. Sağlam tüpteki örneğin, elektron mikroskobuyla tahlilinde, sonuç, o gün itibarı ile bilinen bütün virüsler için negatif çıkacaktı. 

Rahibeyi ve köylüleri öldüren ne olabilirdi?      

Kan örneğinin Antwerp’e gönderilmesinin iki nedeni vardı. Öncelikle, Antwerp Tropik Tıp Enstitüsü, o günlerde dünyanın tropik hastalıklar konusunda en yetkin merkezlerinden biriydi. İkinci neden, günümüzde adı Kongo Cumhuriyeti olan Zaire, 1960 yılına kadar Belçika kolonisiydi. Belçika ile bölge arasında bilimsel, kültürel, ekonomik ilişkiler hala çok güçlüydü. 

Kongo’da bir çok Belçikalı misyoner yaşıyordu. Ve bu misyonerlerin çok önemli bir kısmı da Antwerp’i de kapsayan Flaman coğrafyası olan Flandre’dendi. Çok sayıda misyoner yetiştirmesi, Belçika’nın bu bölgesinde büyüyen çoğu çocuk için, uzakları çekici hale getiriyordu. Bunlardan biri de Kongo’nun bağımsızlığı sırasında 11 yaşında olan Peter Piot’du. 

Piot’nun çocukluk yıllarında tek bir hayali vardı; ‘’dünyanın en sıkıcı yeri’’ olarak gördüğü Flandre’den bir gün gitmek. Maceraya atılmak ve bütün dünyayı görmek istiyordu. 

Kaşif olma hayalleri kuruyordu. Fakat bir sorun vardı; bütün dünya hali hazırda keşfedilmişti. Geriye keşfedilecek pek bir şey kalmaması fena halde canını sıkıyordu. Piot, keşif duygusunu bir nebze olsun tatmin edeceği ümidiyle tıp eğitimi aldı ve doktor oldu. Mezuniyetinden sonra uzmanlık alanı olarak ise mikrobiyolojiyi seçecekti. 

Henüz genç bir bilim alanı olan mikrobiyolojinin temelleri 19’ncu yüzyılın sonlarında, aşı geliştirme çabaları ile atılmıştı. Aslında çiçek hastasından alınan bazı döküntülerden yapılmış bir ilaçla, çiçek hastalığını düşük dozlu geçirterek bağışıklık kazandırma temelli varilasyon yöntemi yüzlerce yıl önce Çin’de geliştirilmişti. Avrupa ise bu teknik ile 18’nci yüzyılda İstanbul üzerinden tanışacaktı. Dönemin İstanbul’daki İngiliz elçisinin edebiyatçı eşi Lady Mary Montagu, 1717 yılında bu son derece riskli tedavinin İstanbul’da uygulanmasını gözlemlemiş ve bunu İngiltere’de de tanıtmaya çalışmıştı. Fakat, hastalıklı insandan, sağlıklı insana düşük dozda hastalık bulaştırarak hastalığa karşı bağışıklık kazandırma tekniği, İngiltere’de itiraz ve dirençle karşılaşacaktı.

Fakat bu kadim teknikten ilham alan İngiliz doktor Edward Jenner, 1796’da çok daha güvenli bir yöntem geliştirmeyi başardı. İnsandakine göre oldukça ılımlı olan sığır çiçek hastalığına sahip bir sığırdan aldığı sıvıyı, genç bir çocuğa şırıngalayarak, çocuğa çiçek hastalığına karşı bağışıklık kazandırdı. Jenner, şırıngaladığı bu sıvıya, Latince ‘sığırdan alınmış’ anlamına gelen ‘vaccinus’ diyecekti. İngilizcede bugün bile ‘aşı’ için ‘vaccine’ sözcüğü kullanılmasının nedeni bu… 

Louis Pasteur

Bu çalışmalar 1800’li yılların ikinci yarısında Fransız kimyacı, biyolog Louis Pasteur (Lui Pastör) ile yeni bir aşamaya geçecekti. Pasteur, süt, tereyağı, peynir gibi hayvansal gıda ürünlerinin mayalanıp, akabinde bozulmaya başlamasına, bakterilerin neden olduğunu düşünüyordu. 1860’lı yıllarda, sıvıyı, 60-100 derece arasında bir sıcaklıkta ısıtınca, içinde, bozulmayı kolaylaştıran bir çok bakteriyi öldürüp, sıvının bozulmasını oldukça geciktirilebileceğini ispatladı. Şarabı korumak için geliştirdiği bu yönteme onun adıyla ‘pastörizasyon’ denildi ve daha sonra bira ve süte de uygulanmaya başlandı.  

Pastör’ün 1870’li yıllarda bakterilerin neden olduğu tavuk kolerası ve sığır şarbon hastalıklarına karşı araştırmaları ise, ‘aşının’ nasıl çalıştığını keşfetmesine yol açacaktı. Edward Jenner’ın geliştirdiği yöntemde, bakterinin ılımlı etkilediği bir yaşam formu bulup, ondan alınan sıvıyı, enjekte ederek diğer bünyede daha güçlü versiyonuna karşı bağışıklık kazandırma esastı. Pasteur ise, laboratuvarda yapay şekilde mikrobun ‘zayıf formunu’ geliştirmeyi başardı. Artık, aşı için doğal bir zayıf form aramaya ihtiyaç yoktu.  

