
CEMAL TUNÇDEMİR
30 Mart 2025
Doğuştan zengin olmasına rağmen Trump, zenginliği yaşamada, fakirlerin zenginlik fantezilerinin ötesine geçemeyen biri. Bunu, sonradan görme otokratlar gibi geç orta çağ saray şatafatına düşkünlüğünde ama en çok da zenginliğini altın ve altın rengiyle sergileme saplantısında görmek mümkün.
New York’ta Trump Tower’daki veya Florida Mar-a-Lago’daki malikanelerinden medyaya yansıyan video ve fotoğraflar gülünç düzeydeki altın saplantısını da sergiliyor. Evlerindeki perdelerden sütunlara, alçıpanlardan mobilya kenarlarına ve hatta tuvalet klozetlerine kadar çoğu şey ya altın kaplama veya altın rengi.
2015’te başkanlığa aday olduğunu, ‘göklerden gelir gibi’, Trump Tower’daki altın rengi yürüyen merdivenden inerek açıklayacaktı.
Kendisine ait bütün gökdelen ve binaların hatta şahsen kullandığı tuvalet klozetlerinin bile en görünür yerine altın kaplama veya altın renginde ‘TRUMP’ adını mutlaka yazdırıyor. İnşaatlarını ziyaret ettiğinde altın kaplama koruyucu başlık giyiyor.
İlk kez resmen ABD başkan adayı ilan edileceği Cumhuriyetçi Parti Kurultayında konuşma yapacağı kürsü altın rengi, etrafında altın rengi sütunlar vardı.
Geçtiğimiz ocak ayında yeniden yerleştiğinden beri Oval Ofis’i adeta kuyumcu dükkanına çevirdi. Geçen hafta Fox News’den Laura Ingraham’a Oval Ofis’i nasıl Altın Ofise dönüştürdüğünü ‘altın çok önemli’ diyerek gururla gösteriyordu. Altın heykeller, altın dekorasyon, altın rengi perde, FIFA Dünya Kupasının altın kopyası, duvarlardaki eski başkan portrelerinin altın çerçeveli hale getirilmesi, altın kaplama alçıpanlar, altın kaplama bardak altlığı ve hatta altın kaplama televizyon kumandası…

Üniversite eğitimi almak isteyenlere, akademisyenlere, sanatçılara, aydınlara, bilimcilere ABD’nin kapılarını kapatırken, dünyadaki bütün oligarklara, yolsuz politikacılara ve uyuşturucu baronlarına 5 milyon dolar karşılığında ABD vatandaşlığının yolu açacak vizesine ‘altın kart’ adını uygun görecekti. Bugünlerde George Washington’un portresi yerine kendi fotoğrafının yer aldığı altın renginde özel baskı ‘bir dolar’ görünümlü çakma dolarları tanesini 40 dolardan satarak ek para kazanıyor.
Ve hepsinden ötesi, saçlarını her gün altın rengi boyatıyor ve solaryum ve makyajla yüzünün rengini her gün altın renginde tutuyor.
İşte bu Trump, 20 Ocak günü yemin töreninde yaptığı konuşmada başlayan ikinci dönem başkanlığını da ‘Altın çağ bugün başladı’ şeklinde ilan edecekti.
Altın Çağ, aslında Yunan mitolojisinde barış, huzur ve zenginliğin olduğu ütopik bir zaman dilimini ifade ediyor. Tarih boyunca Batı kültüründe ütopyalara, şiirlere, öykülere, felsefi teorilere konu oldu.
Trump’ın antik Yunan uygarlığının antik çağlarına uzanabilecek veya bunun Batı kültür ve literatüründeki yansımalarını kavrayabilecek çapta entelektüel bir ilgiye ve dimağa sahip olmadığı açık.
Zaten kendi yaptığı konuşmaları ve o dönemin kopyası politikaları, onun altın çağının, 19. Yüzyılın son çeyreğindeki Amerika düzeni olduğunu gösteriyor.
Aslında, Trump’ın yeniden canlandırmaya çalıştığı o çağ Amerika’sının literatürdeki adı da altınla anılıyor. Lakin ‘gerçek altın çağ’ değil. Trump’ın teni, zihni ve mülkiyeti gibi sadece ‘altın rengiyle kaplı’ bir çağ.
İç Savaşı kazanıp birliği yeniden sağladığı için ABD’nin ikinci kurucu başkanı diye anılan Abraham Lincoln’un 1865’te öldürülmesiyle başlayıp, Trump’ın bugünlerde öve öve bitiremediği ABD Başkanı William McKinley’nin 1901’de öldürülmesiyle sona eren 35 yıllık dönemi Amerikan literatürü, ‘Gilded Age’ yani ‘Altın Kaplama Çağ’ şeklinde adlandırıyor. Kastettikleri şeyi dikkate alırsak bizim kültürel dilimize ‘çakma altın çağ’ diye de çevirebiliriz.
1865-1900 arasında 35 yıllık dönem, ulaşım (tren) ve iletişim (telgraf-telefon) teknolojileri, petrol ve elektrik başta olmak üzere yeni enerji kaynakları, sosyo-ekonomik değişimleriyle (siyahların ve kadınların kamusal alanda görünür hale gelip eşitlik talebini yükseltmeye başlaması, şehirleşme, altyapı, seri üretim patlaması, göçmen akını) radikal ve kaotik bir dönüşüm çağıydı.
Bu 35 yılda değişim o kadar hızlıydı ki bir tarihçinin deyimi ile “sabah bir ülkede uyanıp, akşam başka bir ülkede yatağa girmiş gibi oluyordunuz”.
1860’ların ortasında Amerikalılar ve ülke ekonomisi hala büyük ölçüde mahalli niteliğe sahipti. Eyaletler arası ticaret bir yana komşu şehirler arası ticaret bile çok kısıtlıydı. Çağın yeni ulaşım teknolojisi olan demiryolu bu kısıtlanmayı aşmaya olanak verdi ve tren bütün ülkeyi dev bir ortak pazara dönüştürdü. Önce telgraf ardından telefon ilk defa ülkeyi aynı gündem ve tartışma konuları etrafında birleştirdi. Elektriğin aydınlatmada kullanılmaya başlaması ve sinema sosyo-kültürel yaşamı yeniden şekillendirdi.
Peki Amerikalılar böylesi parıltılı bir çağı neden “altın çağ” değil de “çakma altın çağ” olarak anıyor?
Dahası o günün düzeni, neden Trump’a gelinceye kadar Amerikan politikasında ve kamuoyunda ‘bir daha asla oluşmaması gereken bir düzen’ muamelesi gördü?
Çünkü Gilded Age, feodalite ve aristokrasiden uzak, eşit vatandaşlık ve fırsat eşitliğine dayalı bir hukuk düzenine ulaşmayı amaçlayan Amerikan Cumhuriyetinin, 21. Yüzyıla gelinceye kadar bu rotasından en fazla saptığı dönemdi. Gilded Age, cumhuriyet öncesi feodal düzene güçlü bir geri dönüş eğilimiydi.
