CEMAL TUNÇDEMİR
Follow @CemalTdemir
23 Kasım 2014
“Mescid- i Aksa’nın içinde savaş rüzgarları estiren o eşkıya kılıklı insanlar Müslümanları katlederken, biz de onların sinagoglarını yapıyoruz. İçimde büyük bir kinle söylüyorum bunu.”
Bu korkunç sözler, maalesef Türkiye Cumhuriyeti’nin Edirne Valisine ait. Bahsettiği, Türkiyeli Yahudi yurttaşların tarihi mabedi. Bir başka ülkede olan bitenin faturasını ‘içindeki kinle’ Türkiye’nin yurttaşlarına kesiyor.
İsrail’in politikaları, Türkiye’deki ‘azınlıklara’ devletin ve çoğunluğun bakışındaki çarpıklığı da bir kez daha sergilemesine neden oluyor. Türkiye Cumhuriyeti devletinin aslında laik bir devlet olmadığını, 90 yıl sonra hala modern bir ‘vatandaşlık hukuku’ oluşmadığını ve bu ülkede evrensel hukuk ilkelerinin geçerli olmadığını da bir kez daha hatırlamış oluyoruz.
Maalesef ki bu Vali yalnız değil. Devletten olağanüstü ilan, reklam, ihale desteği alanlar da dahil bir kısım medyada, ‘Yahudiler ve insanlar’ gibi iğrenç başlıklı yazılar yayınlanabiliyor. Bir sözde insan hakları aktivisti, Türkiyeli Museviler’e, İsrail’e karşı kınama açıklaması yapılmazsa kötü şeyler olacağı tehdidinde bulunabiliyor. ‘Hitler’ adı, bütün o ırkçı imasıyla, başbakandan gazetecilere kadar birçoklarının dilinde.
Türkiye’de bir Yahudinin bugünlerde neler hissedebileceğini tahmin edebiliyorum. Çünkü 11 Eylül 2001 Salı günü New York’taydım. O günkü trajediyi ve sonrasında günlerce haftalarca devam eden travmayı birebir yaşadım. Irkçı lümpenlerin, dinci faşistlerin pek coştuğu bir atmosfer oluşmuştu. Kılık ve kıyafetiyle Müslüman olduğu belli kişilere, Müslümanlara ait işyerlerine, mabetlere saldırı ve tacizlerde bulunuyor akıllarınca 11 Eylül’ün intikamını alıyorlardı. Sizin, inançlı ya da ateist, Arap, Türk veya Hintli, şii veya sünni ve hatta Hindu, Sih olmanız bile farketmiyordu. Müslüman yoğunluklu veya ‘görünümlü’ bir ülkeden olmanız, ‘sen de onlardansın’ bakışlarına, ‘terör şüphelisi’ veya ‘ajan’ görülmenize yetiyordu. O baskıcı atmosferde ruhumu bunlardan daha çok daraltan ise, ‘neden terörü kınamıyorsunuz, çıkın açıktan İslami terörizmi kınayın. Neden sessizsiniz’ baskısı olmuştu. Açıkçası aslında mağdurları arasında olduğumuz saldırıyı neden her fırsatta kınamamız gerektiğini anlamıyordum. Müslüman ülkelerden olanların herkesten fazla bağırması, herkesten yüksek sesle kınaması isteniyordu. Bir tür asla geçmiş sayılmayacağınız ‘samimiyet’ testi gibiydi.
İşte 11 Eylül saldırısından sadece 6 gün sonra 17 Eylül 2001 günü o boğucu ortamda, ABD Başkanı George W. Bush, evet, beğenmediğimiz Bush, Washington DC’deki İslam Kültür Merkezi’ne bizzat giderek, Amerikan devletinin ve hukukunun nerede durduğunu hatırlatarak, Amerikan Müslüman toplumuna müthiş rahatlatıcı bir destek sundu. Rum Suresi 10’ncu ayetini de okuduğu bir konuşma yapan Bush, ‘’her Amerikalı vatandaşın bilmesini istediğim bir şey var: teröristler ve Müslümanlar farklı şeylerdir. Amerikan Müslümanlar da bu ülkenin vergi mükellefi eşit yurttaşlarıdır’’ dedi.
