İki Amerika’nın siyasi savaşının tarihine bir yolculuk- Son
CEMAL TUNÇDEMİR
3 Kasım 2024
“Kendi içinde bölünmüş bir ev ayakta kalamaz. Amerika sonsuza kadar yarısı köle yarısı özgür şekilde devam edemez. Birliğin dağılacağını veya evin çökeceğini söylemiyorum. Bu bölünmüşlüğün süremeyeceğini söylüyorum. Ülkenin tamamı ikisinden birine dönüşecek.”
Yeni kurulmuş Cumhuriyetçi Partinin Illinois Senatörlüğüne aday gösterdiği Abraham Lincoln adlı eski milletvekili bir avukat 16 Haziran 1858 günü, iki Amerika’nın aynı anda yaşayamayacağını bu sözlerle ilan ediyordu.
Sonradan “Bölünmüş Ev” adıyla tarihe geçecek bu etkili konuşma ve akabindeki münazaralar Abraham Lincoln’u ulusal gündeme taşıdı. Yeni kurulmuş ve hala sadece kuzeyde destek gören bölgesel bir parti olan Cumhuriyetçi Partinin 1860 seçiminde başkan adayı oldu.
1860 seçimi kölelik konusunda bir referanduma dönüşünce Lincoln’un desteği arttı ve sürpriz şekilde seçimi kazandı. Demokrat Partinin beklenmedik şekilde kaybetmesi üzerine, kölelik yanlısı 11 güney eyaleti ABD’den ayrılarak başkenti Virginia eyaletinin Richmond kenti olan Amerika Devletler Konfederasyonu’nu kurdu. Konfederasyon milis güçlerinin 12 Nisan 1861 günü Virginia’daki federal bir kışlaya saldırması ile kuşaklardır Amerikan liderlerin korkulu rüyası olan ABD İç Savaşı da başladı. 1789’dan beri süregelen, “köleliği yasaklarsak bölünürüz” ve “yasaklamazsak bölünürüz” tartışmasının artık bir anlamı kalmamıştı.
Güney eyaletleri iç savaş başladığında sahip olacaklarını umdukları iç ve dış desteği bulamadılar. Onlar farkında değilken dünya, kimsenin köleliğin yanında görünmek istemeyeceği kadar değişmişti. Köleliği artık savaşla bile koruyamayacakları gerçeğiyle yüzleşmek zorunda kaldılar. ‘Öyleyse batsın bu dünya’ modunda bir süre daha umutsuzca sürdürdükleri savaşta asker veya sivil yaklaşık 1 milyon insan ölecekti. 9 Nisan 1865’te Konfederasyon Ordusu başkomutanı Robert Lee’nin teslim olması ve hemen ardından Konfederal Amerika’nın Devlet Başkanı Jafferson Davis’in kaçmaya çalışırken tutuklanmasıyla iç savaş sona erdi.
Lincoln zaferin kesin olduğu zamanda yaptığı bir konuşmasında, “tanrının, günahkâr toplumları cezasız bırakmayacağını” ifade ederek, “kuzey ve güneyin beraber iç savaş yıkımı yaşamasının kölelik günahına ortak olduklarını gösterdiğini” savunacaktı. Kölelik konusunda sadece güneyi şeytanlaştıran bakışa karşı, ‘günah hepimizin’ itirafıyla ülkeyi duygusal olarak birleştirmeye çalışıyordu. Fakat Lincoln’un kucaklaşma çabasına rağmen iki Amerika’nın siyasi savaşı sona ermekten çok uzaktı.
İç Savaşın ardından Amerikalıların ‘Reconstruction Era’ diye andığı Cumhuriyetin Yeniden Yapılanması Dönemi başladı. Anayasa’ya eklenen üç ek madde ile kölelik yasaklandı, siyahlar vatandaş hale geldi ve siyah erkekler oy hakkı kazandı. Federal Hükümet, Yeniden Yapılanma Yasalarının uygulanmasını denetlemek üzere güney eyaletlerinde askeri sıkıyönetim bölgeleri oluşturdu.
Yaklaşık 4 milyon kölenin vatandaş haline gelmesiyle ortaya çıkan 700 bin kişilik siyah seçmen, bir anda siyasi savaşta kilit role yükseldi. ABD’nin ilk siyah politikacıları da bu dönemde boy gösterdi. Öyle ki ABD Kongresinin ilk siyah senatörü daha 1870’ta Mississippi eyaletinden seçilecekti. Amerikan tarihindeki ikinci siyah senatörün, 97 yıl sonra 1967’de seçileceğini ve bugüne kadar senatör seçilmiş 2004 kişiden sadece 12’sinin siyah olduğunu (Obama ve Harris dahil) göz önüne alırsak, ABD’nin iç savaştan hemen sonraki 15 yılda nasıl radikal bir açılım yaşadığını daha iyi anlarız.