Mafyavari çökmeler, spekülatörlük ve kamu ihaleleriyle tekelleşen bir grup acımasız ve açgözlü sermayeci hiçbir aristokratın hayal edemeyeceği kadar zenginleşip, toplumun algı dünyasının ve ülkenin adeta sahibi oldu. Bütün regülasyon ve denetim mekanizmalarını yok ederek bu sermayedar grubuna yol açan politikacılar, yolsuzlukları, torpilleri ve rüşvetleri sayesinde zengin sınıfına katıldı. Amerikan tarihçi Charles W. Calhoun, dönemi anlatan kitabında, 19. Yüzyılın son çeyreğini, “ne zaman biteceği bilinmeyen bir ulusal yolsuzluk ve rüşvet karnavalı” şeklinde niteliyor.
Bu yolsuz politikacı ve sermayedarların, kendi adlarına şakşakçılık yapmaları, toplumu “yoksulluğun da zenginliğin de Allah’ın biçtiği kader” olduğuna ikna için beslediği bir grup gazeteci, bürokrat, din adamı da bu düzenden payını alıyordu. Bunlar, anlamlandıramadıkları sosyo-kültürel değişime ve hepsinden önemlisi sefaletlerine günah keçisi arayan yoksul ve işçi çoğunluğun öfkesini, siyahlara, Katolik ve Yahudi göçmenlere, Kızılderililere yönlendiriyorlardı.
Hayali düşmanların korkusuyla düzene sarılan toplum, korkunç boyutlarda bir eşitsizlik, sömürü, hukuksuzluk, yolsuzluk ve ayrımcılığın karanlığında yaşama mahkumdu.
İşçiler, fabrikaların, madenlerin, altyapı inşaatlarının korkunç çalışma koşullarında, çok uzun çalışma süresinde, çok az bir maaş karşılığı çalışmaya mahkûmdular. ‘Fırsat eşitliği’ ülkesinde bir tekstil baronunun deyimi ile “daimî fabrika nüfusu” olmaktan öteye geçemezdi bu insanlar. Haftada en az 60 saat çalışıyorlardı. En yüksek işçi ücreti saat başına 10 cent’ti (günümüz parası ile 3 dolar).
O günlerde bir süre New York’ta yaşayan müstakbel Fransa Başbakanı Clemanceau, gücü olan gücünün yettiğini ezip sömürdüğü bu Sosyal-Darwinizm düzenine bakıp, “ABD’nin toplumuna uygarlaşma safhası yaşatmadan barbarlıktan doğrudan inkıraz (decadence) evresine atladığı” tespiti yapmaktan kendini alamayacaktı.
Çağın altuni ışıltısının arkasındaki gerçek paslı yüzünü, daha büyük çoğunluğun o dönemi, ‘ekonomik şahlanış’ olarak gördüğü zamanlarda görenlerden biri de sonradan Amerikan edebiyatının en önemli isimlerinden birine dönüşecek Samuel Langhorne Clemens adlı yazardı.
Mississippi Nehrinde gemicilerin, derinliğin gemiyi yüzdürmeye yeterli alanlar için kullandığı ‘mark twain’ deyimini kendisine yazar mahlası olarak seçen Clemens, 1873 yılında arkadaşı Charles Warner’ın da katkısı ile bu dönemin parıltılı zenginliğinin arkasındaki eşitsizlik ile politik, insani, ekonomik ve etik çürümeyi anlatan ‘The Gilded Age’ (Altın Kaplama Çağı) adlı bir hiciv roman yazdı.
Mark Twain ve Warner, romanlarının adını, Shakespeare’in ‘Kral John’ oyununda geçen, “Som altını altınla kaplamak,
Zambağı boyamak gibi…
Gülünç bir aşırılık ve israf.” mısralarından esinlenmişti.
Shakespeare, halktan topladığı fahiş vergileri, gösteriş ve şatafat işlerine harcamasıyla bilinen Kral John’un, taç giyme töreninden dört yıl aradan sonra ikinci kez oldukça maliyetli ve gösterişli bir taç giyme töreni düzenlemesine tepkileri yansıtırken bu ifadeyi kullanıyor.
Shakespeare, Macbeth adlı oyununda Lady Macbeth’in kralın öldürülmesini sarhoş ederek uyuttuğu nöbetçilerine yıkmak için, nöbetçilerin yüzlerini cinayet aracı hançerdeki kana boyamasını da ‘gild’ sözcüğü ile ifade ederek, suçu örtmeye de gönderme yapıyor.
Mark Twain ise, Shakespeare’in hem altın kaplamaya (gild) hem suça (guilt) hem de suçu örtmeye (gild) gönderme yapan cinasını daha da katmerlendirir. Organize çıkar grubu anlamında ‘guild’ sözcüğünü de ima ederek, bunun aslında altın yaldızlarla süslenmiş bir organize suç çağı olduğunu yansıtır.
Amerikan tarihi, romandan yarım yüzyıl sonra 1920’lerde geriye dönüp 19. Yüzyıl son çeyreğine baktığında, Mark Twain ile hemfikir olacak ve söz konusu dönemi artık Twain’in taktığı isimle, “Gilded Age (Altın Kaplama Çağ)” diye adlandırmaya başlayacaktı.
Twain’in arkadaşı Warner ile ‘The Gilded Age’ romanını yazdığı 1870’lerin başında Amerikan toplumu ve zihni birbirinden bağımsız görünen üç dönüştürücü sürecin girdabındaydı.
İlki, İç Savaşta ülkeden duygusal olarak kopmuş beyaz ırkçısı Güney eyaletlerinin yeniden birliğe entegre edilmesi süreciydi. İç Savaştan yenilgiyle çıkan ve köleliğin yasaklanması nedeniyle hala ülkeye yabancılık duyan bu eyaletler, bu eyaletlerdeki siyahların kölelik kadar aşağılayıcı bir beyaz ırkçısı düzene (Jim Crow düzeni) teslim edilmesiyle birliğe entegre ediliyordu. Ülkenin bir coğrafyasında veya önemsiz bir sosyal grubuna ayrımcılık ve hukuksuzluğu hoş görmenin, ülkenin geri kalanında da hukuksuzluk ve ayrımcılığı meşrulaştıracağı gerçeğini unutmanın lanetini yaşayacaklarının henüz farkında değildiler.
Diğer dönüştürücü süreç ise “vahşi batı” coğrafyasının birliğe katılmasıydı. Özellikle İç Savaş öncesindeki birinci Altına Hücum döneminden sonra Batıya dönük büyük bir yerleşimci akını başlamıştı. Atlantik ve Pasifik sahilinin demiryolu ile birbirine bağlanması sonrasında Vahşi Batı, coğrafyanın kadim yerli uluslarına büyük bir maliyet ödetilerek ABD’ye entegre ediliyordu. Batı’ya doğru genişleme, oluşturduğu arsa spekülatörlüğü ve yağma kültürünün yanı sıra Amerikan Cumhuriyetini, ‘emperyal’ düşüncelere savuracak fikirlerin temelleri atılıyordu.