Pasteur, 1885 yılında, kuduz olmuş tavşanlardan elde ettiği sıvıyı, daha sonra laboratuvar ortamında zayıflatarak kuduz aşısını geliştirdi. Hayvanlar üzerindeki denemeleri başarılı olunca, kuduz bir köpek tarafından ısırılmış 9 yaşındaki Joseph Meister adlı çocuğa aşıyı yapmaya karar verdi. Ancak, Pasteur’ün, doktor lisansı olmadığı için bu tür bir tedavi uygulaması yasadışıydı. Yine de danıştığı doktorlardan onay alarak geliştirdiği aşıyı çocuğa yaptı ve umutsuz bir vaka olan çocuk iyileşti. Kuduz aşısının işe yaradığı haberinin kısa sürede duyulmasından sonra Pastör artık bir ulusal ve hatta küresel kahramana dönüştü. Bu nedenle de hakkında yasal bir işlem yapılmadı. 

Bu çalışmaları nedeniyle ‘mikrobiyoloji’nin babası olarak kabul edilen Pasteur, kuduz aşısını geliştirmişti ama hastalığa neden olanın, bir bakteri olmadığını henüz bilmiyordu. Fakat türümüzün o güne kadar cahili olduğu sırrı çözecek şey de onun laboratuvarındaydı. Pasteur’ün asistanı Charles Chamberland’ın 1884 yılında geliştirdiği porselen bir filtre, bakterileri yakalamayı başarıyordu. Filtrenin bu işlevi, mikrobik dünyada önemli bir keşfin kapısını aralayacaktı. 

1892’de Rus biyolog Dimitri Ivanovski, tütün mozaik hastalığına yakalanan bitkilerden elde ettiği sıvıyı, Chamberland Filtresini kullanarak süzdü. Ancak filtrelenerek arındırılmış sıvıyı, sağlıklı tütünlere verdiğinde yeniden aynı hastalığın oluşmaya devam ettiğini gözlemledi. Öyleyse, bakteriden başka, hastalık üreten bir neden olmalıydı.

Altı yıl sonra Hollandalı biyolog Martinus Beijerinck, benzer bir filtreleme yaptığında, bu nedeni keşfedecekti. Bakteriden çok daha küçük mikroplar vardı ve hastalığa bunlar neden oluyordu. Bu yeni mikrop türünü, Latince ‘zehir’ veya ‘yapışkan sıvı’ anlamlarına gelen ‘virus’ sözcüğüyle adlandırdı. Sonraki yıllarda ise virüslerin tek tür olmadığı, farklı hastalıklara farklı virüslerin yol açtığı fark edilecekti.       

Bir virüsün görüntülenmesi, ancak 1930’lu yıllarda elektron mikroskobu geliştirildiğinde mümkün olabilecekti. Dolayısıyla o zamana kadar da bir çok hastalığın hangi virüsün neden olduğu bilinemiyordu. Örneğin, 1918’de 50 milyondan fazla insan öldüren İspanyol Gribine, influenza virüsünün neden olduğu 1933 yılına kadar bilinemeyecekti. 

Bitki virüs ve bakterileri, bunlar kolayca büyütülebildiği için mukayeseli olarak daha kolay elde edilebiliyordu. Ancak, hayvan virüslerinin, aktif kalabilmeleri için, bir hayvan hücresine yerleşmesi zorunluluğu araştırmaları zorlaştırıyordu. 1931 yılında, Amerikalı patolog Ernest Goodpasture, influenza virüsünü tavuk yumurtasına enjekte ederek büyütmenin mümkün olduğu keşfedinceye kadar. Ki bu yöntem bugün bile grip aşılarının geliştirilmesinde kullanılıyor. 1937’de Max Theiler, sarı humma virüsünü tavuk yumurtasında büyüterek aşısını geliştirmeyi başaracaktı. Bugün bile kullanılan bu aşı, 80 yılı aşkın sürede on milyonlarca insanın yaşamını kurtardı.        

20’nci yüzyılın ortalarına kadar mikrobiyoloji bir çok tıbbi keşfin merkezinde yer alacaktı. Ama Peter Piot’nun, doktorlukta uzmanlık alanı olarak mikrobiyolojiyi seçtiği 1970’lerin başında, mikrobiyolji artık doktorlar açısından ilgi gören bir alan olmaktan çıkmıştı. Hele de, içinde dizginlenemez bir ‘kaşif’ barındıran doktorlar için. 

Nitekim, daha bir kaç yıl önce 1967 yılında Beyaz Saray’da dönemin ABD Başkanı Lyndon Johnson başkanlığında toplanan sağlık zirvesinde, ABD sağlık bakanı William Stewart, ‘’Bulaşıcı hastalıklar defterini kapatmanın zamanı geldi’’ diye gururla ilan etmişti. En azından Batı dünyasında, çocuk felci, tifo, kolera ve hatta kızamık tarih olmuştu. Her hangi bir savaştakinden çok daha fazla insanı öldüren çiçek hastalığı da çok geçmeden listeye eklenecekti. Virüsler ve bakteriler bir tehdit olmaktan çıkmıştı.  

İşte ‘’bu apaçık gerçekten’’ dolayı 1974’te Peter Piot’ya da arkadaşları ve çevresi ısrarla, ‘’Bulaşıcı hastalıkların nerdeyse hepsinin çaresi bulundu. Mikrobiyolojinin bir geleceği yok. Başka uzmanlık alanı seç!’ telkininde bulunuyorlardı. Ama Piot bu telkinleri yine de dinlemedi. İçindeki kaşifi, mikrobiyolojiye çeken bir şey vardı. Fakat o da bunun ne olduğundan tam emin değildi. Ta ki, iki yıl sonra 1976 yılında, çalıştığı laboratuvara, Zaire’den, hastalanmış bir rahibeden alınan iki cam tüp kan örneğinin geldiği o güne kadar. 