Siyah seçmenler İç Savaştan sonraki yüzyıl boyunca büyük ölçüde Lincoln’un partisine yani Cumhuriyetçi Partiye sadık kalacaktılar. İç savaştan sonra iyice küçülen Demokrat Parti ise 1860’tan 1930’a kadar 70 yıl boyunca sadece iki başkan çıkarabilecekti.
Öte yandan kuzeyin İç Savaştaki zaferine rağmen Güneyde beyaz ırkçılığı ve beyaz üstünlüğü anlayışı yok olmadı. Aksine karşı devrimci bir terör dalgasına dönüştü. 1865 yılında Tennessee’de kurulan Ku Klux Klan başta olmak üzere beyazların kurduğu Beyaz Kamelya Şövalyeleri gibi terör örgütleri, siyah liderleri, Cumhuriyetçi Partili politikacıları kaçırıp öldürmeye başladı. Amaçları, siyah seçmenleri ve onların oy verdikleri Cumhuriyetçi adayları terörle korkutup sandıklardan uzak tutmaktı. Önlerindeki tek engel ise yeniden yapılanma yasalarının uygulanmasını takiple görevli federal askeri birliklerdi.
1870’lerde nihayet bundan kurtulmanın fırsatı önlerine gelecekti. Kuzey eyaletlerinde, “köleleri özgürleştirdik, onlar için daha yapacak bir şey yok” görüşü ağırlık kazanırken, yenilmiş güneye hukuk ve eşitliği askeri güçle uygulama politikasına ilgi ve destek de erimeye başlamıştı. Cumhuriyetçilerin, 1876’da reformların uygulanmasını takiple görevli federal birlikleri güney eyaletlerinden çekmesi ile Yeniden Yapılanma Devrimi de sona erdi. Güneydeki dört milyon siyahın tamamı ırkçı beyazların insafına terk edildi.
Kölelikten kurtulan siyahların ikinci sınıf vatandaş haline gelmesi
Güney eyaletleri art arda yasalarını değiştirmeye başladılar. Siyahların oy kullanmasını artık açıktan yasaklayamazlardı. Oy kullanabilmek için tamamı yoksullardan oluşan siyahların ödemesi imkânsız ‘kafa vergisi’ ve ‘okur yazarlık testi’ gibi kriterler getirdiler. Siyahların en fazla yüzde 5’inin oy kullanabildiği bu ortamda bütün güney tamamen Demokratik Partinin kontrolüne geçti. Güneyin, “Yekpare Güney (Solid South)’ diye tanımlanacağı dönem başladı.
Mahkeme jürileri, seçmen havuzundan seçildiği için ve seçmenler içinde neredeyse hiç siyah kalmadığı için bu dönem boyunca bütün Güney eyaletlerinde mahkemeler tamamen beyaz jürilerden oluştu. Bu ırkçı jüriler, yerel linç çetelerini, ırkçı ve katil şerifleri her türlü cinayetlerinde akladılar.
Siyahlar kamusal yaşamdan tamamen dışlandılar. Güney eyaletlerinde ‘Jim Crow Dönemi’ diye anılan ve siyahlarla beyazların, aynı okullara gidemediği, aynı restoranlarda yemek yiyemediği, trenlerde aynı vagonlarda, otobüslerde aynı koltuklarda seyahat edemediği, araç trafiğinde bile içinde beyaz olan otomobillerin geçiş üstünlüğüne sahip olacağı bir dönem başladı. O günlerde ABD Yüksek Mahkemesi de “ayrı ama eşit” diye anılan ve bugün utançla anılan içtihadında, “herkese hizmet sağlandığı sürece bu hizmetin farklı ırksal gruplara farklı yerlerde yapılması anayasaya aykırı değil” hükmü oluşturarak bu ırkçılığa yasal koruma getirecekti.
Siyahların nüfus sayımına ‘tam insan’ olarak dahil edilmesiyle Güney eyaletlerinin ABD Temsilciler Meclisinde milletvekili sayıları artmıştı. Ne var ki siyahların oy kullanamaması nedeniyle bu milletvekillerinin tamamının ırkçı beyazlardan oluşması ile Demokrat Parti ABD Kongresinde etkili bir güce dönüştü.
Güney’de beyaz ırkçılarca yeniden toparlanıp organize olan Demokratik Parti, New York gibi bazı kuzey şehirlerinde de güç kazanmaya başlayacaktı. Bunda İç Savaştan sonra uzunca bir süre iktidar tekeli olan Cumhuriyetçi Partinin, tek parti olmanın doğal sonucu olarak yolsuzluklara boğulması, ganimet sisteminin yarattığı küskün ordusunun büyümesi gibi sebepler rol oynadı. Ama en önemli neden, kuzey kentlerine yönelik başta İrlanda ve Almanya olmak üzere Avrupa kıtasından Katolik göçmen akınıydı. Demokratik Parti, Katolik göçmenleri, siyahlara karşı dengeleyici bir oy kitlesi olarak görüyordu. Demokratik Partililer, gemilerle gelen göçmenlerin vatandaşlık işlemlerini takip ediyor ve kendilerine seçmen yapıyordu.
