İki Amerika’nın siyasi savaşının tarihine bir yolculuk – 3
Demokratik Parti ve Cumhuriyetçi Parti nasıl kuruldu
CEMAL TUNÇDEMİR
(27 Ekim 2024)
ABD anayasasını yaptıktan sonra fiilen iki hukuklu bir ülkeye dönüşmüştü. Güney eyaletlerinde kölelik serbestken, kuzey eyaletlerinde yasaktı.
Çünkü, ABD’nin liderleri, Amerikan birliğini bölme potansiyeli nedeniyle köleliği tartışmaktan kaçınıyorlardı. Ne var ki ülkenin karar alıcıları bir sorunu görmezden geldiğinde o sorun yok olmuyor. Sorun onların kontrolü dışında kendi dinamikleriyle daha da büyümeye, daha da çözmesi zor bir hal almaya devam ediyordu.
Nitekim 1820 yılında yeni kurulan Missouri eyaletinin birliğe katılması onay için Kongre’ye geldiğinde, çözümden çok uzak olunduğu ortaya çıkacaktı. Kuzey eyaletleri birliğe katılma şartı olarak Missouri’de köleliğin yasaklanmasını istiyordu. Güney eyaletleri ise kölelik yanlısı bir eyalet olarak birliğe katılmasında ısrarlıydı. Kongre’de büyük bir gerginlik oluştu. Dönemin ABD Başkanı James Monroe sessiz kalsa da çatlak kabinesine kadar ulaştı. Dışişleri Bakanı John Quincy Adams, Missouri’nin özgür eyalet olması gerektiğini savunurken diğer bakanlar aksini savunuyordu.
Monroe, kendisi gibi konunun ABD’yi bölünmeye sürüklemesinden korkan Meclis Başkanı Henry Clay’ın bulduğu çözüme sarıldı. Sonradan Missouri Uzlaşması diye anılacak sözleşmeye göre Missouri’nin köleliğin serbest olduğu bir eyalet olarak birliğe katılması karşılığında Maine eyaleti de köleliğin yasak olduğu eyalet olarak birliğe kabul edilecekti. Uzlaşmaya göre 36. paralel de artık kölelik sınırı olacaktı. Yani vahşi batıda gelecekte yeni eyaletler kurulursa, 36. paralelin kuzeyinde kalan kısımlarında kölelik yasak, güneyinde serbest olacaktı.
O sıralar, emekliliğini yaşayan eski Başkan Thomas Jefferson, böylesi bir hat çizilmesini, “bu paralel bir gün ülkeyi böler” diye eleştirecekti. Nitekim 1860’ta patlak verecek Amerikan iç savaşında taraflar bu paralele yakın bir hattan bölünecekti.
“Siyahları ne yapacağız sorununa çözüm: Liberya”
Kendisi de bir köle sahibi olsa da Başkan Monroe aslında köleliğin sona ermesi gereken bir uygulama olduğunu düşünüyordu. Ama tıpkı idolü Jefferson gibi, siyahlarla beyazların birlikte aynı toplumda yaşayamayacağına da inanıyordu. Amerikan toplumunda özgür siyah nüfusun her geçen gün büyümesini, içtimai düzene ve demografiye büyük tehdit gören beyazların kurduğu Amerikalı Koloniciler Cemiyetinin (ASC) bulduğu çözüme sarılacaktı.
ASC, Afrika’da bir Amerikan kolonisi kurulmasını ve ülkedeki özgür siyahların buraya gönderilmesini savunan bir cemiyetti. Sonradan çok daha önemli bir aktöre dönüşecek Henry Clay gibi önemli sözcüleri vardı. ASC, Başkan Monroe’nun sağladığı destekle nihayet 1820’lerin başında Batı Afrika’da ‘Liberya (Özgürlük Yeri)’ adıyla bir ülke kurmayı başaracaktı. Cemiyet, kendilerine en büyük desteği veren Başkan Monroe’ya minnetlerini de bu ülkenin başkentinin adını ‘Monrovia’ koyarak gösterecektiler. Sonraki 30 yıllık süreçte 20 bine yakın özgür siyah Liberya’ya yerleştirilecekti. Ne var ki ABD’deki özgür siyahların çoğunluğu, sadece siyahlardan oluşan bir ülkede yaşamayı reddediyordu. Onların beyazlarla beraber yaşama ısrarı sonraki yüzyılda ABD’yi dönüştüren ve şekillendiren en önemli sosyal güçlerden biri olacaktı. Liberya ise, ironik olarak, ABD’den gelen siyahların yerel kabileleri ikna edip örgütleyerek başlattıkları bağımsızlık savaşıyla 1847’de ASC’den bağımsızlığını kazanarak ayrı bir devlete dönüşecekti. Haiti ile birlikte tarihteki ilk iki siyah cumhuriyeti olacaktı.
“ABD tarihinin en başarılı dışişleri bakanı”
1820 Missouri Uzlaşmasının potansiyel bir savaş hattı çizdiğini tek düşünen eski Başkan Thomas Jefferson değildi. Monroe’nun Dışişleri Bakanı John Quincy Adams’ın her gün tuttuğu günlükler daha 1820’li yılların başında ülkenin kölelik sorununa mevcut bakışını değiştirmeyi başaramazsa, bir iç savaşa doğru gideceğini öngördüğünü gösteriyor. 40 yıl sonra haklı çıkacaktı.
John Quincy Adams, sadece uzun vadeli öngörüleri değil, uzun vadeli mücadelesi, uzun vadeli politika ve stratejileriyle de Amerikan tarihinde müstesna bir yer edinecekti.
1818’de İngilizlerle bir daha bozulmayacak anlaşmayı yaparak, İngiliz coğrafyası (1841’de Kanada adını alacak) ile ABD’nin bugünkü orta kesimi arasında 49. paraleli sınır haline getirecekti. İspanyolların bugünkü Florida’yı ABD’nin kontrolüne bırakmalarına ikna edecek ve karşılığında bugünkü Texas’tan California’ya uzanan coğrafyanın bağlı olduğu İspanya Krallığı ile sınırı netleştirerek, bir başka savaş olasılığını ortadan kaldıracaktı. İspanya Krallığının 42. Paralelin kuzeyinden (bugünkü Oregon ve Washington eyaletlerinin olduğu bölge) vazgeçmesini sağlaması ise çok daha uzun vadeli sonuçları olacak bir başarıydı.