Bush, yıllar sonra yazdığı “Decision Points” adlı otobiyografisinde, bu çok kritik ziyaretinin arka planını anlatıyor. 11 Eylül’den hemen sonra Amerika’nın değişik yerlerinde Müslümanlara yönelik fiziki veya psikolojik taciz haberlerinden çok rahatsız olduğunu anlatan Bush, kabinesinde Ulaştırma Bakanlığı yapan Japon kökenli Norman Y. Mineta, İkinci Dünya Savaşı günlerinde diğer Amerikalı Japonlarla birlikte nasıl ayrımcılığa maruz kaldıklarını, toplama kamplarına tıkıldıklarını anlatınca, Müslümanlar için acilen harekete geçmesi gerektiğini anladığını kaydediyor. Ve cami ziyaretine böylece karar veriliyor. Bugün bu detay pek hatırlanmıyor ama 11 Eylül’den hemen sonra Müslümanlar aleyhine esen ırkçı ayrımcı öfke fırtınasını dindiren şey Amerikan Başkanı’nın bu ziyareti olmuştu. Çünkü Müslümanlara yönelik psikolojik baskıya, sokaklardaki ırkçı dinci serserilerinin yanı sıra yerel kamu görevlileri de katılmaya başlamıştı.
O günlerde Amerikalı Müslümanları rahatlatan bir şey daha vardı: Amerikan devlet düzenine ve yurttaşlık hukukuna olan güven. Amerikan Anayasası’nda bir şey yazıyorsa bunun devlet ve herkes için ”bağlayıcı” olduğunu bilmeleri. Her güvenlik ve hukuk makamı, Müslüman Amerikalılara büyük bir duyarlılık gösterdi. Hukuk kurumları haklarını, güvenlik birimleri can ve mallarını korudu. Bush’un o gün camide görüştüğü Amerikan Müslüman liderlerinden CAIR yöneticisi Nihad Awad, iki yıl önce New York Times’a o ziyareti anlatırken, ‘’sanırım, o ziyaretin videosu her zaman yeniden izlenmeli. Bu, Amerika’nın her inancın eşitçe saygı gördüğü ve masum insanlara karşı nefret suçuna sıfır tolerans gösterilen kamusal düzeninin en güzel göstergelerinden biri’’ diye konuşmuştu.
New York’un Yahudi belediye başkanı camiye sahip çıktı
Bir başka çarpıcı örnek ise 2009’da New York’ta yapılmak istenen cami etrafında kopan fırtına oldu. ABD aşırı sağı, dincileri, ırkçıları, 11 Eylül saldırısının yapıldığı yerin yakınlarına cami yapılmasını, ‘bir meydan okuma’ olarak gördüler ve büyük bir kampanya düzenlediler. Ama, Amerikan ana akımından destek göremediler. Ve bu aşırı sağcı dinci bağnaz Amerikalılara karşı en büyük direnci ve mücadeleyi New York’un yahudi belediye başkanı Michael Bloomberg gösterdi. Bloomberg, sağcı politikacılardan gelen baskıya rağmen, cami ruhsatını iptal etmedi.
‘’Bu şehir, bu şehirde yaşayan herkesindir. Her inanç istediği her yere ibadethanesini açabilir. New York’u New York yapan budur’’ demişti Bloomberg ve eklemişti: ‘’İster kuşaklardır burada yaşıyor olsun ister daha dün gelmiş olsun farketmez, bu şehirde yaşayan herkes New Yorkludur’’.
Bununla da kalmadı Bloomberg ve şehrin Yahudi, Hristiyan, Budist, Hindu, Sih ve Müslüman liderleri, ateist toplukların temsilcileri ile beraber Özgürlük Anıtı’nın yanı başında ortak bir basın açıklaması yaptılar. Bloomberg gözleri dolu duygusal konuşmasında, New York kamuoyuna ve Amerika’ya camiye gösterilen tepkinin ne derece yanlış ve tehlikeli olduğunu anlattı. New York, dünyada yahudi nüfusu en fazla olan şehirdir. New York metropol bölgesinde yaklaşık 4 milyon Yahudi yaşar. Bu şehirdeki Müslüman nüfusu ise yaklaşık 1 milyondur. Ve 11 Eylül gibi travmatik bir saldırıya rağmen Müslümanların dünyada hala en rahat en barış içinde yaşadığı şehirlerden biridir. New York’taki Müslümanların rahatlığının en önemli sebebi ise, geldikleri ‘Müslüman’ ülkelerin politik veya toplumsal baskısını bu şehirde asla yaşamamaları, New York’un özgürlüğüdür… İşte bu nedenle New York’ta Müslümanların oylarının neredeyse yüzde 90’ı, art arda üç seçimde de Yahudi Bloomberg’e gitti.
