Gazetecilik ve resmi yalanlar
CEMAL TUNÇDEMİR
Follow @CemalTdemir
27 Ekim 2015
‘’Gazeteci vicdanlı ve adil olarak gerçeği yazdığı sürece bu gerçeğin ortaya çıkmasının sonuçlarını düşünmek onun işi değildir. Hiçbir gerçek bir ülkeye uzun vadede yalanın verdiği zararı veremez.’’
Washington Post gazetesinin efsane yayın yönetmeni Ben Bradlee, Nixon Yönetiminin, Watergate skandalını, ‘ulusal güvenlik’ kapsamına alarak olayı kamuoyunun gözünden uzaklaştırmaya çalıştığı günlerde, 30 Mayıs 1973 günü böyle yazmıştı. geçen yıl bu hafta hayatını kaybetmişti. 1971 yılında New York Times’a destek olarak Vietnam Savaşında Amerikan kamuoyundan saklanan gerçeklerin yer aldığı ‘Pentagon Belgelerini’ yayınlama cesareti sergiledi. Nixon yönetimine karşı girdikleri hukuk savaşını kazandı. Sonrasında Watergate iş hanına girmeye çalışırken yakalanan 5 kişinin basit hırsızlar değil, Nixon yönetiminin handa bulunan Demokrat Parti genel merkezine dinleyici yerlleştiren adamları olduğunu ortaya çıkaran haberciliğiyle basın tarihine geçti. Watergate Skandalının peşini yönetimin tüm baskı ve tehditlerine rağmen iki yıl boyunca bırakmadı. Nixon, iki yıl sonra yolun sonuna geldiğini anladı ve 1974’te ABD tarihinin istifa eden ilk başkanı olmak zorunda kaldı. Nixon yönetiminden 40 üst düzey isim, yasaları çiğneyen faaliyetleri ve usulsüzlükleri nedeniyle hapse girdi.
Ben Bradlee, 1968 yılında başladığı Washington Post yayın yönetmenliğini 1991 yılına kadar sürdürdü ve o yıl emekliye ayrıldı. Meslek hayatında da emeklilik hayatında da en fazla kafa yorduğu konu ‘resmi yalanlar’ ve bunlarla mücadele yolları oldu.
7 Ocak 1997 günü California Üniversitesinde bu konuda yaptığı konuşmanın özet bir çevirisini, bu saygın gazetecinin ölümünün birinci yıldönümü vesilesiyle paylaşıyorum:
“Günümüzde çok sayıda yalan ve çarpıtma var. Devlette, hükümette, medyada, sporda, her yerde… Kimsenin duyduğu bir şeyin ilk duyduğu haline inanamayacağı bir noktaya geldik. Benim için bu şüphe Vietnam Savaşı ile, yani hükümetin sonradan yanlış olduğu ortaya çıkacak politikasını halk gözünde meşrulaştırması gerektiğini düşünmesiyle, başladı. Toplumu bir arada tutan kurumların bütün birleştirici dikişlerinin attığı karşı-kültür günlerinde derinleşti. Devlet, kilise, okullar, üniversiteler, aile, ilişkiler, iş dünyası her yerde barbarlar kapıdaydı.
Vietnam’a bir bakalım. Ve onun gerçeği söyleme alışkanlığına ve erdemine verdiği zarara.. Mücadele söylemine kapılan politikacılara, resmi yalanlar sarmalında bıraktığı medyaya verdiği zararlara bir bakalım. Sadece, kimsenin baştan sona okumadığı Pentagon Belgelerinin derinliklerinde kalmış bir olayı örnek vereyim…
1963 Aralık ayının son günleri veya 1964 Ocak ayının ilk günleriydi. Kariyer basamaklarında hızla yükselerek Savunma Bakanı olan Robert McNamara, Vietnam’da savaş alanlarında birkaç gün geçirdi, generalleri dinledi. Dönüş yolunda, Saygon Havaalanında düzenlediği basın toplantısında, gördükleri ve dinlediklerinin kendisini çok cesaretlendirdiğini söyledi. Dikkat çekici ilerlemeler söz konusuydu. Güney Vietnam Ordusu çok daha büyük sorumluluklar alabilir hale gelmiş, Amerikan askerine duyulan ihtiyacı azaltmıştı. Lanet bir ‘tünelin sonundaki ışık göründü’ konuşmasıydı. McNamara, ABD’ye indiği ertesi gün Andrews Hava Üssünde bir basın toplantısı daha yaptı ve Saygon’daki açıklamaları tekrarladı. Birazdan Beyaz Saray’a gidip Başkana da bu ilerlemeleri anlatacağını söyledi. Daha sonra helikoptere binerek Beyaz Saray bahçesine indi ve içeri girdi. Ve o andan sonra, McNamara’nın Başkan Johnson’a ne anlattığını kimse öğrenemedi.