Biri kazayla yolda kırıldığı için valiz açıldığında laboratuvara saçılmış kan örnekleri üzerinde çalışırken ne koruyucu bir elbise ne de maske giyiyordu. Genç doktor Piot, sonradan nasıl ölümcül bir virüs olduğunu öğrendiğinde, oldukça şanslı bir insan olduğunun farkına varacaktı.    

Tahlillerde, bilinen bütün virüs türleri için negatif sonuç çıkınca, yepyeni bir virüsle karşı karşıya olabileceklerini fark etti. Acilen Kongo’ya gitmesi gerekiyordu. Peter Piot’nun Flandre’den çıkma ve kendi keşif dünyasına adım atma fırsatı nihayet gelmişti. Hemen hazırlandı ve  Kinşasa’ya bir uçak bileti aldı. Aceleden pasaportunun süresinin dolduğunu bile farketmemişti. O günlerin daha esnek uluslararası seyahat ikliminde uçağa binmeyi de Kongo gümrüğünden geçmeyi de biraz tartışa tartışa olsa da başaracaktı.  

Kinşasa’yı ya çok seversiniz ya aşırı nefret edersiniz. Ben 24 saat içinde bu şehre aşık oldum. Yüzme bilmeden suya atlamıştım ve bir şekilde yüzüp hayatta kalabildim. Her şeyi ile kabullenip benimsedim” diye anlatıyor 44 yıl sonra.

Kinşasa’da buluştuğu meslektaşları ile, salgının kalbindeki köy olan Yambuku’ya geçip, hastalığın nedeni ve yayılma sebebi hakkında iz sürmeye başladı. Peter Piot, bunun hiç bilinmeyen yeni bir virüs olduğunu keşfeden iki kişiden biri olarak (diğeri kan örneğini Belçika’ya gönderen Kongolu doktor Jean-Jacques Muyembe), daha 27 yaşında, tıp dünyasının yaşayan en önemli isimlerinden birine dönüşecekti. Bu öldürücü virüsü, ilk kez görüldüğü bölgedeki Ebola Nehri‘nin adıyla, ‘Ebola virüsü’ olarak andılar.

Yağmur ormanlarında köy köy gezerken, virüsün, hamile annelere vitamin aşısı yapan Belçikalı rahibenin, yeniden kullanımlı enjeksiyonları ile yayıldığını tespit ettiler. Enjeksiyon, bir anneden kaptığı virüsü, diğer annelere de taşımıştı. Rahibe, enjeksiyonunda sonuçta kendisini de öldürecek bir virüs taşıdığını bilmiyordu. O rahibenin Antwerp’e gönderilen kanı, Piot’yu Zaire ormanlarına çeken şeydi.  

Kaynak tespit edilince 26 gün sonra salgının kontrol altına alınması başarıldı. Virüsün bulaştığı 318 vakadan 280’i (yüzde 88 ölüm oranı) yaşamını yitirdi. Virüsü kaptığı halde yaşamayı başaranlardan biri de, araştırmaları sırasında virüsün bulaştığı doktor Jean-Jacques Muyembe’ydi. 

Ebola virüsü ilk kez keşfedilmesinin üzerinden yaklaşık 40 yıl geçmesine rağmen hala Afrika’da can alıyor. Liberya’da bir sağlık görevlisi bir köylü çocuğu muayeneye taşırken.

Doktor Piot da o günlerde bir ara ateşlenince virüsün bulaştığını düşünecek ama araştırmalarına engel olmaması için saklayacaktı. İki gün sonra virüsün bulaşmadığından emin olunca rahatlayacaktı. Şansı hala yaver gidiyordu. O günlerde sık sık yüzyüze geldiği ölümden her kurtuluşu, şanslı bir insan olduğunu tekrar be tekrar teyid ediyordu. Örneğin, bir ücra köye gidebilmek için bineceği helikopterin pilotunun nefesinden alkol kokusu alınca binmekten vazgeçmişti. Onun yerine binecek kişi de dahil herkes düşen helikopterde yaşamını yitirecekti. Bir başka seferde ise bindiği çift motorlu küçük uçağın bir motoru havada yanacak ama yine yere sağ inmeyi başaracaktı. Yıllar sonra, 2020 Şubat ayında görüştüğü Financial Times muhabirine ‘’Hayatınızı sürdürebilmeniz için şans yoksunluğu yaşamamanız çok önemli’’ şakası yapıyor. 

1970’lerin dünyasında bilinen çok fazla virüs çeşidi yoktu. Dolayısıyla bu derece öldürücü bir virüsü ilk keşfeden kişi olmak, genç bir doktorun kariyer mücadelesini tamamlaması için fazlasıyla yeterli bir başarı veya kıdemli bir mikrobiyolog için çok tatmin edici bir emeklilik nedeni olabilirdi. Dolayısıyla herkes Piot’nun adının hayatı boyunca artık ‘ebola’ ile anılacağını düşünüyordu. Ta ki Piot, 1983 yılında Kongo’da bir hastahanede gizemli bir virüsün hasta ettiği bir grup hasta ile görüşünceye kadar… 

2013 yılında Harvard Üniversitesindeki bir konferansında o günkü duygularını, ‘’Hastaneden çıktığımda heyecandan nefes almakta güçlük çekiyordum’’ diye anlatıyor ve devam ediyordu:

‘’Fiziksel olarak bile bir çalkantı yaşıyordum. Yeni bir bilimsel keşif yapmanın mutluluk verici enerjisi değildi. İnsan türü olarak korkunç bir katastrofinin eşiğinde olduğumuzu farketmenin ağır kaygısıydı. Bunun, ömrümün kalan bütün yıllarını harcamak zorunda kalacağım salgın olacağını farkettiğim andı bu.’’