İki ayrı dönemde başkanlık yapan tek başkan
1884’te ABD’nin 22. Başkanı seçilen New York Eyalet Valisi Grover Cleveland, İç Savaştan beri başkanlığı kazanan ilk Demokrat oldu. 1888 seçiminde ikinci dönemi için yeniden seçilemese de Cleveland pes etmeyecek ve 1892’de yeniden aday olup ABD’nin 24. Başkanı da olacaktı. Başkan Cleveland, ABD tarihinde birbirinin devamı olmayan iki dönemde başkanlık yapan tek başkan kalmaya devam ediyor. ABD’nin 45. Başkanı Trump’ın, bu yıl 47. Başkan olmak için yeniden aday olmasıyla Cleveland, bu yıl ülkede hakkında en fazla kitap ve makale yayınlanan eski başkan haline gelecekti.
19. Yüzyılın son çeyreğinde kuzey kentlerinde bir diğer radikal zihniyet değişimini ise iş dünyası yaşıyordu. Kamu yatırımları, sanayi teşviği, korumacı gümrük duvarı gibi Hamiltonyan politikaları kuşaklar boyunca destekleyen başta demiryolu hatları sahibi kuzeyli sanayiciler, yatırımcılar, fabrikatörler, devlete ihtiyaçları kalmayacak kadar zenginleşmişlerdi. Artık devletin denetim kurallarının ve bürokratik kollarının üzerlerinden kalkmasını istiyorlardı. Dolayısıyla, 20. Yüzyıla yaklaşılırken ABD tarihinde ilk kez sanayici, fabrikacı, yatırımcı iş dünyası, kuşaklardır Demokratların savunduğu ‘küçük federal devlet’ anlayışına sempati duymaya başlıyordu.
Öte yandan, güney ve Batı eyaletlerindeki çiftçiler, üreticiler ve sanayi kentlerinde hızla büyüyen işçi sınıfı ise, devletin ekonomiye daha müdahil olmasını talep etmeye başladı. Başta demiryolları olmak üzere ekonominin tekellerin kontrolüne girmesine, politik yolsuzluklara tepkiler, hızlanan sanayileşme ile sayısı iyice artmış işçi kesiminin ücret ve çalışma koşulları talepleri partilerin pozisyonunda çok daha büyük bir değişimi besliyordu. Her iki partinin de bu taleplerin sesi olma mücadelesine girmesi politik ayrışmayı ilericilik yarışına dönüştürecekti.
Terakkiperver partiler çağı
19. Yüzyıl son çeyreğinde parti ağalarına ve ganimet sistemine karşı yükselen tepki, çalışma hayatında kötü çalışma koşullarına ve haksız düşük maaşlara yükselen toplumsal tepki ile birleşince her iki partiyi de bu olumsuzluklarla mücadeleyi önceleyen ilerici politikaları savunmaya sevk etti. Orta sınıfın oluşmaya başladığı 1890’lar ABD’de ‘Terakki Çağı (Progressive Era)’ diye anılan sürecin de başlangıcı oldu. Demokratik Partinin güçlenen İşçi Sendikaları ile ittifaklar kurması, bu partinin, bugünkü anlama yakın şekilde solcu parti kimliği kazanmasında ilk adım olacaktı.
Bununla beraber bu çağın en etkili başkanı 1900’de seçilen Cumhuriyetçi Partili Theodor Roosevelt olacaktı. Tekelleri ve monopolleri yasaklayan yasalar onun zamanında Kongre’den geçecekti. 1912’de Cumhuriyetçi Partinin iki aday arasında bölünmesi ise Demokrat Partililere İç Savaştan sonra ikinci kez ABD başkanlığını (Woodrow Wilson) kazanma şansı verdi.
İlerici politikaların savunucusu olarak başkan olan Wilson’un Birinci Dünya Savaşının başlamasından sonra, beyaz ırkçısı, göçmen karşıtı, komünist cadı avına yol açan paranoyak politikaları, onu ve partisini gözden düşürürken, terakki politikalarına karşı bir dalgayı da besledi.