Quincy Adams Dışişleri Bakanı olduğunda ABD hala bir Atlantik yakası devletiydi. Adams, ABD’nin Pasifik’e kadar genişleyip iki okyanusa kıyısı olan bir devlet haline gelmesinde kilit rolü oynayan aktördü.
ABD onun sekiz yıllık diplomasisi ile, Batı Yarımkürenin ana güç odağına dönüşürken, 1823 yılındaki bir konuşma ile bu güç dünyaya ilk kez deklare edilecekti. 1823 yılında ABD Kongresindeki bu tarihi konuşmayı, dönemin ABD Başkanı Monroe yaptığı için tarihçiler ‘Monroe Doktrini’ diye anıyorlar. Ama konuşmanın metin yazarı da stratejinin arkasındaki beyin de dışişleri bakanı John Quincy Adams’tı. ABD, bu konuşmayla, Avrupa’lı sömürgeci güçlere Batı Yarımkürede sömürgecilik çağının bittiğini ve ABD’nin Avrupa imparatorluklarının artık Latin Amerika başta olmak üzere bu coğrafyada emelleri olmasına göz yummayacağını deklare ediyordu.
Quincy Adams, diplomatik başarıları ve uzun soluklu stratejilerle 19. Yüzyıl boyunca bütün haleflerini etkiledi ve ABD diplomasine damga vurdu. Vizyoner bakış açısı ve entelektüel kapasitesiyle sadece devlet adamlarının değil, Charles Dickens’den Tocqueville’a ABD seyahatine çıkan edebiyatçıların, bilge isimlerin bile tanışmak sohbet etmek istedikleri ilk isim Quincy Adams’dı.
Çoğu tarihçi onu ABD tarihinin en başarılı dışişleri bakanı görüyor. Bugün bile ABD Dışişleri Bakanlığı binasının her yerinde en fazla portresi, ismi olan eski bakan o. Böylesi parlak bir kariyerin bakanlıkla sona ermeyeceği ise neredeyse kesindi.
Ülkenin ilk yıllarında Dışişleri Bakanlığı koltuğu, ABD Başkanlığına giden yolda son durak gibiydi. Üçüncü Başkan Jefferson, Washington’un kabinesinde Dışişleri Bakanıydı. Dördüncü Başkan Madison, Jefferson’un Dışişleri Bakanıydı. Beşinci Başkan olacak James Monroe ise Madison döneminde dışişleri bakanıydı. Monroe’nun dışişleri bakanı Quincy Adams da altıncı başkan olmak istiyordu.
Hepsi aynı partiden dört adaylı başkanlık seçimi
Ancak ne var ki Monroe yönetiminde başkan olma sırasının kendisine geldiğini düşünen tek isim Adams değildi. ABD 1824 Başkanlık seçiminde bir ilki yaşıyordu. Dört iddialı aday vardı ve dördü de Demokratik Cumhuriyetçi Partiliydi.
Adams’ın yanı sıra Başkan Monroe’nun kabinesinden Hazine Bakanı William Crawford, Meclis Başkanı Henry Clay ve Savaş Bakanı John Calhoun ile eski general yeni senatör Andrew Jackson da başkanlığa adaydılar.
Quincy Adams New England eyaletlerinin, Crawford Güney eyaletlerinin, Clay kuzeybatının ve Jakcson da güneybatının oylarını kazandı. Kimsenin şans vermediği Andrew Jackson, hem seçiciler kurulu (electoral college) oyunda hem de ülke geneli toplam halk oyunda birinci gelmişti ama seçiciler kurulunda salt çoğunluk oyuna ulaşamamıştı. 1800 seçiminden sonra ikinci kez (bugüne kadar son kez) başkanın kim olacağına Temsilciler Meclisi karar verecekti.
Temsilciler Meclisindeki oylamada halk seçiminde birinci olan Andrew Jackson değil, ikinci olmuş John Quincy Adams başkanlığa seçildi. Meclis Başkanı Henry Clay’ın oylama sırasında yarıştan çekilerek Adams’ı desteklemesi, Adams’ın da başkan olur olmaz ilk iş olarak Clay’ı dışişleri bakanı yapması, Jackson’u ve taraftarlarını kızdırdı. Meclis seçimini ‘kirli pazarlıkla kazanılmış seçim’ olarak nitelemeye başladılar.
Kongre’nin topal ördeğe çevirdiği ilk başkan
Quincy Adams başkan olduktan hemen sonra o güne kadar görülmemiş büyüklükte kapsamlı bir yatırım ve ekonomik reform paketini yasalaşması için Kongre’ye gönderdi. Eğitimi bütün halka yayacak kamu okulları, yollar, köprüler, limanlar, araştırma merkezleri, askeri akademiler ve daha nice devasa yatırımı içeriyordu. Gümrük vergilerini yükseltiyordu. İdeolojik olarak federal devletin bu tür yatırımlarda rol almasına ve güçlenmesine karşı Demokratik Cumhuriyetçilerden oluşan bir Kongre’nin tüylerini diken diken edecek her şeyi barındırıyordu.
Adams’ın en büyük hatası ise Kongre’de aleyhine gelişen havayı önemsememesi oldu. Kendince, başkan seçilmişti ve artık bu siyasi tartışmaların üzerindeydi. Amerika’nın yararına olan konularda Kongre mutlaka başkanın yanında olmakla mükellefti.
Quincy Adams, başkanlığında Kongre duvarına çarpan ilk ABD başkanı oldu. Kongre ondan gelen çoğu tasarıyı yasalaştırmayarak, Adams’ın başkanlığını daha ilk yılında büyük ölçüde ‘topal ördek’ yönetimine dönüştürdü. Tuttuğu günlükler üzerindeki psikolojik analizler, Adams’ın Beyaz Saray yıllarında derin bir kişisel bunalım yaşadığını gösteriyor. Bu çaresizliğine rağmen yine de yaptıklarını, “ülkenin hayrına olacak işleri engelleme” ve “vatana ihanet” gibi gördüğü için Kongre’ye gidip onları açıkça muhatap almaya, uzlaşma aramaya yanaşmadı.