İlk kez 1981 yılı Haziran ayında Los Angeles’ta beş erkek eşcinsel insanda klinik olarak tespit edilmiş bu virüs, insanın bağışıklık sistemine saldırarak devre dışı bırakıyordu. ABD’nin başka yerlerinde de benzeri bir kaç vaka daha çıkınca, Atlanta’da bulunan ABD Hastalık Kontrol ve Önleme Dairesi (CDC) alarma geçecekti. Hastalığın tespit edilen ilk kurbanlarının çoğunun eşcinsel olması nedeniyle, ‘gay ilintili bağışıklık eksikliği’ anlamında ‘GRID’ diye anılmaya başlandı. Bununla beraber, hastalık ve ona neden olan virüs hakkında henüz organize bir bilgi yoktu.        

Peter Piot, Kinşasa’daki hastanede gördüklerinden sonra dünyayı, bu hastalık hakkında ilk kez derli toplu şekilde bilgilendiren raporu hazırlanmasına öncülük etti. Yaygın bir önyargının da çöpe atılmasında en büyük pay onundu. Sadece ‘gay’ler veya eroinmanlar bu hastalığa yakalanmıyordu. Heteroseksüel insanlar arasında da oldukça fazla vaka vardı. Piot’nun öncülük ettiği raporla, bu yeni hastalığın adı da artık yaygın şekilde, ‘Edinilmiş Bağışıklık Eksikliği Sendromu’ anlamında kısaca AIDS diye değişti.     

Piot, sonraki yıllarda Birleşmiş Milletlerin AIDS ile mücadele için oluşturduğu UNAIDS programının yöneticiliğine getirildi ve AIDS ile mücadelenin küresel lideri oldu. 2008 yılına kadar da BM Genel Sektreter Yardımcısı olarak AIDS mücadelesinin ön safında kalmaya devam etti. Türümüzün öldürücü virüs salgınlarıyla mücadelesinin, en efsane isimlerinden biri haline geldi. 

Peter Piot, küresel virüsle mücadelenin liderlerinden biri.

Dr. Piot, sonraki yıllarda, teknolojimiz ve virüsler hakkında bilgimiz arttıkça, ‘içindeki kaşifin’ onu çektiği şeyin büyüklüğünü, tüm dünya ile birlikte şaşkınlıkla görmeye başlayacaktı. Virosfer, yani virüs evreni, akıl almaz bir büyüklükteydi. Virüs evreni ve salgınlar açısından bakınca dünya, yeniden büyük bölümü henüz keşfedilmemiş bir gezegene dönüşmüştü. Yepyeni bir keşifler çağının kapısında duruyorduk. Haritasının yapılması gereken engin bir dünyanın daha kapılarını açmıştık.

100 yıl önce söylense, çoğu bilim insanını şok edecek sayıda, 6828 virüs ailesi keşfetmiş durumdayız. Ama bu, okyanusta bir damla bile değil. Hayvanlarda en az 1,6 milyon virüs ailesi olduğu tahmin ediliyor. Bunların, en az 800 bin çeşidi, ‘zunotik’, yani hayvandan insana geçme potansiyeline sahip. Bugüne kadar 250 civarında virüs, insana bu şekilde geçti. Listelenebilen virüs alt türü sayısı ise milyonlarla ifade ediliyor. Trilyonlarca oldukları varsayılarak.  

Öldürücü virüslerle yolumuz neden daha sık kesişiyor? 

Son yüzyılda, yeni bulaşıcı hastalık sayısı dört katına, yıl başına salgın sayısı üçe katlandı. Sadece, ABD Sağlık Bakanının, gururla ‘bulaşıcı hastalıklar defterini kapattığı’ 1967’den sonra bile hayvanlardan insanlara en az 50 tehlikeli virüs daha bulaştı. Türümüz, 21’nci yüzyılın daha sadece ilk çeyreğinde bile, SARS (2003), Avian kuş gribi, domuz gribi (2009), MERS (2012), Ebola (2014 ve 2016), Zika (2015), Dengue ateşi (2016), Covid-19 gibi birçok tehlikeli salgın ile yüz yüze geldi. 

1995 yılı yapımı ‘Outbreak (Salgın)’ filmi, Nobel ödüllü moleküler biyolog Joshua Lederberg’in, ‘’Bu gezegende insanın varlığının devamını engelleyecek yegane tehdit virüstür’’ sözü ile başlıyor. Filmde, Zaire’den California’ya yolculuk yapan sevimli bir maymunun taşıdığı ve bulaştığı insanı 2-3 günde öldüren ‘motaba’ virüsünün ürkütücü şekilde küreye yayılma öyküsü anlatılıyor. 

Tarihteki bir çok büyük felaket gibi, milyonları öldürecek virüs salgınları da oldukça mütevazı şekilde başlar. Ardından aksilikler, tedbirsizlikler, cahillikler zinciri ile büyüdükçe büyür. 1981’lerin başında bir kaç gay ve birkaç eroinmanın sorunu gibi görülen AIDS, sonraki 30 yılda 75 milyon insana bulaştı. 32 milyon insanın yaşamını yitirmesine neden oldu. Halen dünyada 35 milyon civarında HIV taşıyıcısı var. Ve bunların yüzde 20’si bundan habersiz. 

Peki, virüslerle yolumuzun bu kadar sık kesişmeye başlamasının nedeni ne? 