Ancak merak edenler için o gün Başkana ne anlattığı Pentagon Belgelerinde kayıtlı. Yedi yıl sonra (1971’de New York Times Pentagon Belgelerini yayınladığında) ortaya çıktı ki, McNamara helikopterden inip Başkanın makamına çıkmış ve ona doğruca, Vietnam’da herşeyin Amerika için bir cehenneme dönüşmekte olduğunu söylemişti. (Vietnam komutanı general William) Westmoreland bir kaç yüzbin asker daha gönderilmesini isteyecekti ve McNamara da bu talebi destekliyordu.
Sadece bir an için, Amerikalıların 1964 yılında, liderlerinin savaşın bir bataklığa dönüşeceğini hissetmeye başladıklarını bildiğini düşünün. Sonraki 7 yıl boyunca ölecek binlerce Amerikalının ve onbinlerce Asyalının hayatı kurtarılabilirdi. Ülke, liderlerine güven duygusunu hiç yitirmeyebilirdi. Çünkü, ülke, gerçekler ortaya çıkınca öğrendi ki çok güvendiği liderleri kendisine aslında yıllar boyunca yalan söylüyordu. Ve ben bunun farkına varmanın bu ülkede birşeylerin temelden değişmesinin başlangıcı olarak görüyorum. Başkomutan onlara ne derse desin, artık önemi yok, gerçeği öğrendiler. Artık kimsenin yapabileceği birşey yoktu, halk öğrendi.
Amerika, liderlerine inancını kaybetmeye başladı. Eğer, gazeteler, niçin Pentagon Belgelerine yayın yasağı girişimine böyle büyük bir reaksiyon gösterdi diye merak eden varsa, Pentagon Belgelerinde yer alan bütün o bilgilerdi sebep. İçindeki gerçekler akıl alır gibi değildi. Buna rağmen başkan Richard Nixon, Amerikan cumhuriyetinin tarihinde ilk kez Yüksek Mahkemeye başvurarak iki gazetenin bu belgeleri yayınlamasına yayın yasağı getirmek istedi. Şimdi 18 yıl sonra, dikkat edin 18 yıl sonra, Harvard Hukuk Fakültesinin dekanı Erwin Griswold, Washington Post’a yazdığı yazıda, Pentagon Belgelerinin yayınlanmasının ulusal güvenliğe hiçbir şekilde, hiçbir zaman bir tehdit oluşturmadığını kaydetti.
Sadece bir an için düşünün. Gazetelerin, yayın yasağı koymak isteyen yönetime karşı hukuk savaşında harcamak zorunda kaldıkları birkaç milyon doların hiç önemi yok. Kendi ülkeniz tarafından, ‘vatana ihanet’le suçlanmanın ne demek olduğunu bilemezsiniz. Başlangıçta bizi duruşma salonuna bile almıyorlardı. Çünkü hükümetin kendini savunurken hakime açıklayacağı devlet sırlarını öğrenme yetkimiz yokmuş. Sonradan duruşma salonuna alındığımızda ise iki tarafın birbirini duyamayacağı bir cam duvarla ikiye ayrılmıştı. Ve dahası bu cam duvar siyah perdeyle kapatıldı. Siyah perde! Bunun nedenini sorduğumuzda yanıta inanamadık. Allahsız komünistler, devlet adına konuşacakların, tanıkların dudaklarını okuyabilirmiş.
Bu çok ölçüsüz bir rezaletti. Dava, esasında, kimin suçlu olduğuna değil kimin haklı olduğuna bakan bir hukuk davasıydı. Ancak eğer bu hukuk davasını kaybederseniz hakkınızda ceza davası açılacağı kesindi. Ve eğer o davada da kaybederseniz, şirketiniz bütün gazetelerinizi ve televizyonlarını kaybedecekti. Çünkü yasalara göre kriminal suç kaydı olan biri gazete ve televizyon sahibi olamazdı.
Ancak işte bu ortamda beni rahatlatan an, hakimin, hükümet adına orada olan Savunma Bakan yardımcısına dönüp, ‘’Lafı uzatmayalım, esasa gelelim. Eğer Washington Post bunu yayınlarsa, Pentagon Belgelerindeki hangi somut bilgi ABD’nin ulusal güvenliğini en fazla tehlikeye atıyor?’’ diye sorması oldu.