Üçüncü ve en önemli süreç ise teknolojik yeniliklerin ve endüstriyel üretimde patlamanın sonucu yaşanan hızlı şehirleşmeydi. Birkaç şehir dışında ülkenin tamamının kasabalardan oluştuğu 1860 yılında her 6 Amerikalıdan sadece 1’i nüfusu 8 binden fazla bir yerleşim biriminde yaşıyordu. 1900’de her üç Amerikalıdan biri buralarda yaşıyor olacaktı. 1840’ta 4 bin kişinin yaşadığı Chicago, 1900’de 1,7 milyon insanın yaşadığı bir metropole dönüşecekti. Kırsal kesimden gelen göçe, Atlantik’in diğer yakasından gelen milyonlarca göçmen de katılınca şehirler büyük ölçüde kaotik ve sefil gettolardan oluşur olmuştu.
Şehirlerde kadınların gittikçe yükselen eşit vatandaşlık ve hak talepleri, “Erkeklik ve aile yok ediliyor” paranoyasından beslenen sert bir muhafazakâr tepkiyi besliyordu. Sendikaların kurulması ve işçi haklarının gündeme gelmesi, Kuzeyin sanayi baronlarında köleliğin kaldırılmasına karşı çıkan Güneydeki toprak ağalarınınkine benzer bir öfkeyi yeşertiyordu. Eğitimli siyahların sayısının ve şehirlerde görünürlüklerinin artmasının yanı sıra İrlanda ve İtalya’dan Katolik göçmen akını da hala çoğunluğu oluşturan beyaz Protestan Amerika’da ‘asli unsurun (beyaz protestan)’ üstünlüğüne dayalı ‘kültürümüzü ve inancımızı kaybediyoruz’ korkusunun neden olduğu ırkçı/dinci bir tepki dalgası büyütüyordu.
Bütün bu dönüşümün merkezindeki asıl öyküsü ise az sayıdaki insanın aşırı zenginleşmesi ve toplumun bütün geri kalanının yoksulluğa mahkum olmasıydı.
“Ganimet galiplerin hakkıdır”
“Gilded Age” döneminde, alın teri ile çalışıp dürüstçe geçimini sağlama çaresizliğin veya enayiliğin göstergesiydi. Dönemin muhalif gazetecisi Lincoln Steffens’ın anlatışıyla, “dürüstlüğü karın tokluğu ile cezalandıran, yolsuzluk ve dolandırıcılığı ise devrin bütün imkanlarıyla ödüllendiren bir düzen” oluşmuştu.
Gilded Age, ne pahasına olursa olsun, nasıl olursa olsun fark etmez para kazanmanın yegâne değer ve tek başarı ölçüsü haline geldiği bir zamandı. Mark Twain döneme adını veren romanında yaşadıkları zamanı, bir karakterin ağzından, “Uyanık ol ki zengin ol! Zorunda kalmadıkça dürüst olma” mealinde bir sloganla özetliyordu.
Kestirmeden zengin olma hırsının egemenliğine giren her demokraside olduğu gibi, politika, zenginliğe giden en kestirme yol haline gelecekti. Dönemin zenginlerinden ve kudretli politikacılarından Marcus Hanna, “Siyasette sadece iki şey önemlidir. Birincisi para. İkincisini unuttum” diye konuşacaktı. Muhalif gazeteci Lincoln Steffens ise “bugünlerde politika İngiltere’de spor, Almanya’da profesyonel meslek, Amerika’da ise ticaret” diye yakınacaktı. Gilded Age döneminde yaşamış Meksikalı otokrat Carlos Gonzales’in, “Zenginleşmeyen politikacı, politikadan anlamıyor demektir” sözünde anlamını bulan düşünce, dönemin normalini ifade ediyordu.
Politikayı bu hale getiren en önemli etken1820’lerde demokratikleşmeyle birlikte ilk örnekleri ortaya çıkan ve on yıllar içinde Amerikan Cumhuriyetini ve demokrasisini çürüten bir kansere dönüşen Ganimet Sistemiydi.
Ganimet sisteminde (spoils system), bir politikacı bir makama seçildiğinde, mevcut memur kadrosunu olduğu gibi işten çıkarıp, yerlerini, kendisine sadık taraftarlarıyla dolduruyordu. İktidara gelen politikacı, makamın yetkisindeki bütün kamu ihalelerini de yine taraftarları veya üyesi olduğu siyasi çete mensuplarına veriyordu. Bunların hepsi yasaldı. Bir politikacının “Ganimet, galiplerin hakkıdır” sözü ile bir diğerinin, “Seçimi kazanmak meyve ağacını silkeleme hakkını kazanmak gibi. Dökülecek bütün meyveler silkeleyenin hakkıdır” sözleri bu keyfi ihale ve kamu personeli düzenini özetleyen en çarpıcı ifadelerdi.
Gilded Age çağında kamudaki işine, bir Temsilciler Meclisi milletvekili, Senatör veya parti ağasının torpiliyle sahip olmayan tek bir federal memur bile yoktu. Bunun sonucu olarak bütün kamu yetki ve hizmetleri partici ve ayrımcı bir doğaya sahipti. Mark Twain da Gilded Age romanında bir karakterinin ağzından, “Başkente geldiğinizde öğrendiğiniz ilk şeylerden biri, bu şehirde karşılaştığınız her ferdin, en üst düzey daire başkanından, dairenin salonlarını temizleyen hizmetçiye, gece bekçilerine kadar, iktidardaki siyasi grubu temsil ettiğidir.” sözleriyle bunu anlatıyordu.
Süper zenginlerin doğuşu
Kestirmeden zengin olma kültürü, herkese aynı fırsatı sunmaz. En acımasız, kurnaz ve sahtekâr olanları, güçlüleri tepeye taşıyacak bir dalgadır bu. Nitekim daha İç Savaş Sırasında böylesi bir grup insan, teknolojik yeniliklerin, toplumun etik değerlere ve başkalarının hakkına duyarsızlaşmasının, hepsinden önemlisi de politik düzendeki yozlaşmanın sunduğu fırsatları kullanmakta gecikmeyecekti. Bu grup, 20 yıl içinde tarihte görülmemiş süper zenginlere dönüşecektiler. İç Savaş’a girilirken, kürk ticaretiyle ABD’nin ilk multimilyoneri olan John Jacob Astor, 20 milyon dolarlık servetiyle ülkenin en zengin ismiydi. 20 yıl sonra John D. Rockefeller ABD’nin ilk milyarderi olacaktı.
Amerikan İç Savaşının neden olduğu iki faktör bu grubun hızlı zenginleşmesinde önemli rol oynamıştı.
İç Savaş sırasında iki milyon askeri destekleme ihtiyacı endüstriyel üretimde dramatik bir sıçramaya neden olmuştu. Bu tedariğin mali finansmanı için Birlik Hazinesinin hızla borçlanmak zorunda kalması ve bu sırada hala herkesin kullandığı İspanyol doları, Kontinental para gibi diğer bütün paraların tedavül aracı olmaktan çıkarılarak ‘yeşil Amerikan doları banknotların’ tedavül aracı olarak piyasaya sürülmesi ise diğer önemli faktördü. İç savaş sırasında tedarik zincirlerinde zenginleşen grup, denetimsiz ve kuralsız finans piyasasında paradan para kazanabilme imkanının oluşmasıyla kısa sürede zenginliğini astronomik boyutlara taşıyacaktı.