En başta sayımızdaki büyük artış. Türümüzün gezegendeki nüfusunun 1 milyara ulaşması tam 300 bin yıl aldı. 1 milyara ulaştıktan sonra sadece bir yüzyılda 6 milyar daha arttı. Bu yüzyılın bitiminde bu sayıya 4 veya 5 milyar daha eklemiş olacağız. Afrika kıtasının nüfusunun 2050 yılında 2 milyara ulaşacağı tahmin ediliyor. Küreselleşme, dünyanın bir ucundaki yüzlerce havaalanı arasında 24 saat kesintisiz uçuşlar da, her hangi bir salgını, kolayca epidemiye ve sonrasında pandemiye dönüştürebiliyor. 

Nüfusumuzdaki aşırı artış, endüstriyel gıda üretimi ile mümkün hale geldi. Endüstriyel gıda üretimi ise bizi öldürücü virüslerle daha sık karşıya getiren bir başka temel neden. Sığır, tavuk, domuz gibi hayvan üretimindeki muazzam artış, doğal bağışıklığımızın olmadığı tehlikeli bir virüsün bu hayvanlar aracılığı bize ulaşma riskinde de muazzam bir artışa neden oluyor. 

Ama en önemli neden, gezegenin doğal yapısını bozacak düzeye gelmiş müdahale kapasitemiz. Ormanlarda, özellikle de yağmur ormanlarındaki hızlı tahribat, doğal bağışıklığımızın olmadığı tehlikeli bir virüsle temas olasılığımızı da korkunç derecede yükseltiyor. HIV, yağmur ormanlarından insana geçti. Ebola, Zika, sarı humma ve diğer birçokları gibi… 

Borneo Yağmur Ormanlarında son çeyrek yüzyılda yaşanan tahribat, bazı gözlemcilerce, ‘doğaya karşı işlenen en geniş çaplı suç’ olarak nitelendiriliyor.

Virüs avı için oluşturulan PREDICT projesinin üyelerinden ve küredeki önde gelen virüs avcılarından biri olan ekoloji ve virüs uzmanı profesör Kevin Olival, 2017 yılında, Malezya’nın Borneo yağmur ormanlarına götürdüğü gazetecilere, ‘’Bu virüsler yeni ortaya çıkan şeyler değil’’ diye anlatacaktı, ‘’Sadece onlardan yeni haberimiz oluyor. Yoksa ormandaki hayvanlar için yeni değiller’’

Yarasalarda, maymunlarda, kemirgenlerde bu virüsler onbinlerce yıldır var. Yağmur ormanlarının ekosisteminin doğal parçası onlar. Binlerce yıl boyunca insan türü için de tehdit oluşturmadılar. Bugün tehdide dönüştüler, çünkü insanlar, para kazanmak için yağmur ormanlarının içine girmeye başladı. Yağmur ormanları kesilerek, yerlerine, ucuz bitkisel yağ elde etmekte kullanılan palmiyeler dikiliyor. Son 40 yılda Borneo yağmur ormanlarının üçte biri yok edilerek, yerine palmiye dikildi. Amazonlarda soya fasulyesi veya şeker kamışı tarlası yapmak, ABD’de banliyöler inşa edilmek için ormanlar hızla yok ediliyor. Ekosistem uzmanı Barbara Han bunu, ‘virüsle dolu balonlara iğne batırmaya’ benzetiyor ve ekliyor: ‘Ormanların yok edilmesiyle, virüs tehdidinin büyümesi arasında oldukça yakın bir ilişki var’. 

‘Virüsler bizi insan yapıyor olabilir mi?’

Virüslerin bir canlı olup olmadığı tartışmalı. Çünkü, bazısı DNA bazısı RNA içeren birer mikroskobik protein levhasından başka şey değiller. 1960 yılında Nobel Tıp Ödülünü kazanan İngiliz biyolog Peter Medawar, ‘’virüs, protein ile paketlenmiş kötü haberdir’’ diye tanımlayacaktı. Bakterilerden farklı olarak, kendi kendilerine yaşayabilecekleri bir hücre düzenekleri yok. Kendilerini kopyalayıp çoğaltmak için, hücresel elementleri olan ekosisteme, örneğin, canlı hayvan hücrelerine muhtaçlar. İnsan da bir tür hayvan olarak onlar için aynı işlevi görüyor. PREDICT projesinin kurucusu biyolog Dennis Carrroll, ‘’Kendimizi virüsler açısından çok özel sanıyoruz. Ama sonuçta bizi enfekte etme amaçları ile, yarasayı veya misk kedisini enfekte etme amaçları aynı’’ diyor. Bu yüzden de virüsler, varoluşları açısından aslında bıçak sırtı bir dengededirler. Yerleştiği bünyeyi öldürdüklerinde aslında kendilerini de öldürmüş oluyorlar. 

Ama virüsler sadece hastalık üreten mikroplar değil. Her ne kadar yakın zamanlara kadar virüsler, sadece bir patojen nedeniyle araştırılırken, moleküler yöntemlerdeki gelişmeyle virüs evreninde keşifler derinleştikçe, bu mikrobik evrenin, yaşamı mümkün kılan temel faktörlerden biri olduğu da görülmeye başlandı.  

2003 yılında insanın gen haritası tamamlandığında, gen araştırmacıları, hiç beklemedikleri bir şeyi de keşfedeceklerdi örneğin. Bedenlerimiz, retrovirüs kalıntılarıyla doluydu. Retrovirüsler, RNA’larını, içine girdikleri hücrenin DNA’sından yararlanarak DNA’ya dönüştürebilme yeteneğine sahipler. Böylece o hücrenin DNA’sının yani genetiğinin bir parçası haline gelirler. Yaşamamız için gereken bütün proteini üretebilmek için genetik kod haritamızın sadece yüzde 2’sinden azı yeterli. Buna karşın, genetik kodlarımızın yüzde 8’ini, milyonlarca yıl önceden başlayarak atalarımıza DNA’sının parçası haline gelmeyi başaran bu retrovirus kalıntıları oluşturuyor. Bunlara iç kaynaklı retrovirus deniyor. Çünkü bir canlının DNA’sını enfekte ettikten sonra o canlının asli bir parçasına dönüşüyorlar. Ve fosilleşiyorlar. Tıpkı birer dinozor fosili gibi. Toprak altında değil de bizim genlerimize gömülüler. Tıpkı fosiller gibi milyonlarca yıllık evrimin kaydını taşıyorlar.