Bütün bunları, son günlerde Türkiye’nin Yahudi yurttaşlarına karşı yükselen ırkçı, psikolojik tacizler ve devletin ayrımcı tavrından sonra bir kez daha hatırladım. 11 Eylül’den sonra Müslümanlara yönelik ırkçı bir dil medyanın marjinal köşelerinden uzadığı anda, medya topyekün tepki veriyordu. Hristiyan, Yahudi, Budist, Hindu, Sih dini liderler, ateistler, üniversiteler topluca kınama açıklamaları yaparak bu nefret suçlarını boğuyordu. Türkiye’de ise devlet destekli medyanın, ana akımın sayfalarında bile İsrail’de olan bitenle hiçbir ilgisi olmayan Türkiyeli Yahudilere veya genel olarak bütün Yahudilere yönelik iğrenç ırkçılığı utanç içinde seyrediyoruz. IŞİD’in vahşetine ‘Müslüman barbarlığı’ denmesine haklı olarak tepki gösterenlerin sayfalarında ‘Yahudi barbarlığı’ lafının bırakın rahatsız edici olmasını, yadırganmayan bir normale dönüşmesi ikiyüzlüğünü izliyoruz. Anlı şanlı insan hakları derneklerimizin, Hahambaşılığın, Sinagoglarına yapılan tacizler, medyanın ve politikacıların dilinden akan zehre kine nefrete karşı çırpınışını yalnız bırakmasını ibretle izliyoruz.
Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı, Yahudi Hahambaşıdan, topluca çıkıp İsrail’i kınayan bir açıklama yapmalarını bile isteyebildi. Türkiyeli Yahudilerden, açıktan İsrail kınamaları, İsrail’e düşmanlık açıklamaları beklentisi son derecede rahatsız edici bir ırkçılıktır. İsrail politikası ile ilgili ne düşündüklerini dahi kimseye açıklamak zorunda değillerdir.
Erdoğan’ın, sadece kendisinin değil devletin de gayrimüslim azınlıklara bakışını sergilediğine inandığım sorunlu yaklaşımlarından biri de, sık sık yaptığı ‘Museviler bize emanet’ demeci. Yahudiler, yüzyıllardır bu ülkede yaşıyor. Bu topraklardaki varlıklarının, kendilerine çemkiren ırkçıların çoğundan eskiye gidiyor olma olasılığı çok yüksek. Laik bir ülkede, sırf dinlerinden dolayı, “vatandaş” yerine hala ‘misafir, emanet’ gibi kategorize edilmeleri açık ırkçılık ve ayrımcılıktır. Herkesi eşit gördüğünü varsaydığımız Anayasa maddesinin açıkça ihlalidir. Artık her kimlerden oluşuyorsa o ‘biz’e emanet olunduğu beyanı, bütün yurttaşların eşit olduğu bir ülkede yaşamadığımızın itirafıdır.
Açık ki, 90 yıldır bir Cumhuriyet olmamıza rağmen eşit yurttaşlık hala lafta maalesef. Devlet hala sadece ‘birilerinin’ devleti. Hepimizin devleti değil. Kürtler ve Aleviler o birilerinin en fazla ‘kardeşi’, Ermeniler, Museviler, Rumlar ise “can ve mallarıyla emaneti” olabiliyor. Ateistler, eşcinseller, çevreciler vs zaten hakları söz konusu bile olmayacak yıkıcı marjinaller…
Bush dönemi Amerikasına bile imrenerek baktıran bir kamusal atmosferimiz var maalesef… İkiyüzlü, kindar, ırkçı, yorucu, bıktırıcı, boğucu…