Quincy Adams bu başarısızlığıyla, başarılı Amerikan başkanlığının yolunun, güçlü karakter sahibi olmaktan değil, Kongre ile çalışma becerisinden, diğer siyasi görüşlerle ortak noktalar bulma yeteneğinden geçtiğinin en görkemli ibreti oldu. Bir bakan yetse de bir hükümet başkanına, entelektüel derinlik, devlet adamlığı, uzun vadeli düşünme yetmiyordu. Demokratik cumhuriyet rejimin doğal sonucu olan politik dalgalarda sörf yapabilme, diğer politikalarla uzlaşma ve siyasi tansiyonu hazmedebilme istidadı da gerekiyordu. Adams bunları hazmedemedi.
Öte yandan bu dört yılda tek hazımsızlık yaşayan o değildi. Andrew Jackson da 1824 seçiminde sandıkta birinci olduğu halde Kongre’de kaybedişini bir türlü hazmedemiyordu. Ve gözünü 1828 başkanlık seçimine dikmişti. Seçimi bu kez halkın gücüyle sandıkta kazanıp, sonucun Meclis kararına kalmasına izin vermemeliydi. Her yerde bu gücü organize edebilmenin yollarını arıyordu.
Aradığı çare ise, kısa boyu ve son derece renkli takım elbisesiyle Kongre binasının içinde dolaşıyordu. ABD’nin kuruluşundan beri Federalist – Cumhuriyetçi çekişmesinin merkez üslerinden biri olmuş New York eyaletini siyasi dehasıyla birkaç yılda avucuna almış, New York Senatörü Martin Van Buren’den başkası değildi bu.
Van Buren Bey’in yeşil kadife ceketi
Van Buren ismini duyduğumuzda biz dünyalıların aklına TV komedi efsanesi Seinfeld’in ‘Van Buren Boys’ bölümü geliyor. Tamamen ilgisiz değil. Mümtaz bir New York hazinesi olan Kramer’a azap yaşatan New York sokak çetesi, adını bizim hikayemizin kahramanından almış.
Kendi deneyimlerinden biliyorum, Martin Van Buren deyince bugün Amerikalıların bile çoğu şöyle bir duraklıyor. Hepsi bir şekilde lisede tarih derslerinde adını duymuş ama çok azı neden önemli bir isim olduğunu hatırlıyor.
Oysaki bugünkü Amerikan politikasına onun kadar şekil vermiş bir isim yok. Rus edebiyatına selam duran bir benzetmeyle ifade edecek olursam, bugünkü modern Amerikan partileri de iki partili sistem de seçim kampanyası kültürü de Van Buren Bey’in renkli ceketinin içinden çıkacaktılar.
Van Buren, New York eyaletinde, Hollanda kökenlilerin yaşadığı ve Felemenkçe konuşulan Kinderhook adlı bir kasabada 1782’de doğmuştu. Babası New York şehri ile eyaletin başkenti Albany yolu üzerindeki kasabanın tavernasını işletiyordu. Kovboy filmi meraklıların ‘saloon’ klişesiyle kafasında şekillendirebileceği tavernalar, yolcular için otel, kasabalılar için bar, lokanta ve sosyalleşme mekanıydı. Çocukluğu bu tavernada mola veren, misafir olan efsane politikacıların sohbetlerini tartışmalarını dinlemekle geçti. Babasının, her etnik, sosyal ve gelir grubundan insanla politik uyum ve dostluk kurabilmesinden çok şey öğrendi.
Eğitiminden sonra avukatlığa başladığında hala oldukça gösterişsiz bir giyime sahipti. Yanlarında avukatlık öğrendiği patronlarının, ‘etki kıyafetle başlar’ tavsiyesine uyup gösterişli giyinmeye başlayacak ve bundan hangi konuma gelirse gelsin hayatı boyunca vazgeçmeyecekti. Bu renkli kıyafet tarzıyla, Türkçe argoda ‘kokoş’ olarak adlandırdığımız uyumsuz renklerle son derece süslü giyinmenin, İngilizce adıyla ‘dandy’liğin en sembolik isimlerinden birine dönüşecekti.
Karizmadan ve etkileyicilikten yoksun endamına rağmen gösterişli giyindikçe oluşturduğu etki ve görmeye başladığı ilgi, Van Buren’in sonraki yaşamında ve politik anlayışında belirleyici bir karakter özelliği haline geldi. Politikada da kim olduğun değil, halka nasıl göründüğün çok önemliydi. Sadece kıyafetin değil her konuda imajlar oluşturarak halkın algısını manipüle edebilirdin.
Daha ergenlik yaşlarından itibaren politikaya büyük ilgi duyan Van Buren’in siyasi yaşamı, Hudson Vadisinde bizdeki muhtarlığa denk sayılabilecek yerel bir makama, yani politik hiyerarşinin en alt basamağındaki koltuğa adaylıkla başladı. Yeteneğiyle, kısa sürede eyalet kongresi senatörlüğüne seçilecek ve eyaletin başkenti Albany’e taşınacaktı.
Kısa boyuna ve politikacılık yeteneğine atıfla ‘sihirbaz ufaklık’ lakabıyla anıldığı Albany’de politik irtibat kurma ve seçmenleri örgütleme başarısını sürdürecek ve Eyalet Başsavcısı olacaktı. 1816’dan itibaren muhalifi olduğu New York Eyalet Valisine karşı yerel siyasi ittifakları eyalet çapında birleştirerek görülmemiş ölçüde organize ve disiplinli bir siyasi grup ortaya çıkardı. ‘Albany Beyliği (Albany Regency)’ diye anılacak bu örgütlenme, seçmenleri de içermesiyle henüz yerel ölçekte de olsa, ABD’de modern parti örgütlenmesinin ilk örneği olacaktı.
Albany Beyliği, yerel politikacıların, seçmenlerin kendilerine sadakatinin devamı için bir ‘ganimet sistemi (spoils system)’ oluşturmuştu. Sonradan Albany Beyliği üyesi bir politikacının “ganimet, galiplerin hakkıdır” sözüyle ifade edeceği sistemi…
Buna göre, beylik üyeleri kazandıkları her kamu koltuğunda ilk iş olarak, memurları işten çıkarıp, kendilerine sadık seçmenleri ve politikacıları o iş ve koltuklara getiriyordu. Ardından da söz konusu kamu makamının bütün ihalelerini destekçilerine sunuyorlardı. Bu rakipsiz çıkar sağlayıcı örgütlenme, New York eyaletindeki güçlerini görülmemiş ölçüde artırdı. Eyaletin tek hâkimi haline geldiler. Ve nihayet, Eyalet Kongresi, ABD Senatosundan New York’u temsil etmek üzere senatör olarak, Martin Van Buren’i seçti.