Bu bilgiler, AIDS gibi tehlikeli virüslere karşı çok daha etkili tedaviler geliştirilmesine bir zemin hazırlıyor elbette. Ama, Fransız virüs araştırmacısı Thierry Heidmann’ın da dediği gibi, ‘’Bu virüsler, hiç sormadığımız soruların yanıtlarını da taşıyor’’ olabilir. 

Bu soruların en popüleri, California Üniversitesi profesörü Luis Villarreal’ın 2004 yılındaki ‘Virüsler bizi insan yapıyor olabilir mi?’ denemesiyle gündeme gelecekti. Tür olarak, gezegendeki varlığımızı, her şeyden çok virüslere borçluyduk belki de… Villarreal, ‘memelilerin, doğum yapma yeteneği kazanmasında virüslerin belirleyici olduğunu’ ilk gündeme getiren bilim insanlarından biri olacaktı. 

2000 yılında, insanın gen haritasında, protein şifresi içeren bir gen de dikkat çekmişti. Kadınlarda, cenin ile anne arasında besleme-kan alışverişini sağlayan organ olan plasentanın, rahim ile birleştiği yerdeki hücrelerde bulunan bu gene ‘’syncytin’’ adı verildi. Bu gen olmadan plasenta ile rahimin birleşmesi, birleşme olmadan ceninin beslenmesi mümkün değil. Bütün bunu sağlayan ’syncytin’ geniyle ilgili ezber bozan şey şu ki, bu gen, insanın doğal geni değil. Virüslerden transfer edilmiş bir gen. 

Dahası, sonradan, ‘syncytin’in insana özgü olmadığı da keşfedilecekti. Şempanzelerin rahimlerinin de aynı yerinde aynı virüs geni vardı. Gorillalarda da… Maymunlarda da… Yani, doğal seleksiyonda çoğalmamıza yardım eden bu virüs geni, ilk kez, bu primatlarla insanın ortak atasına bulaşan bir virüs sayesinde genetiğimizin bir parçası haline gelmişti. Darwin’in doğanın her yerinde arayacağı en önemli fosil, içimizdeydi. Virüs evreninin, hastalıktan çok daha fazlasını, hayatın zenginliğini de barındırdığı açıktı.    

Yarasalar düşmanımız değil       

Tıpkı, diğer yaban yaşam, örneğin yarasalar gibi… Yarasaların da düşmanımız olmadığına dikkat çekme ihtiyacı hissediyor Kevin Olival. Yarasalar, ‘virüs tehdidi’ açısından bakıldığında dünyanın en tehlikeli hayvanları. Tükürüklerinde, kanlarında, derilerinde çok sayıda öldürücü virüs taşıyorlar. 100 milyon yıllık evrimsel adaptasyon sürecinde, diğer memelilerin hiçbirinin geliştiremediği kadar bu virüslere bağışıklık kazanmışlar. Uçabilmeleri, virüsü çok geniş alanlara yayma potansiyeli veriyor. Yani, gökyüzünde bir yarasa gördüğünüzde, omuzunuza bırakacağı dışkıda ebola virüsü de olabilir.

Küresel Sağlık Programında görevli bir virüs avcısı, Myanmar’da, taşıdığı virüsleri tespit amacıyla tükürüğünden örnek almak için yakaladıkları bir yarasayı incelerken.

‘’Peki yarasalar bu kadar tehlikeliyse neden öldürmüyoruz onları?’’ sorusuna, Kevin Olival, ‘’Bu çok kötü bir fikir. Yarasalar doğal çevre için o kadar yararlı hayvanlar ki saymakla bitmez’’ diye karşılık veriyor. Yarasalar olmasa, gezegenimiz yağmur ormanlarına sahip olamazdı örneğin. Yarasalar, 500’den fazla ağaç ve çiçek çeşidinin ana polen taşıyıcısı. Sayısız bitkinin tohum saçıcılığını onlar yapıyorlar. Eklembacaklılarla beslenmeleriyle de böcek nüfusunun en önemli kontrol mekanizmalarından biri. Kaldı ki yarasa kaynaklı bir çok salgında asıl bulaştırıcı yarasa değil, yarasaların yaşam alanına girerek virüsü oradan almış bir başka aracı hayvan veya insan oluyor. 

Virüs avcılığının altın çağı

Gezegenin bir yerlerinde türümüzü bekleyen tehdide karşı, bilim insanlarında da geleneksel olmayan yöntemlere başvurma eğilimi artık çok yüksek. 2000’li yıllardan itibaren, birçok virolog, ‘savunmadan saldırıya geçmek gerektiği’ fikrini savunmaya başladı. Yani, henüz tanımadığımız öldürücü bir virüs bizi bulmadan, bizim doğaya gidip onu bulup, olası tehdidine karşı çareler geliştirmemiz. Bu yaklaşım destek buldukça, ‘virüs avcılığı’nın da altın çağı başladı. 

Obama yönetiminin de parasal destek vermeyi kabul ettiği ve California Üniversitesi Veteriner Fakültesince yönetilen 200 milyon dolarlık PREDICT projesi bu yöndeki ilk büyük organize çalışma oldu. ‘Predict’, küçük yazıldığında sözcük olarak da, ‘öngörü’ anlamına geliyor. Dünyanın virüs haritasını hazırlamak için yola koyulan PREDICT ekibi, 5 kıtada onlarca ülkede yüzbinlerce örnek toplayarak, 2000’den fazla yeni virüsü keşfetti. 