Harami Baronlar
Bu nev zuhur süper zenginler, bir teknoloji icat edip geliştiren insanlar değildiler. Fırsatları gören kurnazlık dehasına sahiptiler. Tıpkı bugün internet teknoloji dünyasına hükmeden ‘venture capitalist’ler (yatırım sermayedarı) gibi ‘milyon dolarlık fikirleri’, daha birkaç bin dolar ettikleri günlerde, çeşitli oyun ve baskılarla satın alıp servetlerine servet katıyorlardı. Fikirleri geliştirenler, icatları yapanlar ve üretimde kalanlar ise en zenginler haline gelemiyordu.
Bu süper zenginlerin favori yatırımları ise demiryolu hatlarıydı. Federal ve eyalet bütçelerinden aldıkları finansman desteğini, inşaat giderlerini kâğıt üzerinde şişirip katlıyorlardı. Dahası hattın inşası için kullanımlarına tahsis edilen devasa arazileri de oldukça yüksek fiyata satıp bir başka rant geliri daha elde ediyorlardı.
Bir demiryolu hattına sahip olmak da sadece taşımacılıktan para kazanmak değildi. Hattın geçtiği her yerde bütün ticaret ve politikaya hükmetme imkânı veriyordu. Ortaç Çağ’ın feodal ağaları gibi bir bölgenin bir güzergâhın lordu hâline gelmek demekti.
Birkaç on yılda politikanın, gündemin ve ekonominin sahipleri haline gelecek ve 20 civarında süper zenginden oluşan bu sermayedar grubuna, Atlantic dergisinin 1870 Ağustos sayısında ünlendirmesinden beri ‘Robber Barons’ deniyor. ‘Harami Baronlar’, ‘Hırsız Baronlar’ veya ‘Eşkıya Baronlar’ diye çevirebiliriz.
Aslında deyimin kökeni Orta Çağ Avrupası. Başta Ren Nehri üzerindeki geçiş noktaları olmak üzere ticaretin geçtiği mıntıkalarda fiili ağalıklar kurarak buralardan geçenden kafalarına göre vergi alan eşkıya lordlara ‘Robber Baron’ deniyordu. Bir yönüyle bunları Dede Korkut’un anlattığı Deli Dumrul’a benzetebiliriz. Düz bir arazide kuru çayır üzerine kurduğu bir köprüden geçenden 30 akçe, geçmeyenden döverek 40 akçe alan bir eşkıyalık yani…
Henry George, 1879’da kaleme aldığı “Terakki ve Fakirlik” adlı göz açıcı kitabında işleyişi şöyle tasvir ediyordu:
“Bir demiryolu, küçük bir kasabaya, yol kesen eşkıyanın mağdurlarına yaklaşması gibi yaklaşıyor. “Şartlarımızı kabul edin yoksa kasabanıza istasyon kurmayıp pas geçeceğiz” ifadesi, “ya canınız ya paranız” kadar etkili bir tehdittir. Eşkıyaların yağma ve ganimet paylaşımı için birleşmesi gibi, demiryolu hatları da kâr oranlarını yükseltmek için risk ve kaynaklarını birleştiriyor. Halk ise, tıpkı bir işgal ordusuna esaretlerinin maliyetini de ödemek zorunda kalan mağluplar gibi, bütün bu işleyişin maliyetini ödemeye de mecbur bırakılıyor”
Birinci kuşak Hırsız Baronlar, çok pervasızdı. Sanayiciden veya usturuplu bir finansörden daha çok doğrudan tefeci veya mafya gibi hareket ediyorlardı. Bunların çoğu iç savaş sırasında zenginleşmiş, savaştan sonra da kamusal ihalelerin yanı sıra Wall Street’e dadanmaya başlamışlardı. Jay Gould, Jim Fisk ve Daniel Drew gibi isimler bu kuşaktandı.
Jay Gould, Demokrat Parti içinde örgütlü Tammany Hall adlı siyasi ağalığın finansörüydü. Yargıyı, polisi, medyayı kontrolüne alan Tammany Hall, “Kamu bütçesinden para çalmıyoruz. İhaleden, torpilden, imar ve arsa spekülasyonundan para kazanıyoruz” iddiasıyla literatüre ‘dürüst yolsuzluk (honest graft)’ deyimini kazandıracak çeteydi.
Gould, daha 1860’larda demiryolu şirketlerinin hisselerini manipüle ederek nasıl onlara sahip olunabileceği konusunda sonradan gelecek birçok hırsız baronun akıl hocası olacaktı. Gould’un, “Yoksulların yarısına para vererek diğer yarısını öldürtebilirim” sözü, harami baronların ve düzenlerinin zihniyetini yansıtan cümlelerden biri olarak tarihe mal oldu.
İkinci kuşak hırsız baronlar ise, ilk zenginliklerini fabrikalar kurarak kazanmış, biraz daha iş insanı görüntüsünde usturuplu hareket edenlerden oluşuyordu. Birinci kuşaktan daha acımasız veya daha dürüst değildiler ama toplumun da yararlandığı belli birtakım mal ve hizmetler de ürettikleri için en azından 1890’lara kadar toplumda saygı görecektiler. John D. Rockefeller, Andrew Carnegie ve J.P. Morgan gibi isimler bu ikinci kuşak hırsız baronların en önde gelenleriydi.
Bu iki kuşak arasında ise her iki grubun da özelliklerini taşıyan birkaç geçiş karakteri vardı ki en ünlüleri Leland Standford ve Cornelius Vanderbilt’ti.
Leland Standford, bugün daha çok kurucu finansörü olduğu Stanford Üniversitesi ile bilinse de en acımasız hırsız baronlardan biriydi. Altına Hücum döneminde California’ya göçüp, burada iş bitiriciliği ile altın hayaliyle coğrafyaya akın edenlerden büyük para kazanarak zenginleşmeye başlamıştı. 1861’de sonradan ABD’nin en büyük demiryolu şirketlerinden biri olacak Central Pacific Railroad’u kuracaktı.
Demiryolu hatlarının kamunun arazisi, parası ve teşvikleri ile inşa edildiği dönemdi. Stanford, politikacı satın almak yerine kendisi doğrudan California eyalet valiliğine aday olacaktı. Kampanyasını California’lı beyaz seçmenin en büyük korkusu olan ‘Çinli göçmen’ karşıtlığı üzerine ve bu göçü durduracağı vaadi üzerine kurduğu seçimi kazanacaktı. Valilik döneminin tek büyük icraatı ise kendisine ait Central Pacific Railroad şirketini, eyaletin desteklediği tek şirket haline getirmek ve rekabeti yasaklamak üzerineydi. Eyalet Kongresi üyelerine, kendi şirketinin hisselerinden pay dağıtarak, “bu tasarıyı Kongre’den geçirirseniz sahip olduğunuz bu hisselerin değeri tavan yapacak” diyerek bu Demiryolu Yasasını geçirtecekti. Aynı anda hem kamu kurumlarını yöneten kamu yetkilisi hem de aynı kamu kurumlarından ihalenin tamamını alan kişi olarak Gilded Age yolsuzluk düzeninin çarpıcı örneklerinden biri oldu Stanford.