Artık ulusal ölçekte bir politikacı olarak Washington’a geldiğinde ‘dandy’ tarzını daha da vurgulu şekilde devam ettirdi. Senato toplantı salonuna girdiğinde sarı gömlek üzerine giydiği yeşil kadife takımıyla ilgi odağı olmaması mümkün değildi. Son derece parlak yelekleri, kadınların giydiğine benzer korseleri, renkli puf gömlekleri ve sonradan onunla özdeşleşecek renkli kadife takım elbiseleri. Özellikle de kadife yeşil ceketi…
Van Buren, 1824 başkanlık seçiminde dört adayın da sadece kendi coğrafyalarının oylarını kazanmasını, partinin ve ilkelerinin geleceği hakkında alarm verici buluyordu. 1828 seçimine parti mutlaka tek adayla gitmeliydi. Peki bu adayın ülkenin her bölgesinden oy alması nasıl sağlanacaktı?
Demokratik Partinin kuruluşu
O güne kadar, başkan adayları kendileri aday olmuyordu. Hala, bunun ayıp karşılandığı bir kültür egemendi. Bir grup Kongre üyesi, kendi bölgelerinin çıkar ve bakışını yansıtan belli bir ismin başkan olması gerektiğini ilan ediyor, oy kullanma hakkına sahip dar bir seçmen grubu da değer verdikleri Kongre üyeleri kimin ismini anıyorsa ona veriyordu.
Van Buren’e göre ise adaylık Kongre’den neşet eden bir şey olmamalıydı. Sokaktaki normal vatandaş, asıl güç sahibiydi. Ona bu gücünü öğretip, vatandaşın oyunu belirleyici hale getirmek gerekiyordu.
İki radikal adım atılmalıydı.
Öncelikle aday belirlemede en alttan başlayacak katılımcı bir işleyiş olmalıydı. Bütün eyaletlerde seçmenler aday belirlenmesi sürecine katılmalı ve seçmenlerin elemeleriyle daraltılmış aday listesi, düzenlenecek geniş katılımlı bir parti kurultayındaki oylamayla teke indirilmeliydi. Bu demokratik katılım sürecinin yaratacağı psikoloji, farklı bölgelerin seçmenlerinin, kendileri ile aynı bölgeden olmasa da partinin ortak adayına oy vermesini sağlayacaktı. Parti bölgeler koalisyonu değil, böylece, ulusal parti olacaktı. Bu ulusal partinin varlığını ve birliğini sürdürebilmesi ise daha az güçlü bir başka ulusal parti daha olmasına bağlıydı. 1824 seçiminde görüldüğü gibi bir parti rakipsiz kaldığında bölünür ve kendi içinde rakipler oluşturur.
İkincisi, Federalist politika ve programlarla Jefferson’un Demokratik Cumhuriyetçi Parti değerlerinin içi boşaltan Başkan John Quincy Adams ve arkadaşlarına karşı partiyi koruyacak yeni bir siyasi örgütlenme ile dur denilmeliydi. Albany Beyliği ile New York’ta uyguladıkları siyasi örgütlenme sistemini ulusal çapta gerçekleştirmek istiyordu. Yeni örgütlenme taban seviyesinde başlamalıydı. Halkı örgütleyecek parti temsilcileri olmalıydı. Bunların bağlı çalışacağı vilayet (county) seviyesinde parti başkanları olacaktı. Onların da eyalet çapında teşkilatları ve başkanları… Yani her seviyede seçmenleri belli bir örgütlülükte tutacak parti şeflerinden oluşan disiplinli bir politik mekanizma kurulmalıydı.
1828 seçimine gidilen süreçte bu düşüncelerini Demokratik Cumhuriyetçilerin okuduğu gazetelerde makaleleri ile yazmaya başladı. Van Buren’in tek ihtiyaç duyduğu ülkenin her köşesinde halkı heyecanlandırabilecek bir öyküye sahip, halkın dilinden konuşan, halka kendilerinden biriymiş hissi yaşatacak karizmatik bir adaydı. Andrew Jackson’un bu aday olduğuna inanıyordu.
Andrew Jackson da tek bir bölgeden aldığı oylarla asla başkan olamayacağının farkındaydı. Öte yandan Kongre elitlerini etkileyemeyecek kadar siyasi terbiye ve entelektüel kapasiteden yoksun bir insandı. Jakcson’un da ulusal çapta kazanabilmek için Van Buren’in önerdiği türden bir ulusal koalisyona ihtiyacı vardı.
Birbirlerinin yeteneklerine karşılıklı ihtiyaçları bu iki sıra dışı ismi birleştirdi ve bu ittifak Amerikan politikasının tarihini değiştirdi. Van Buren’in mimarlığını Jackson’un liderliğini üstlendiği bu örgütlenme kendisini ‘Demokratik Parti’ olarak isimlendirdi. Dünyanın hala devam eden en eski partisi Demokratik Parti doğmuş oldu.
Quincy Adams taraftarları ise kendilerini Ulusal Cumhuriyetçiler olarak isimlendirdiler ama bir parti örgütlenmesinden yoksundular. Artık belirleyici olan halka ulaşmakta büyük zorluk çekiyorlardı
Oy verme süreci başladığında Amerika hiç görmediği iki haftalık bir seçim dönemi yaşadı. Katılım olağanüstü boyuttaydı. Çünkü, Jackson 1824’te kaybettiğinden beri eyaletlerin çoğu, oy vermede ‘mülk sahibi olma’ şartını kaldırmış ve oy hakkını bütün beyaz erkeklere yaymıştı. 1828 seçimine katılım oranı, dört yıl öncesine göre iki katı olacaktı. Halkın seçim sonuçlarını belirleme gücü iyice artmış, Amerikan Cumhuriyetinin demokratikleşmesinde yeni bir aşamanın eşiğine gelinmişti.
Van Buren’in inşasına başladığı örgütlenme ülkenin her köşesinde yürüyüşler, propaganda çalışmaları yaparak, halkı oy kullanmaya teşvik ediyordu. En küçük yerleşim birimine kadar halkı başkan seçimi kampanyasının parçası haline getirdiler.