Trump yönetiminin parasını kısması üzerine PREDICT projesi, 2018 yılında, uluslararası bir projeye, Global Virome Projesine (GVP) evrildi. Farklı ülkeler, bir çok organizasyon, üniversite ve şirketin fonlarıyla 3-5 milyar dolara mal olması öngörülen 10 yıllık GVP projesi, en az bir buçuk milyon virüs türünün, olası tehdit potansiyelleri ile birlikte bilinir hale getirmeyi hedefliyor. Bu virüslerden 600 bin ila 800 bin arası ‘zoonotik’ virüsler olarak tahmin ediliyor. Yani, hayvandan insana geçebilen virüsler. Dolayısıyla, henüz keşfedilmemiş ama her an pandemi yaratma potansiyeli olan patojeni, yani uluslararası sağlık otoritelerinin kullandığı jargonla, ‘Disease X’i de daha başlamadan keşfedip, çaresinin hazırlanmasına fırsat yaratmak. 

Bu kapsamdaki çalışmalarla, 2018 Temmuz ayında, Güneydoğu Asya’da yarasalarda iki yeni koronavirüs türü daha keşfedilecekti. Bu virüsler, 2003 yılında SARS ve 2012’de MERS salgınlarına neden olan koronavirüs ailesindendi. Yarasalar, 400’den fazla koronavirüs türüne evsahipliği yapıyor. Bu iki virüs, pandemi yaratma potansiyeli olan virüsler olarak açıklandı. 

Bilimsel literatürde, virüsün insana sıçraması, ‘spillover (taşma)’ şeklinde nitelendiriliyor. Ve araştırmalar sırasında, aslında bazı koronavirüs türlerinin Çin’de yarasadan insana ‘taştığı’ da tespit edilecekti. Ancak bu vakalar ya çok yerel kalarak salgına dönüşmeyecek veya hiç tespit edilemeyecekti. 

Ancak bilim insanlarının bir çok uyarısı gibi, bu uyarıları da gündemde kendine yer bulamadı. Ta ki, 2019 yılı Aralık ayına kadar. 

30 Aralık 2019 günü, Wuhan Viroloji Enstitüsü uzmanlarından Çinli biyolog Shi Zhengli’nin telefonu çaldığında Şanghay’da bir konferanstaydı. Çin Salgın Hastalık Dairesi, Wuhan’daki hastanelerdeki bazı hastalarda yeni koronavirüsün neden olduğundan şüphelenilen bir salgın tespit etmişti ve laboratuvarın derhal konuya eğilmesini istiyordu. Doktor Shi de ‘koronavirüs’ adını duyduğunda, diğer bütün virüs avcıları gibi hiç şaşırmayacaktı. Olma ihtimali en yüksek şey oluyordu. Onu o anda şaşırtan başka bir detaydı. Son 16 yılının büyük bölümünde yarasa mağaralarında dolaşarak virüs avcılığı yaptığı için meslektaşlarınca ‘yarasa kadın’ lakabı takılan Shi, ilk tren ile Wuhan’a dönerken, böylesi bir salgının ülkenin ortasındaki Wuhan’da başlamasını anlamlandırmaya çalışıyordu. 15 yıllık araştırmalarına dayanarak, olası koronavirüs salgını için en riskli bölgeler olarak, ülkenin güneyindeki yarı tropik Guangdong, Guangxi ve Yunnan’ı görüyordu. ‘’Acaba labortuvarımızından mı dışarıya bulaştı’’ diye düşündüğünü bile hatırlıyor. Fakat salgın, bilim insanlarının korktuğu ve bir yıl önce uyardığı gibi gelişmişti. Yarasa dışkısından, tükürüğünden veya kanından virüsü edinmiş bir başka yabani hayvana temas eden birine Wuhan civarında geçmişti. Virüs avcılarının ve bilim insanlarının yıllardır öngördüğü tehdidi, devletler ve dünya kamuoyu görmeye başladığında çok geçti. Salgın bir orman yangını gibi önce Çin’e ardından bütün dünyaya yayıldı.  

Kurucusu olduğu PREDICT programından, Donald Trump yönetiminin, parasal desteği kısması üzerine 2018 yılında ayrılarak, uluslarası işbirliğine dayalı Global Virome Projesini kuran biyolog doktor Dennis Carroll, ‘insanlar olarak mağduru oynamayı bırakalım’ diye isyan ediyor: 

‘’Koronavirüsün hayvanlardaki varlığını bir yıl önce öğrenmiştik. Şimdi maalesef artık içimizde’’. 

Onun da çözüm önerisi, virüs avcılarının mottosu ile aynı; 

‘’Bundan sonra, onların bize gelmesini beklememeliyiz, biz virüslere gitmeliyiz’’. 

Bir virüs epidemi veya pandemiye yol açtığında sadece o virüse çare olacak bir aşı geliştirmeye çalışıldığına dikkat çeken Carroll ekliyor;

‘’Ama yeterli veri tabanı oluşturarak, bir virüs ailesinin tamamına karşı koruma sağlayabilecek genel aşılar geliştirmemiz gerek. Ancak bunu da, virüsleri halen bulundukları ortamlarda tespit edip, tanımadan yapamayız’’. 