Valilik seçimini keskin Çinli göçmen karşıtı söylemle kazanmasına rağmen, kendi demiryolu inşaatında çalıştırmak için Çin’den karın tokluğuna çalışacak onbinlerce sözleşmeli işçi daha getirtecekti. Bu Çinli işçilerin insanca koşullar talebini ise korkunç bir şiddetle bastıracaktı.
Stanford hem federal hükümetin hem de eyaletin desteklediği bu demiryolu projesini ‘kişisel bankaya’ çevirerek muazzam bir servete kavuşacaktı. Örneğin, kamu hazinesinin verdiği tahvilleri nakite çevirecek, bir tür kamu projesi olan demiryolu inşaatına sadece kendi kurduğu inşaat şirketlerinden materyal ve hizmeti fahiş fiyatlara satın alarak kendi cebine aktaracaktı.
Artık valilikle uğraşmasına gerek kalmadığı için New York Senatörlüğünü satın alacak ve New York Senatörü olarak başkent Washington DC’den işlerini yürütecekti. Stanford, demiryolu ağının yanı sıra Wells Fargobankası, Pacific Mutual Life sigorta şirketlerinin kurucu başkanı olarak ABD’nin en zengin insanlarından birine dönüşecekti.
“Milletin canı cehenneme”
İlk servetini nehir taşımacılığı ile kazanan Cornelius Vanderbilt ise İç Savaş sırasında artık insan taşımacılığının ve mal nakliyesinin nehirden değil, karadan olacağı bir dünyaya girildiğini fark etmişti. Onu ABD’nin en büyük demiryolu baronlarından birine dönüşecek teşebbüslerine ise tamamen ‘Deli Dumrul’ taktikleriyle başlayacaktı.
Eyaletlerde, eyaleti elinde tutan siyasi otoriteler, kendilerine rüşvet ödeyen firmalara özel nakliye rotaları veriyordu. Bu yandaş nakliyeciler, çok yüksek ücretle taşımacılık yaparak elde ettikleri olağanüstü kârlarının üstüne bir de ‘maliyetlerimiz çok yüksek’ diyerek eyalet bütçelerinden sübvansiyon alıyorlardı.
Vanderbilt, para stokunun gücüyle bu rotalara girip çok düşük ücretlerle nakliyecilik yapmaya başladı. Rotanın orijinal sahibi nakliyeciler sonunda pes ediyor, Vanderbilt’e o rotada taşımacılık yapmaması için haraç ödemeye başlıyordu. Vanderbilt, tam bir Deli Dumrul gibi, (veya günümüzün Amazon’u gibi) üreteni, sahibi, satanı, nakliyecisi olmadığı mallardan, sahibi olmadığı rotalardan haraç alarak zenginliğine zenginlik kattı. Kendisine ‘yanlış yapan’ bir şirkete gönderdiği mektuptaki, “Tepkimi önemsiz görmekle hata yaptın. Tabii ki seni dava etmeyeceğim. Mahkemeler çok yavaş. Seni başka türlü ezip geçeceğim” sözleri iş anlayışının tipik göstergesiydi.
Manhattan’da hala varlığını sürdüren ve bir zamanlar dünyanın en büyük istasyonu olan Grand Central Terminal’i kuran Vanderbilt, 1877’de öldüğünde ABD’nin en zengin kişisiydi. Oğlu William Henry Vanderbiltbabasından sonra sadece 8 yıl süren patronluğu sonunda öldüğünde dünyanın en zengin kişisiydi.
William Vanderbilt, grevci işçilerine kanlı müdahaleleri nedeniyle ölmeden önce ABD’nin en sevilmeyen insanına dönüşecekti. Bir gazetecinin ‘Milletin hiç hakkı yok mu?’ sorusuna sinirlenerek sarfettiği, (TRT dublajıyla yazayım), “Milletin canı cehenneme!” sözü gazetede yayınlanınca ülkede haftalarca fırtına kopardı. Hatırası, iş dünyası tarihinin en büyük gaflarından biri sayılan bu küfrüyle özdeşleşti ve millet hakkında böyle konuşan biri olarak hatırlandı.
İkinci kuşak baronlar zenginleşme hızları ve erişecekleri güçle ilk kuşak baronların çok ötesine geçecektiler. İskoçya’da bir köyde doğup, göçmen ailesinin yerleştiği Pennsylvania Pitssburgh’ta büyüyen Andrew Carnegie’nin yoksul bir tekstil atölyesi işçisi olmasıyla ABD’nin en zengin insanı haline gelmesi arasında geçen süre ise sadece 17 yıldı. Carnegie, zenginliğe giden 17 yılda, kendisinin de yakın zaman öncesine kadar üyesi olduğu işçilerin her türlü hak talebini, onları ‘özel dedektif’ unvanlı dönemin mafya gruplarına öldürtmeye kadar varacak kadar zalimliklerle bastırmasıyla tarihe geçecekti. Üretimi artırıp fiyatları oldukça aşağı çekerek rakiplerini şirketlerini kendisine satmaya zorluyordu. Piyasanın hâkimi olduktan sonra ise üretimi kısıp fiyatları artırarak zenginliğine zenginlik katıyordu.
Tıpkı, çeliğin demirin tahtını sarsmaya başladığı dönemde çeliğe yönelerek zenginleşen Carnegie gibi, John D. Rockefeller da Ohio Cleveland’ta 1870 yılında Standard Oil petrol şirketini kurduğunda Amerika’da evlerde lamba yağı olarak balina yağı yerine gazyağının (kerosen) kullanımının yaygınlaşmasının avantajını yaşayacaktı. Buradan elde ettiği parasal güçle rakiplerine yönelecekti.
Spekülatif ve hatta mafyavari yöntemler kullanarak diğer petrol şirketlerini ‘sabit gelir ve kafa huzuru’ garantisi ile Standard şemsiyesi altında toplanmaya mecbur ediyordu. Standard Oil’i ‘göklerden gelen şefkat meleği’ diye niteliyordu Rockefeller: “Sizi Nuh’un Gemisine binmeye çağırıyorum”.
Standard Oil, 1890’larda Amerikan petrol üretiminin ve petrol taşımacılığının yüzde 90’ının kontrolünü elinde tutan bir güce dönüştürecekti.
Standard Oil, sadece ‘gazyağı’ değil, zamanla ham petrolün, vaseline, benzin, vernik, boya, parafin mumu gibi yüzlerce yan ürününü icat ederek oldukça farklı alanlarda da pazarın sahibi olacaktı. Muhalif araştırmacı gazeteciler, onu ‘ahtapot’ olarak adlandıracaktı. Bu tür zenginliğin bir doyum noktası olamazdı. Rockefeller’ın da bir noktada durma niyeti yoktu.
Dönemin ünlü muhalif gazetecisi Henry Lloyd, 1894’te kaleme aldığı Servetin Ortak Kamu Yararına Karşı Savaşı kitabında isimlerini anmadan Rockefeller ve Standard Oil’in manipülasyon ve baskılarının yanı sıra, asıl amacının ‘bütün ulaşımı kontrol altına almak’ olduğunu çarpıcı şekilde kamuoyuna ifşa edecekti. Dönemin ilkeli ve ahlaklı din adamlarından Washington Gladden, okuduklarından dehşete düşecek ve “bu kitabın bir toplumsal isyan başlatmamasına çok şaşırıyorum” diye konuşacaktı.