Bakan Yardımcısının yüzü kireç gibi oldu. Çünkü Pentagon Belgelerini okumamıştı bile. Birkaç dakika müsaade istedi. Onun iddia ekibiyle beraber kafa kafaya verip telaşlı şekilde konuştuklarını görebiliyorduk. Savunma tarafında ise biz, çoğu muhabirlerden oluşan dokuz kişiydik. Yanımızda birkaç belge getirmiştik. Bekledik, bekledik, bekledik… Derken Bakan Yardımcısı hazır olduğunu söyledi ve kürsüye geri döndü. Katip soruyu tekrar okudu. Bakan Yardımcısı da ‘Operation Marigold’ yanıtı verdi. ‘Operation’ ile başlayan bir şeyin ‘ulusal güvenlik’ konusu olacağı düşüncesiyle hepimiz bu sözcüğü duyduğumuzda bir an için endişe yaşadık. Pentagon muhabirimiz George Wilson, duruşmanın bize de açık olan kısmının kayıtlarını hızla taramaya başladı. Sonunda ‘Marigold Operasyonu’na ilişkin bir atıf buldu. (Bilmeyenleriniz için bu Lyndon Johnson’ın 1966’da Ho Chi Minh’e Polonyalı diplomatları göndererek Vietnam Savaşını uzlaşmayla sona erdirme yolu aradığı gizli bir girişimin adı). Oysa bu girişimden sadece bir hafta sonra Life dergisi İngiltere Başbakanı Harold Wilson’un ‘Operation Marigold’u deşifre eden bir yazısına yer vermişti. Yani bakan yardımcısının iddiası son derece saçmaydı.
En iyi gazeteler bile, kamu yöneticilerinin stratejik bir havayla yalan söylemeleri karşısında doğru tavır takınmayı asla beceremedi. Örneğin, hiçbir editör, Nixon’un Watergate skandalı ilk patladığındaki ilk yorumunu şu şekilde vermeye cesaret edemezdi: ‘’Başkan Nixon, dün akşam televizyonda yaptığı açıklamada, Watergate işhanına gizlice girerken yakalanan kişilerle ilgili olayın bir ulusal güvenlik konusu olduğunu söyledi. Bu nedenle de bu tuhaf hırsızlık girişimi hakkında yorum yapamayacağını belirtti. Ama bunların tamamı yalan!’’
Haberi bu şekilde vermeye cesaret edemezdik. Ancak söyledikleri tastamam yalandı. Dahası, Nixon’ın gerçek olmayan ifadelerini olduğu gibi vererek, bir yalanı yayınlayarak öyle veya böyle suça ortak olduk. Bu arada bu tür şeylere ‘gerçek dışı’ denilmesinden nefret ediyorum. Bunlara ‘yalan’ denir. Ancak en gözüpek editoryal ekip bile, bu resmi açıklamayı, yukarıdaki örnekteki sertlik ve çeviklikte yansıtamaz.
Beklemek zorundayız. Yalanın yalan olduğunu ispat edecek yollar bulmak için araştırırız. Ve bu süreçte bunun yalan olduğuna inanmayan veya inanmak istemeyenlerle aramıza mesafe girer.
(…)
Medya, gerçeği ne kadar sıkı şekilde araştırırsa, o kadar fazla insanı rahatsız eder. Gerçeği araştırdığımız konular ne kadar karmaşıklaşırsa ve gerçeği arama yolları ne kadar dallanıp budaklanırsa, gerçeği arayışımız da o derece şiddetini artırmalı. Saldırgan mı görünürüz? Bırakın öyle görünsün.
Hatırlayın, Walter Lippman yıllar önce demokraside, gerçeğin, nadiren hemen ortaya çıkabileceğini yazmıştı. Demokraside gerçek yavaş yavaş ortaya çıkar. Bazen yıllar bile alır. Bu sistemin çalışma ve kendini daha da güçlendirme yoludur.
Ben kendi deneyimimden biliyorum ki gerçekler ortaya muhakkak çıkıyor. Bazen hiç çıkmayacakmış gibi görünse bile yine de çıkıyor. Ancak bu süreçte medyanın bir anlık rehavetinin demokrasiye maliyeti çok büyük olur.”
CEMAL TUNÇDEMİR‘i Twitter’dan takip edebilirsiniz