Jackson açık arayla ABD’nin yedinci başkanı seçildi.
Yemin töreni, ilk kez halkın geniş çaplı katılımına sahne oldu. Özellikle vahşi batı eyaletlerinden gelen binlerce çiftçinin törenden sonra çamurlu çizmeleriyle Beyaz Saray’ın içine girip dolaşmaları günlerce gündem olacaktı. Jacksoncu gazeteler bunu halkın, Beyaz Saray’ı elitlerin elinden alarak fethetmesinin sembolik ifadesi olarak sunuyordu.
Sonrası ise, ABD’nin kurucu liderlerinin cumhuriyeti kurarken korktuğu her şeyi barındırıyordu.
Ülkeyi bakanlarla değil danışmanlarla yönetti
Bütün kamu görevlileri işten çıkarıldı yerlerine Jackson taraftarları alındı. Andrew Jackson’a göre, devlet gücünü ve devlet yetkililerini bağlayacak tek şey ABD Başkanının talimatları olmalıydı. Çünkü Jackson ne emrediyorsa bu milli iradeydi. Onu başkan seçen milletin emriydi. Halkın desteği tek meşrulaştırıcıydı.
Öte yandan keyfiliğine alet olmaya istekli olmadıkları ve hala anayasa veya yasaları ciddiye aldıkları için kendi bakanlar kurulu üyelerini güvenilmez bulacaktı. Ülkeyi, danışmanları, kendi destekçisi gazete yayın yönetmenleri ve arkadaşlarından oluşan bir ekiple yönetecekti. Bu gayri resmi kabine, Beyaz Saray’ın resmi toplantı odaları yerine gizlice ve rahatça konuşabilecekleri mutfak gibi özel ortamlarda toplandığı için, Amerikan tarihine “Mutfak Kabinesi” adıyla geçecekti.
Jackson’un bu danışman ekibi içindeki tek resmi görevli Martin Van Buren’di. Jackson, kendisini 1828’de ABD başkanlığına taşıyan Demokratik Parti örgütlenmesinin mimarı Van Buren’i dışişleri bakanı yapmıştı. Van Buren’in dört yıllık Dışişleri Bakanlığı, iç politika hesaplarının içinde boğulduğu için oldukça vasat geçecekti. Bakan olarak tek kayda değer başarısı 10 yıldır Amerikan diplomatların kapısını aşındırdığı Osmanlı’yı nihayet ABD’yi resmen devlet olarak tanımaya ikna etmesiydi. Osmanlı ile 1830’de imzalanan bu ilk resmi antlaşma ile, ABD diplomatik temsilciliği, Avrupalı muadillerinin statüsünü elde ediyor, Amerikan ticaret gemileri de Rus pazarına erişebilecekleri Karadeniz’e çıkma hakkı kazanıyordu.
Kızılderili tehcir yasası
Andrew Jackson’un başkanlığına damga vuracak asıl icraatı ise Mississippi Nehrinin doğusunu yerli uluslardan (Kızılderililer) arındırma politikası olacaktı. Söz konusu bölgede yüzlerce yıldır yerleşik hayat yaşayan ve tarımla uğraşan beş Kızılderili ulusun önemli bir kısmı tarımsal üretimde daha başarılıydı, beyazlardan daha zengindi. Hatta Çerokilerde okur yazarlık oranı bile beyazlara göre çok daha yüksekti. Yoksul beyazlar arasında tanrının beyazları daha üstün yarattığı inancının konforunu bozan bir huzursuzluktu bu. Beyaz toprak ağalarının gözü ise Çerokilerin mülkleri ve arazilerindeydi.
Sosyal entegrasyonları ve barışçılıklarıyla beyazlara hiçbir tehdit oluşturmamalarına rağmen bu ulusların, yüzlerce yıldır yaşadıkları topraklardan Mississippi’nin batısına göç etmelerini öngören tehcir yasası 1830’da Kongre’den geçti.
Bu tehcir yasası, güney ve batı eyaletlerindeki popülaritesini daha da yükseltti. Bu coğrafyadan aldığı yüksek oyla 1832’de yeniden seçilecekti. Bu kez Van Buren’i Başkan Yardımcısı yapmıştı. Bu seçim zaferi ise onu daha da pervasızlaştıracaktı.
Başkan Jackson’un canı ne isterse, neye inanıyorsa memleket için doğru olan oydu. Aksini savunmak vatan hainliğiydi. Bugünden bakınca Jackson’u bu benmerkezciliğe iten şeyin, şiddet, kavga ve istismar dolu yaşam öyküsü olduğunu düşünen analist çok. Bedeninde ve zihninde kalıcı izler bırakmış şiddet deneyimleri onu, “dünya, gücü yetenin gücünün yettiğini sömürdüğü bir yer” algısına hapsetmişti. Moral değerler, ilkeli ve haklı olmak değil üstün olmak ve iktidar sahibi olmak önemliydi. Hayat uzlaşma arenası değil, birinin kazanması için diğerinin mutlaka kaybetmesi gereken savaş arenasıydı. Sahip olacağı her gücü, bu tür despotik zihne özgü “acırsan acınacak hale düşersin” psikolojisiyle, özellikle de dönemin en savunmasız iki topluluğu, köleler ve Kızılderililer üzerinde acımasızca kullanacaktı.
Kızılderililerin barışçıl direnişleri, hak arama çabaları bu acımasızlık karşısında çaresiz kalacaktı. 1837’de son safhası uygulamaya konacak zorla tehcir sırasında binlerce Kızılderili yollarda ölecekti. Tehcir yasası ABD tarihinin en trajik, en kara lekelerinden birini oluşturuyor.
Amerikan politikası neden iki partiye mahkûm?
Jackson karşıtı Ulusal Cumhuriyetçi muhalif hizip Jackson’un hukuk ve teamül tanımaz pervasızlığını eleştirmek için onu, “bay başkan” yerine ‘King Andrew (Sultan Andrew)’ diye isimlendiriyordu. Muhalifler bu saltanatperestliğe vurgu yapmak için de İngiltere’deki monarşi karşıtı partinin adını kendilerine isim olarak seçerek Whig Parti adıyla partileştiler. Martin Van Buren’in Demokratik Parti ile Whig Partisinin, sonraki 20 yıla damga vuracak yarışını, Amerikan tarihçiler “İkinci Parti Sistemi Dönemi” diye anıyorlar.