Rockefeller ise, servetinin, ABD gayrisafi hasılasının 30’da birine denk gelecek kadar akıl almaz bir büyüklüğe ulaştığı 1900’lerin başında hala, “bana zenginliğimi Allah verdi” diyecekti.
Bankerlerin şahı
Harami Baronların hiçbiri tekelleşmede ‘bankerlerin şahı’ John Pierpont Morgan, namı diğer JP Morgankadar cüretkâr olmadı. Dede ve babasından miras kalan servetle finans yatırımı işine giren Morgan, daha erken yıllarda ABD’nin en büyük ve gelecek vaat eden sektörü olan demiryolunda para olduğunu gördü. Sadece finanse eden olmanın ötesine geçerek demiryolu hatları da satın aldı veya inşa ettirdi. Buradan kazandığı parayı ise yatırım alanını çeşitlendirmekte kullandı. 1900’lere gelindiğinde yatırımının olmadığı neredeyse hiçbir sektör yoktu.
Örneğin çağın yeni teknolojisi elektrikli aydınlatmayı hemen kucaklayacaktı. Thomas Edison’un araştırmalarını ve şirketini başından destekleyecekti. Bu desteği onu, o dönemde ABD’nin nerdeyse bütün evlerinin aydınlatmasını sattığı gazyağı ile sağlayan petrol devi Rockefeller ile karşı karşıya getirecekti.
Edison, Morgan’ın Madison Avenue üzerindeki konağını (bugün bir bölümü Morgan Kütüphanesi ve Müzesi) elektrikle aydınlatılan ilk ev haline getirdi. Rockefeller’ın “elektriğin tehlikeleri” hakkında başlattığı kampanyası toplumu korkutmaya yetmedi ve çok geçmeden çoğu Amerikan şehir evinde gazyağının yerini elektrikli aydınlatma almaya başladı.
Morgan tabii ki Edison’a yakınlığını sadece ‘evini aydınlatmasını sağlamak’ için kurmamıştı.
ABD’nin ilk milyar dolarlık şirketi
Morgan, Edison’u yönlendirerek New York ve diğer kentlerdeki birçok elektrik firmasını General Electricşemsiyesi altında birleştirdi. GE, otomobilde sonradan deve dönüşecek General Motors’u bünyesine katacaktı.
Çelik endüstrisine hükmeden Andrew Carnegie’yi sıkıştırarak ‘Carnegie Steel’ firmasını ondan satın alacak ve “U.S. Steel” adı altında çelik, kömür ve madencilik üretiminin yüzde 75’ine hükmedecek, Amerikan tarihinin ilk milyar dolarlık şirketini kuracaktı.
Tarım ürünleri ve tarımsal aletlerin üretiminin tekelini de International Harvester (IH) şirketi ile kendi egemenliğine alacaktı. Atlantik’teki bütün yolcu ve mal gemiciliğini tekeline alma hedefli IMM şirketini kuracaktı. Telgraf ve telefon iletişiminde bir dönem tekel olacak American Telephone and Telegraph (AT&T) şirketini kuracaktı.
Morgan da diğer harami baronlar gibi kendisini bir tür Amerikan tanrısı olarak görüyordu. O ve etrafından hiç ayrılmayan yönetici takımı “Pontifex Maximus ve Havarileri” şeklinde adlandırılıyordu. “Pontifex Maximus”, Antik Roma’nın pagan Papa’sıydı.
JP Morgan’ın 1890’lardan itibaren Amerikan ekonomisi üzerinde oluşacak muazzam gücü Wall Street’teki egemenliğinden geliyordu. Etik dışı olsa da o günlerde henüz yasal olduğu için ticari bankacılığı (mevduat, depozit, kredi) ve yatırım bankacılığını (hisse ve tahvil alıp satmak) aynı anda yaparak piyasaları, hisseleri, şirketleri çıkarına gelecek şekilde manipüle edip zenginliğine zenginlik katıyordu. Bu gücünü özellikle iki büyük ekonomik krizde kullanarak ABD Hazinesinin bankeri haline gelecekti.
Bu krizlerin ilki 1893’te Hazine’deki altın rezervinin erimesinin neden olduğu büyük ekonomik panikti. Aslında paniğin oluşmasında da rolü olan JP Morgan, ABD Hazinesine, 30 yıllık tahvil karşılığı tonlarca altın tedarik ederek paniği bitirecek ve ekonominin kurtarıcısı gibi alkışlanacaktı. Bu sırada batma kıyısına gelen demiryolu şirketlerinden topladığı hisselerle, Vanderbilt ailesini geçip dünyanın en büyük demiryolu şirketi sahibi haline gelecekti. Detaylarını başka bir yazıda paylaşacağım 1907 krizinde ise ekonominin kurtarıcısı rolü başlangıçta alkışlansa da onun için sonun başlangıcı olacaktı.
İkinci kuşak Harami Baronların hepsi, yükselmeye başladıkları 1870’lerde fabrikatördüler (manifacturer). Sonra sanayici (industrialist) oldular. 1890’lara gelindiğinde hepsi iş adamıydı (businessman). Artık üretim değil, paradan para kazanmak asıl meşgaleleri olmuştu. Hatta çoğu zaman üretimi kısarak kârlarını artırıyorlardı. Asıl servet kaynakları haline gelmiş hisselerin ve tahvillerin sağladığı güçle yaptıkları manipülasyonlarla sadece kendi şirketlerini değil bütün piyasaları da yönetir hale geldiler.
Örneğin Andrew Carnegie çelik, John D. Rockefeller petrol, Cornelius Vanderbilt demiryolu, J. P. Morganfinans, Jacob Astor kürk endüstri, Gustavus Swift et üretimi, Charles Pillsbury tahıl, Henry Havemeyerşeker, Frederick Weyerhaeuser kereste, James B. Duke tütün, Marshall Field departman mağaza piyasasının baronuydu. Potansiyel rakiplerini daha küçük boyutluyken ya satın alıyor ya da politika ve gücü kullanıp ezip geçiyorlardı.
Sözde “serbest piyasa” iddialı ekonomide, dürüstçe ve aslan payını harami baronlara ve yolsuz politikacılara vermeden bir şirketin yaşama veya yükselme şansı yoktu. O günlerde düzen muhalifi gazeteler bu işleyişi, “Dolar banknotu neden hep yeşil?” sorusuna, “çünkü harami baronlar, daha olgunlaşmadan topluyor” karşılığı vererek hicvediyorlardı.
Her baron yörüngesinde kendisine payını ödeyen daha küçük ‘iş adamlarını’ tutuyor onları da belli bir miktarda zenginliğe taşıyordu. Baronlar milyar dolarlık servetlere doğru yükselirken (J.D. Rockefeller ABD’nin ilk milyarderi olacaktı) o günler için akıl almaz bir rakam olan ‘milyoner’ sayısı da katlanıyordu. 1892’de New York’un ve ABD’nin iki büyük gazetesi World ve Tribune, ‘kim daha çok milyoner keşfedecek’ yarışına girecektiler örneğin. World 3045 milyonerden oluşan bir liste yapacaktı. Yarışı, 4047 milyonerlik liste hazırlayan Tribune kazanacaktı.