Virüs avcılığı projelerini, ‘yapılması gerekli’ görmekle beraber, çok heyecan verici bulmayan bilim insanları da var. Onlara göre, kamuoyu algısını ve politik dünyayı dönüştürmek de en az o kadar önemli. H5N1 (kuş gribi) virüsünün kanatlılardan insana geçmesinin an meselesi olduğu bilimsel raporlara yansımıştı. Ancak, salgın ortaya çıkıncaya kadar ne hazırlık ne de aşı çalışmaları gündeme gelmedi. Düzenli olarak insan öldüren bir çok salgına bile hala aşı geliştirilemezken, tropik ormanların derinliklerindeki virüslere karşı aşı geliştirmeye para yatırılmasını sağlamak oldukça zor. Bununla beraber, yavaş da olsa, bu konuda da küresel kamuoyunda konsensus oluşmaya başlıyor. 

Peter Piot da 1990’lı yılların ortasına kadar, az gelişmiş ülkelerdeki salgınların, az gelişmiş ülkelerin sorunu olarak görüldüğüne dikkat çekiyor. Bugün ise, Afrika’nın en yoksul ülkesinde bile Kovid-19’lu birkaç vaka kalırsa, Toronto’da, Seattle’da, Pekin’de güvende olamayacağını öğrenmiş bir dünya var. 

Peter Piot, sadece laboratuvar veya sadece sahada virüs avcılığı ile uğraşan bilimcilerden biraz farklı olarak, uzun yıllar politik dünya ile de ilişkili olarak da çalışmanın deneyimine sahip. Bu süreçte, ‘oldukça vizyoner bir bilge’ diye tanımladığı Nelson Mandela gibi bir çok küresel lider ile dost oldu. Arkadaş yelpazesi oldukça genişti. Fidel Castro ile bazı günler sabahlara kadar biyolojiyi, doğayı ve kapitalizmi tartışacaklardı örneğin. Fidel Castro, ölünceye kadar, her yıl Noel’de, Piot’a hediye olarak bir kutu Küba purosu gönderecekti. Piot son yıllarda ise Japonya’da yaşamayı tercih edecekti. Aslında ilk kez 1981’de gitmiş, ama, ‘bana göre değil’ diyerek iki gün sonra geri dönmüştü. Yıllar sonra Nagasaki Üniversitesinde çalışmaya gittiğinde, bambaşka bir nedenle farklı düşünecekti: 

‘’Dışarıda ne olup bittiğinden haberim bile olmuyordu. Dillerini okuyamıyordum, konuşamıyordum, anlamıyordum. Aşırı özgürleştirici bir deneyim oldu’’. 

Piot, işte yarım yüzyıllık bütün bu deneyimine dayanarak, ‘’bilim, politika ve küresel işbirliğine dayalı saha programları, yıldız takımı gibi aynı amaçta dizildiğinde ilerleme sağlanabildiğini’’ vurguluyor ve ekliyor, ‘’Bazen akademide, sadece bir tanesine odaklanıp, üçüne aynı anda ihtiyacımız olduğunu unutuyoruz.’’ 

Piot, halen Londra Tropik Tıp ve Hijyen fakültesinin başında ikinci beş yıllık döneminin sonlarında. Bugün 71 yaşında olmasına rağmen, şubat ayında sohbet ettiği gazeteci David Pilling’e, buradaki görevini bir dönem daha uzatmayı düşündüğünü söylüyor. Pilling, ‘’Afrika’da çokça vakit geçirmek zorunda olduğun diktatörlerden kapmış olabilir misin bu huyu?’’ şakası yapma fırsatını kaçırmıyor. Gülerek, üçüncü beş yılını tamamlamayı düşünmediğini ekliyor.     

’Virüs avcısı’’ tabiri seni rahatsız ediyor mu sorusuna ise şerh düşüyor:

 ‘’Bir şey avladığımız yok. Anlamaya, çözmeye, keşfetmeye çalışıyoruz. O yüzden ‘dedektif’ belki daha doğru bir ifade’’.

Ebola virüsünün keşfedilmesi ve kontrol altına alınmasını anlatan Newsweek dosyası ile 1996’da Pulitzer ödülü de kazanan gazeteci Laurie Garrett’in 1995 tarihli ‘’Yaklaşmakta Olan Salgın’’ kitabını hatırlatıyor gazeteci Pilling ve soruyor; ‘’Mikrobik dünya ile girdiğimiz bu silahlanma yarışında, kaybetmeye mahkum muyuz?’’. 

Louis Pasteur’den bir alıntı yapıyor önce Piot: ‘’Beyler, (o günlerde bu tür meclisler hep erkeklerden oluşurdu), son sözü her zaman mikrop söyler’’. 

Fakat, Pastör’e katılmadığını ekliyor Piot:

‘’Hiçbir şey yapmazsak elbette ki öyle olacak. İnsanlık olarak aslında şu ana kadar fena iş çıkarmadık. Şu anda ihtiyacımız olan şey, tabiri caizse iyi bir itfaiye örgütü kurmak. Yani, çok daha güçlü, çok daha hazırlıklı bir küresel sağlık sistemi. Eviniz ateş aldıktan sonra itfaiye birliği kurmakla uğraşamazsınız.’’   

Belçika’da ‘baron’ ünvanıyla taltif edildiğinde, madalyanın tasarımı için kendisine fikri sorulacaktı. AIDS mücadelesinin sembolü olan kırmızı kurdela ve üzerinde, ‘Ken Uzelf’ yazısı isteyecekti.

Yani, ‘kendini bil.

İnsanın, haddini bilmesi, doğal ekosistemin efendisi, yöneticisi veya sahibi değil, bir üyesi olduğunu çok geç olmadan mutlaka öğrenmesi gerektiğine atıfla…

CEMAL TUNÇDEMİR‘i Twitter’dan takip edebilirsiniz