Peki siyasi sistemi sadece iki partinin mücadelesine kilitleyen formül neydi?
Tek temsilcili dar bölge sistemi. Yani bir eyaleti küçük seçim bölgelerine bölüp, her seçim bölgesini sadece tek bir milletvekili ile temsil edilir yapmak. Yüzde 51 oy ile yüzde 99 oy arasında hiçbir fark bırakmayan bu sistem, ‘kazanan hepsini alır’ sistemi olarak da adlandırılıyor. Eyalet valiliklerinden başkanlığa kadar hepsinde ‘kazanan hepsini alır’ ilkesi uygulanıyor. Yüzde 50’ye ulaşanın kazandığı sistemde, küçük partilere oy verecek seçmen, “oyum boşa gidecek” korkusuyla vazgeçip, en güçlü iki partiden birinin adayına yönelmeye mecbur oluyor. Bazı eyaletlerin bu sisteme uymaması üzerine, 1840’ların başında Kongre’den geçirilecek yasayla bütün eyaletlerin ‘tek temsilcili dar bölge sistemi’ uygulaması zorunlu hale gelecekti.
Andrew Jackson, ikinci dönemini tamamlamasından sonra 1836 seçiminde Başkan Yardımcısı Martin Van Buren’i başkanlığa aday göstererek emekli olmaya karar verecekti. Whig Partisinin seçimi 1824’te olduğu gibi Meclise bırakma hedefli stratejiyle çok adaylı girme hatası başarısızlığı sayesinde Demokratik Partinin adayı Martin Van Buren, ABD’nin sekizinci başkanı seçildi.
Ana dili İngilizce olmayan tek ABD başkanı
Martin Van Buren, sadece ABD tarihinin en kısa boylu başkanı olmayacaktı. ABD tarihinde politikaya en alt makamdan (muhtarlık) başlayıp en üst makama (devlet başkanlığı) çıkan ilk isim olacaktı. Bir başka ilginç özelliği ise Felemenkçe konuşulan bir evde doğup büyümüş Van Buren’in ABD tarihinde ana dili İngilizce olmayan tek başkan olmasıydı. İngilizceyi sonradan okulda öğrenmişti.
Van Buren’in sürekli yükselişle geçen parıltılı politik kariyerinin en silik, en etkisiz yılları ise ABD başkanlığı yaptığı dört yıl olacaktı. Jackson’un politikalarının neden olduğu ve başkanlığa başladığı hafta patlayan 1837 ekonomik krizi, toplumdaki itibarını sarsacaktı.
Başkanlığında bir başka problemi ise, 10 yıl önce yendikleri eski Başkan John Quincy Adams’tı.
“Amerika’nın en büyük günahı”
Altıncı Başkan John Quincy Adams, 1828’de başkanlığı Andrew Jackson’a kaybettikten sonra 1832’de yeniden aday olmamıştı. Ancak kamusal hayattan emekli olmayı da reddetmişti. Milletvekilliğine aday olarak ABD tarihinde, Başkanlıktan sonra Kongre üyeliğine dönen ilk (bugüne kadarki tek) başkan olmuştu.
18 yıl sürecek milletvekilliği ile, bir politikacının hakkını vereceği bir milletvekilliğinin, ‘mırın kırınla geçmiş devlet başkanlığından’ çok daha önemli ve görkemli olabileceğinin örneği oldu.
Milletvekilliğinin neredeyse tamamı, kölelikle mücadeleye adayacaktı. ABD’nin ikinci First Lady’si olan annesi Abigail Adams’ın, “Amerika’nın en büyük günahı” diye nitelediği köleliğe açıktan savaş ilan etmenin vakti gelmişti.
1830’lar boyunca her fırsatta Kongre’ye kölelikle ilgili yasa teklifleri, kölelerden gelen dilekçeleri sununca, Demokrat Partili meclis çoğunluğu, ona karşı sansür kararı çıkardı. Kongrenin kölelikle ilgili hiçbir teklif ve dilekçeyi gündemine almama kararına rağmen devam edince, Adams’ın kürsü ve oy hakkının iptali (censure) bile gündeme geldi. Adams’ın konuşma metinlerini gazetelere göndermesi üzerine Güney eyaletleri bu konuda her türlü mektup, haber, gazete yazısı ve broşüre yasak getirdiler.
Devlet başkanlığı yapmış Quincy Adams’ın dışarıdan bakıldığında kabuk bağlamış gibi duran kölelik sorununu bu derece kaşımasının nedeni neydi?
Adam, Monroe kabinesinde dışişleri bakanı olduğu 1816’dan beri o kabuğun altında bütün bünyeyi öldürebilecek iltihaplanma biriktirdiğini görmüştü. Kölelik, yarattığı moral çürüme ile cumhuriyeti zehirliyor, birliği ise uçuruma sürüklüyordu.
Adams, 1824-1828 yılları arasındaki ABD başkanlığı sırasında, federal hükümetin kalkınma ekonomisine Jackson’cu milletvekillerinin direncinin altında yatanın da aslında kölelik kurumunu muhafaza çabası olduğunu fark etmişti. Kölelik sorunu çözülmeden ülkenin diğer sorunlarını çözmesinin mümkün değildi ona göre.
“Kölelik sorunu asıl gündemimiz ve bu sorunu demokratik yollardan çözmezsek ülke iç savaşa gidecek” iddiasındaki altıncı 6. Başkan Adams ile “bu sorunu tartışırsak ülke bölünür” iddiasındaki 8. Başkan Van Buren’i asıl karşı karşıya getiren ise bir İspanyol köle gemisi olacaktı.
Bir köle gemisi iki Amerikan başkanı
1839 yılında Batı Afrika’da bugünkü Sierra Leone civarında yaşam alanlarında yakalanarak kaçırılıp bir köle gemisi ile Küba’ya getirilen bir grup Afrikalı Karayip Denizinde isyan başlatarak, kaptanı öldürecek ve gemiyi ele geçirecekti. Kendilerini Afrika’ya geri götürmeleri için sağ bıraktıkları iki İspanyol gemicinin geceleri geminin yönünü kuzeye kırmasıyla gemi New York açıklarına gelmiş ve burada ABD donanması tarafından durdurulmuştu. İki İspanyol gemicinin beyanı üzerine, hiçbiri, anadilleri Mende dışında dil bilmeyen Afrikalılar İspanyollara iade edilmek üzere tutuklanmıştı.