Çakma aristokrasinin yoksulları büyüleyen şatafatı
Belli bir düzeyin üzerinde servet biriktirmişler için artık her şey bir tür oyuna dönüşür. Akıl almaz paraları kazanacakları veya kaybedecekleri oyunlara kolaylıkla girebilirler. Bu da bu türden süper zenginlerin egemenliğindeki ekonomileri sıklıkla kriz yaşayan ekonomiler haline getirir. Gilded Age, her birkaç yılda bir böylesi ekonomik krizlerine ve paniklerin yaşandığı bir çağdı. Örneğin Jay Gould, sırf ülkenin altın piyasasına hükmedip hükmedemeyeceğini test etmek için ülkeyi 1869’da krize sürükleyecekti.
Her kriz, yeni bir işsiz ordusu yaratıyor toplumun yoksulluğunu katlandırıyordu. Ama buna rağmen kitleler her seçimde sandıklara koşuyor ve aynı çizgideki politikacılara yeniden oy veriyordu.
Tarihçi Sean Cashman, 1990’larda yazdığı “Gilded Age Amerikası” serisinde, “Eğer Gilded Age’in bir sloganı olsaydı, “Çoğunluğun oyu ile kabul edilmiştir” şeklinde olurdu” diye yazıyor.
20. Yüzyılda görülmeyecek yüksek oranlarda sandığa giden bu aşırı politik tavırda, ırk, din hamaseti ile göçmenlik gibi korkuların sürekli tahrik edilmesinin payı büyüktü. 18. yüzyıl Fransız diplomatı Talleyrand’ın din millet hamaseti üzerine kurulu politikayı, “insanları galeyana getirerek üretilen sosyal enerjiyi çıkarları için kullanma faaliyeti” şeklinde tanımlamasının yaşayan örneğiydi Gilded Age.
Ama toplumsal zihniyete sinen tek hastalık bu değildi.
Ülkenin üretim kapasitesinde ve günlük materyaldeki artış, çoğu Amerikalıyı, servetin belli ellerde toplanmasını piyasa kuralları için gerçekleşmiş doğal ve kalkınmayla uyumlu bir sonuç gibi görmesine yol açıyordu.
Devleşen şirketler ve çok kısa sürede zenginleşenler birer başarı öyküsü olarak kitleleri büyülüyordu, kendi yoksulluklarına ve sefaletlerine körleştiriyordu. Toplum, hırsızlık ve yolsuzluktan doğan bu zenginlikten iğrenmiyordu. Hatta bir arzu nesnesi olarak şehvetle izliyordu.
Yeni özgürleşmiş siyahlara, Kızılderililere, göçmenlere, hak arayan işçi sendikalarına, kadınlara ve düzen muhaliflerine karşı son derece hoşgörüsüz toplum, ticari spekülasyonlara, rantçılığa, yolsuzluğa, torpile, rüşvete, emeklerinin sömürülmesine son derece müsamahakârdı.
Gilded Age’ın yükseldiği dönemin, ABD’de Sosyal Darwinizm felsefesine ilginin yükseldiği bir dönem olması tesadüf değil. İngiliz gazeteci Herbert Spencer’ın sözcülüğünü yaptığı bu felsefe, kabaca “hayat, sadece güçlü olanın ayakta kaldığı bir mücadeledir” bakış açısına sahipti. Başkaları kaybetmeli ki sen kazanabilesin. Bu dünya görüşünde, kazan-kazan diye bir şey yok. Bu felsefenin, sosyal ve ırksal hiyerarşiye, tanrı tarafından kendilerine bahşedilmiş bir güce, imtiyaza ve servete sahip olduklarına inanan Harami Baronların zihninde yankısını bulması şaşırtıcı değildi.
Şaşırtıcı olan, Sosyal Darwinizmin, ‘güçsüzler’ arasında da “başarıya” götürecek bir sır olarak karşılığını bulmasıydı. Spencer’ın kitapları ABD’de yüzbinlerce satacak, 1882’de gösterişli bir ABD turu yapacaktı. Her türlü yasanın ve etik normun ötesinde kuralsız ve bencil yaşama erişmenin, ezen olmanın fantezisine sahip toplum, Harami Baronların zenginliklerinden çok pervasızlıklarına, ezme güçlerine imreniyordu. Texaslı politikacı John Reagan’ın, “ezmeye, ezen olmaya hayranlık duyduğumuz sürece, ezilmekten kurtulamayacağız” yakınması pek karşılık bulmayacaktı.
Toplumun, ABD’nin geleneksel elitlerinden çok, bu nev zuhur zenginlere hayranlık duymasının nedeni de buydu.
Örneğin New York’ta, çoğu, şehri 17. Yüzyılda kuran Hollandalı yerleşimcilerin soyundan gelen geleneksel New York elitleri, tıpkı diğer şehirlerdeki geleneksel Amerikan zenginleri gibi, zenginliklerini insanların gözüne sokacak şatafattan kaçınıyorlardı. Evlerinin sokağa bakan cepheleri bile mütevazı bir dekorasyona sahipti. Çünkü feodal dönem Avrupa lordlarının zenginliklerini yaşama şekli ile Amerikan cumhuriyetçiliği iki zıt dünyayı temsil ediyordu.
20 yıl gibi kısa bir sürede bu geleneksel zenginlerden çok daha büyük servetlere sahip hale gelen harami baronlar ise ne kadar zengin olduklarını saklamak bir yana zenginliklerini ve güçlerini her fırsatta sergilemekten çekinmiyorlardı. Bu şatafat ve debdebe onların toplum üzerinde etki kazanmasının yoluydu.
Tarihçi Steven Fraser’ın harami baronları “çakma aristokrasi” diye niteleyecekti ve ekleyecekti:
“Geleneksel aristokrasi gibi övünecekleri bir soy kütükleri ve kişisel tarihleri olmadığı için sosyo-kültürel meşruiyetlerini kendileri oluşturmak zorundalar. Ve bunu insanları, harcadıkları paranın miktarı, şatafat, debdebe ile büyüleyerek elde etmeye çalışıyorlar”.
Beşinci Cadde’nin doğuşu
Bu güç gösterisinin en çarpıcı örneği New York’ta lüksün bulvarı olacak Beşinci Cadde’nin (Fifth Avenue) doğuşu oldu. Harami Baronlar, bu caddenin o günlerde şehir merkezinin henüz dışında ve uzağında Central Park’a paralel uzanan kesimine art arda, Orta Çağ Avrupası şatolarını andıran gösterişli malikâneler inşa etmeye başladılar. Hatta bazıları, Avrupa’daki herhangi bir orta çağ şatosunu söküp, taş ve mermerlerini getirip Beşinci Cadde’de yeniden aynen inşa ettiriyordu. Orta Çağ Avrupa’sındaki saray teşrifatçıları gibi renkli ve süslü üniformalar giymiş onlarca teşrifatçı ve odacı çalıştırıyorlardı.

Bu saraycıkların ilk örneği ise bugünlerde HBO’da yayında olan “The Gilded Age” dizisine de ilham kaynağı olan Vanderbilt Malikânesiydi. Beşinci Cadde ile 52nci Sokağın köşesinde, Versailles Saray kültürünün ve Avrupa aristokrasinin dekoruna sahip bu göz alıcı malikanenin dekorasyonunu Vanderbilt’in 25 yaşındaki genç karısı Alva yönetecekti. Vanderbiltler 1882’de buraya taşındıklarında New York sosyetesinin bir numaralı konusu bu malikâneydi. Harami Baronların en parlak döneminin sembolü olacaktı.
Politik yolsuzluğun altın çağı
Mark Twain romanında, İç Savaşa kadar egalitaryan olan toplumun nasıl sınıflara bölündüğünü de sergiliyor. Twain, zengin sınıfı ve yoksul sınıfının yanı sıra politikacıları da ‘suç sınıfı’ diye niteliyor.
Politikadaki bu çürümenin en üst örneği Amerikan Senato’suydu. Senatörler, o dönemde bugünkü gibi doğrudan halk oyu ile değil eyalet kongreleri tarafından bu göreve seçiliyordu. Eyalet Kongreleri ise büyük ölçüde tekelci zenginlerin parasıyla buralara seçilmiş eyalet milletvekillerinden oluşuyordu. Dolayısıyla onlara en yüksek rüşveti veren senatör oluyordu. Bazı harami baronlar doğrudan şahsı için kullanıyordu bu gücü. Örneğin Leland Stanford kendisine New York Senatörlüğünü satın alacaktı. Öyküsü Yurttaş Kane filmine konu olacak gazete patronu William R. Hearst’ün maden baronu olan babası George Hearst, rüşvetle kendisini California Senatörü yapacaktı.
Senatörlerin çoğunluğunu ise belli kartel ve tekellerin ödediği rüşvetle Senato’ya seçilmişler oluşturuyordu. Bu da senatörlerin, anayasada öngörüldüğü gibi seçildikleri eyaletin temsilcisi olarak değil, fiilen onları seçilmesini sağlayan sermaye grubunun senatörü olarak hareket etmesine neden oluyordu. Örneğin, New York Senatörü Chauncey Depew, New York’un değil Vanderbilt ailesinin ve demiryolu tekelinin senatörüydü. Bunu herkes böyle biliyordu. Maryland Senatörü Arthur Gorman, Maryland eyaletinin değil ülke genelindeki şeker tekelinin senatörüydü. Gazetelerin, Kongre üzerindeki muazzam gücünden dolayı “ABD Genel Müdürü” unvanı ile andıkları Rhode Island Senatörü Nelson Aldrich’in gücü senatörü olduğu Rhode Island eyaletinden gelmiyordu. Rockefeller’ın ve imparatorluğunun Senato’daki temsilcisi olmasından geliyordu.

Senatörlerin neredeyse hepsi, kendi sektörlerinde rekabeti yok etmek için gümrük vergisini yükseltme türünden tekelcilere hizmet eden yasalar karşılığında aynı şirketlerden rüşvet olarak aldıkları hisselerle milyoner olmuştu. Senato ‘milyonerler kulübü’ şeklinde adlandırılıyordu.
Politikacı ve baronların yolsuzlukları ve skandallar o kadar sık yaşanıyordu ki kamuoyu artık bunu ‘normal’ olarak kanıksamıştı. Böyle gelmiş böyle gider zihniyeti çok yaygındı.
Halk, seçim zamanı sandıklara koşuyor ama hararetle savunduğu ve seçtirmeye çalıştığı politikacıların halkın sorunlarına çözüm olacağını beklemiyordu bile.
1890’lar Harami Baronların politika üzerindeki gücünün zirveye çıktığı yıllar oldu. Artık sadece sektörlerinin tekelini elinde tutmakla yetinmiyorlardı. Ülkeye de açıktan hükmetmek istiyorlardı. 1896 Başkanlık seçiminde Vanderbilt, Carnegie, Rockefeller ve J.P. Morgan gibi devler aralarındaki çekişmeleri bir kenara bırakarak ABD Başkanlığını ‘fiilen’ satın almak için bir araya geldiler.
Twain’in romanından beri yavaş yavaş yayılan fikirlerle, yaygınlaşan grevlerle, Kongre’den bir şekilde geçen reformlarla kendilerine karşı bir dalganın yükseldiğinin farkındaydılar.
Hırsız Baronların Başkan adayları, Trump’ın bugünlerde öve öve bitiremediği William McKinley’di.
Mckinley, altı yıl önce Kongre’de öncülüğünü yaptığı “McKinley Gümrük Vergisi Yasası” ile gümrük vergilerini (tariff) yüzde 50’nin üzerine çıkararak Harami Baronları rekabetten korumuş ve servetlerini katlamalarına yol açmıştı.
Demokrat Partinin başkan adaylığını, kendilerine yakın isim yerine 36 yaşındaki William Jennings Bryan’ın kazanması ise hepsini korkuttu. ABD’nin en genç başkan adayı olmaya bugün de devam eden Bryan’ın, tekellere, yolsuz düzene, doların değerinin altına bağlanmasıyla zenginler lehine olacak şekilde para arzının kısıtlı tutulmasına meydan okuyan kurultay konuşması, ABD tarihinin en ünlü konuşmalarından birine dönüşecekti.
Bryan konuşmasını, “insanlığı altından bir haçta çarmıha germenize izin vermeyeceğiz” cümlesini haykırarak bitirirken, ellerini çarmıhtaki İsa gibi yanlara açıp başını düşürecek ve onu dinleyenlerin duydukları gerçekler ve gördükleri bu manzara karşısında dehşetle gömüldüğü sessizlikle kürsüden inecekti.
Atlantic dergisinin Gilded Age dönemindeki efsane editörü William Dean Howells, “Daimi bir gürültüde uyuyanlar, sessizlik olduğunda uyanırlar” diye yazacaktı. Bryan’ın konuşmasının neden olduğu sessizlik, çok geçmeden ulusal bir homurdanmaya ve nihayet ‘yeter artık’ kükremesine yol açacaktı.
Bu ortamda gidilen 1896 seçiminde Mckinley’de, Bryan da kim kazanırsa kazansın, ülkenin bir daha eskisi gibi olmayacağının artık farkındaydı.
Tarihçi Richard White bir sohbetinde Gilded Age’ı anlattığı “Republic for Which It Stands” kitabını ve dönemi 1896 seçimiyle bitirmesinin nedeninin bu olduğunu belirtecekti.
Nitekim Bryan seçimi, çarmıhta kaybetmiş gibi görünen İsa gibi kaybetti. Ama bu mağlubiyet, en etkili sözcülerinden olacağı terakkiperver hareketin artık durdurulamayacak bir güce dönüşmesinin de kapısını açtı.
Vakit, Gilded Age ve Harami Baronlar için bu harami sofrayı toplama vaktiydi.
(Devam Edeceğim)