Konudan haberdar edilen ABD Başkanı Van Buren, yaklaşan seçimde Güney eyaletlerinin desteğini kaybetmemek ve İspanyollarla sorun yaşamak istemediği için, mahkemenin iade kararı vermesinden hemen sonra temyiz ihtimaline karşı derhal iade işlemini gerçekleştirmeleri için donanmayı görevlendirdi. Ne var ki köle karşıtı aktivist grupların desteğiyle yerel mahkemedeki dava bir anda ülke çapında ilgi odağı oldu.
Geminin adı ‘La Amistad (Dostluk)’ olduğu için ‘Amistad Davası’ diye ünlenen davada birinci derece mahkemesi Başkan Van Buren’in “dış politikamıza zarar verir” endişesini kaale bile almadı ve kölelerin iade talebinin reddine ve tahliyesine karar verdi.
Van Buren yönetimi derhal Federal Bölge Temyiz Mahkemesine başvurdu ama Temyiz Mahkemesi de ilk derece mahkemesinin kararını onadı. Van Buren’in talimatı ile ABD Adalet Bakanı davayı hemen 9 üyesinden 7’si kölelik yanlısı olan ABD Yüksek Mahkemesine taşıdı. Başkan Van Buren’in sarıldığı son çareyi ise eski bir ABD başkanı bozdu.
Altıncı Başkan John Quincy Adams, 70’li yaşlarında olmasına ve 40 yıldır avukatlık yapmamış olmasına rağmen Afrikalıların avukatlığını ücretsiz olarak üstlenmeyi kabul etti. İki ABD başkanını karşı karşıya getiren dava, ülkenin en çok konuştuğu konuydu. Van Buren’in en istemediği şey oluyordu, seçim yılında ülke köleliği tartışıyordu.
John Adams, mahkemede savunmasını, “bütün insanlar eşit yaratılmıştır” cümlesini içeren Bağımsızlık Bildirgesi üzerine kurdu. Son derece etkili savunmasının sonunda mahkeme heyetine şöyle seslenecekti:
“Ulusça, korkularımızı, önyargılarımızı ve kendimizi yenmek için yüce mahkemenin hikmetine ve bilgeliğine ihtiyacımız var. Lütfen, ülkeye doğru olanı yapabilme gücü verin. Eğer bu iç savaşa neden olacaksa, varsın olsun. Öyle bir savaş olsa bile Amerikan Devriminin ertelenmiş son savaşı olur”.
Adams’ın hukuksal temeli sağlam etkileyici savunması, kölelik yanlısı Yüksek Mahkemenin de ilk derece ve temyiz mahkemelerinin kararını onaylamasına yol açtı. Geminin kaptanı öldürenlerin fiili meşru müdafaa sayıldı. 35 Afrikalı serbest bırakıldığı gibi diliyorlarsa ABD’de yaşayabileceklerine hükmedildi. Quincy Adams’ın olağanüstü savunması şiirlere, kitaplara konu oldu. Son olarak 1997 yapımı Amistad adlı filmde Anthony Hopkins’in oyunculuğu ile ölümsüzleşti.
Amistad davasındaki kölelik yanlısı tavrına rağmen Martin Van Buren 1840 seçimi Whig Partili rakibine kaybetti ve baba oğul Adams’lardan sonra tek dönemlik ilk başkan oldu. “Başkanlığım boyunca sadece iki mutlu gün yaşadım” diye konuşacaktı sonradan Van Buren, “Başkanlığı devraldığım gün ve devrettiğim gün”.
1840’ta ilk kez ABD başkanlığını kazanan Whig Partisi sonraki 13 yılda aralıklarla tam dört ABD başkanı çıkaracaktı (İkisi görev başında öldüğü için yardımcıları başkan olmuştu).
Texas Cumhuriyeti birliğe katıldı partiyi böldü
Demokratik Parti ile Whig Partisi arasındaki en büyük ihtilaf konusu Texas Cumhuriyeti’ydi. Avrupa kökenli göçmen akınıyla demografisi Meksikalılar aleyhine değişmeye başlayan Texas’ta beyazlar 1836’da ayaklanarak Meksika’dan bağımsızlık ilan etmiş ve Texas Cumhuriyeti’ni kurmuşlardı. Meksika, kendi topraklarındaki bu beyaz devletine karşı çıkıyordu. ABD’de Whig Partisi, Texas Cumhuriyeti’ni desteklemezken, ABD Başkanı Andrew Jackson ise Texas Cumhuriyetini devlet olarak tanıma kararı almıştı.
Texas Cumhuriyeti’nin beyaz sakinleri sonraki yıllarda Amerikan Birliğine katılma talebinde bulunmaya başladı. Meksika ise, böylesi bir katılmayı savaş nedeni olarak ilan ettiği için katılım talebi Kongre’de savaş karşıtı Whig Partinin engeline takılıyordu.
1840’ta seçimi kaybeden Martin Van Buren’in de dört yıl sonra yeniden aday olmak istediğinde Texas’ın birliğe katılmasına itiraz etmesi, Andrew Jakcson ile arasını açtı ve 20 yıllık ittifakları sona erdi. Demokrat Partinin hala fiili lideri gibi olan eski Başkan Jackson, 1844 seçiminde Van Buren yerine Texas’ı birliğe kabul edeceğini açıklayan James Polk’un adaylığını destekledi. Polk’un başkanlığı kazanmasından sonra Texas, 1846’da 28. eyalet olarak ABD Birliğine kabul edilecek ve bu iki yıl sürecek ABD – Meksika Savaşının başlamasına yol açacaktı. Bu savaş, kuzeyli Demokratlar ile güneyli Demokratların arasını daha da açacaktı.
Öte yandan Whig Partisinin de kölelik konusunda gittikçe Demokratik Partinin ‘bu eyaletlerin iç işi’ çizgisine yaklaşması muhalefet içinde de arayışa neden oluyordu.
Kendi kurduğu Demokratik Partiden ayrılan Martin Van Buren ve arkadaşları, Whig Partisinden ayrılan bir grupla birlikte kölelik karşıtı Özgür Topraklar (Free Soil) Partisini kurdular. Martin Van Buren henüz ülke genelinde teşkilatlanması olmayan bu yeni partinin başkan adayı olarak 1848 seçimine katıldı. Whig Partisi Meksika Savaşının kahramanı General Zachary Taylor ile başkanlık seçimi kazanırken (bu partinin kazandığı son seçim olacaktı), Demokratik Parti adayı ikinci oldu. Van Buren’in üçüncü parti adayı olarak aldığı yüzde 10, bugüne kadar bir üçüncü parti adayının aldığı en yüksek oran olarak kalmaya devam ediyor.
Van Buren, 1848 seçiminde, kendi kurduğu ulusal parti örgütlenmesinin nasıl yenmesi zor bir canavar haline geldiği ile ilk kez yüzleşmişti. ‘Kazanan hepsini alır’ prensibi ve ‘tek üyeli dar seçim bölgesi’ sisteminin ABD’yi iki partili bir sisteme mahkûm kıldığını da görüyordu. Bununla beraber bu ikinci partinin Whig Partisi veya Özgür Topraklar partisi olamayacağının farkındaydı.
1848’de son kez seçim kazanan Whig Partisi, kurucu liderleri Henry Clay’ın ölümü ve ülkenin en önemli sorunu olan kölelik konusundaki sessizliğiyle 1950’lerde, hızla erimeye başladı ve dağıldı.
1852’de yeniden iktidara gelen ve siyaseten rakipsiz kalan Demokratik yönetim 1854 yılında birliğe yeni katılacak Kansas ve Nebraska eyaletlerinde, köleliğin serbest olup olamayacağına ‘ulusal egemenlik’ ilkesi gereği kendilerinin karar vermesi gerektiğini savununca Amerikan siyasetinde fay hatları harekete geçti. Çünkü bu, kölelik yanlısı eyaletlerle kölelik karşıtı eyaletler arasında 1820’de varılan ve 36. Paralelin kuzeyinde köleliğin serbest olduğu eyalet olmayacağını öngören Missouri Uzlaşmasının açık ihlaliydi. Demokratik Partinin kuzey eyaletlerindeki kanadı bile ayaklandı.
Cumhuriyetçi Partinin kurulması
“Onlara, daha önceki politik isimleri ve organizasyonları unutmalarını ve sana Lovejoy’s Hotel’de önerdiğim ismin altında birleşmelerini telkin et. ‘Cumhuriyetçi’ ismi altında…”
1854 yılında, kölelik yanlısı Demokratik Partiye karşı kölelik karşıtlığını merkeze alan yeni bir partinin kurulması çalışmaları başladığında, politikacı ve hukukçu Alvan Earle Bovay, Whig hareketinin gayri resmi yayın organı konumunda olan New York Tribune gazetesinin yayın yönetmeni Horace Greeley’e gönderdiği mektubunda yukarıdaki telkinde bulunacaktı. Bu mektup, Bovay’ı, sonraki bir buçuk asırda Amerikan politikasına damga vuracak siyasi partinin isim babası yapacaktı.
Van Buren’in partisi Özgür Topraklar Partisi, Whig Hareketinden ayrılanlar, Demokratik Partinin kuzey kanadı ve kölelik karşıtı sivil örgütlerin temsilcileri 1854 Temmuz ayında Michigan eyaletinin adını Demokratların fahri liderinden alan Jackson kentinde topladıkları kurultay ile Cumhuriyetçi Parti’yi resmen kurdular. Parti görülmemiş bir hızla ulusallaştı. Aynı yıllarda Katolik göçmen akınına karşı tepkiyle kurulmuş ve hızla yükselmiş “Know Nothing” adlı partinin tabanı da ülke gündeminin en önemli konusu olan kölelik konusunda hiçbir şey söylemeyen partilerinden koparak Cumhuriyetçi Partiye katılacaktılar.
Yeni kurulan bir parti olarak Cumhuriyetçi Partililer 1856 seçiminde oldukça yüksek oy almalarına rağmen başkanlığı kazanamadılar.
1857’de ABD Yüksek Mahkemesinin vereceği bir karar, partiyi ve kuzeyi daha da biledi. Dred Scott adlı bir köle, köleliğin yasak olduğu eyaletlerde yaşadığı için özgür hale geldiğini belirterek, Missouri’ye geri döndükten sonra yeniden köle yapılmasının hukuka aykırı olduğu gerekçesiyle dava açmıştı. Davanın önüne geldiği ABD Yüksek Mahkemesi 2’ye karşı 7 oyla tarihinin en utanç verici kararlarından birini alarak, “ister köle ister özgür olsunlar hiçbir siyah mahkemelerde dava açma hakkına sahip değil. Siyahlar, beyazların yararlandığı hiçbir vatandaşlık hakkından yararlanamaz” içtihadını oluşturdu. Dahası, köle, 36. Paralelin kuzeyinde de yaşasa köle kalmaya devam eder vurgusuyla Missouri Sözleşmesinin hukuksuz olduğuna hükmetti.
Kuzeylilere ve bütün muhaliflere göre Amerikan demokrasisi artık John Quincy Adams’ın ifadesiyle bir ‘slavocracy’e, ülkeyi yani köle sahibi toprak ağalarının yönettiği bir sisteme dönüşmüştü.
John Quincy Adams, Kongre yılları boyunca ‘slavocracy’ ve ‘slave power’ terimlerini en fazla kullanan, bu tehlikeye en fazla dikkat çeken isimdi. 40 yıldır görmekten korktuğu şeyi ise görecek kadar yaşamadı. 80 yaşındayken katıldığı Meclis oturumlarında birinde genel kurulda yığıldı. Aralarında Illinois eyaletinden üç ay önce seçilmiş 30’lu yaşlarında bir genç milletvekilinin de olduğu bir grubun yardımıyla, Meclis Başkanının odasına çıkarıldı. Kongre binası içinde iki gün boyunca istirahat ettirilmeye çalışıldığı bu odada 21 Şubat 1848 günü öldü. Son sözü, “Nihayet dünyanın sonu, huzurluyum” oldu.
Daha sonra Adams’ın cenaze törenini organize komitesinde de görevlendirilen o genç İllinois milletvekili, yani Abraham Lincoln, 12 yıl sonra, Quincy Adams’ın görmekten korktuğu şeyi, iç savaşı görecekti.
(Devam edeceğim)