Kadınların da ilk kez oy kullanabildiği 1920 seçiminde Cumhuriyetçi Parti, yüzde 26 gibi rekor bir oy oranı farkıyla yeniden Beyaz Saray’ı aldı. 1923 yılında başkanken ölecek Warren Harding’in ve yerine başkan olan yardımcısı Calvin Coolidge’in dokuz yıllık dönemi, ABD’de ekonomik, sosyal ve kültürel iyimserliğin oldukça yükseldiği bir dönem olacaktı. Altı yıldır başkan olan Coolidge, 1928’de yeniden aday olması gündeme geldiğinde, “Aday olursam 10 yıl süreyle başkanlık yapmış olacağım. Benden önce bunu yapan olmadı. Bir sebepten dolayı. Bu bir kişinin başkanlık yapması için çok uzun bir süre” diyerek yeniden aday olmadı.
Büyük Buhran, Demokratların önünü açtı
Cumhuriyetçi Partinin Coolidge’in yerine aday gösterdiği Herbert Hoover, Demokrat Partinin ve ABD’nin ilk Katolik başkan adayı Al Smith’i yenerek 1929’da göreve başladığında her şey normal görünüyordu. Kendisinin de kabinelerinde bakan olarak görev yaptığı Cumhuriyetçi seleflerinin, piyasalar ve şirketler üzerinde sıfır denetim politikaları, 10 yıl boyunca piyasa balonlarının şişmesine, emlaktan hisse senetlerine kadar her şeyin gerçek değerinin çok üzerine çıkmasına neden olmuştu. Hoover da selefi iki başkan gibi ekonomistlerin ‘balon patlamak üzere’ uyarısını dikkate almadı.
29 Ekim 1929 günü piyasalarda panik başladığında bile Hoover bunu geçici bir kriz gibi görüyordu. İki yıl boyunca federal hükümet olarak krize müdahil olmama politikası izledi. “Herkes kendi başının çaresine bakmakla sorumlu” çizgisinde bir bireycilik ile “yapılması gereken bir şey varsa bile eyaletler yetkili” çizgisinde bir federalizmden oluşan işlevsiz bir noktada durdu. Yoksullara ve işsizlere sosyal yardım programlarını ‘kolektivizm’ diyerek reddetti.
Her geçen gün büyüyen işsiz ve evsiz ordusu artık görmezden gelinemez boyuta gelince de çözüm olarak “Meksikalıları kitlesel şekilde sınır dışı etme politikası” ile çözüm bulmaya yeltendi. ABD’nin güney eyaletlerinde yüzyıllardır yaşayan, çoğu Amerikan vatandaşı yaklaşık 1 milyon Meksikalı, kitlesel şekilde Meksika’ya sürüldü. Hoover’a göre bu Amerikalılar için oldukça büyük bir istihdam ve barınma alanı açacaktı. Ne var ki Amerikalılar, Meksikalıların yaşadığı yerlerde yaşamaya, çalıştıkları işlerde çalışmaya çok hevesli değildi.
Bu ırkçı başkanının bir diğer politikası ise Lincoln’un partisinin görünür kademelerindeki siyahları görevlerinden alması oldu. “Lily-White” denilen bu “beyazlaştırma” stratejisiyle Cumhuriyetçi Partinin, ırkçı Güney’deki albenisini yükselteceğini ve hala seçimi kazanabileceğini umuyordu.
Hoover, sonradan ‘Büyük Buhran’ diye anılacak ve kuşaklar boyunca unutulmayacak ekonomik krizin Amerikan politikasının bütün dengelerini değiştirmekte olduğunu ancak başkanlığının son yılında 1932’de anlayacaktı ama artık çok geçti.
1932 seçimini Demokrat Partili New York Valisi Franklin D. Roosevelt ezici bir farkla kazandı. Sadece 1932’yi değil sonraki üç başkanlık seçimini daha aynı isim kazanacaktı. Cumhuriyetçiler, İkinci Dünya Savaşı kahramanı Eisenhower’ın 1950’lerdeki iki dönemi hariç, 1968 yılına kadar bir daha başkanlık kazanamayacaktı.
En büyük koalisyonu kuran kazanır
Demokrat Partili Franklin D. Roosevelt, Demokrat Partililerin kuruldukları günden beri sahip oldukları ‘federal devlet, ekonomiye ve topluma fazla müdahil olmasın’ tavrını tamamen terk etti. Federal hükümeti o güne kadar görülmemiş bir çapta ekonomiye müdahil hale getiren ve ‘New Deal (Yeni Sözleşme)’ diye anılan ekonomik ve sosyal reform programına girişti. Sosyal güvenlik sistemi kuruldu. İşsizlik sigortası ve emeklilik sistemi ilk kez tesis edildi. Sendikaların güçlendirilmesi, toplu sözleşmelerin getirilmesi, üretimin artırılması, işsizliğin düşürülmesi, şirketlere ve finans pazarlarına regülasyon kurumları oluşturularak olası yeni krizlerin engellenmesi gibi birçok düzenlemeye gidildi.
Roosevelt’in bu politikaları, orta sınıf beyaz seçmenlerden, ilerici entelektüellere, batı eyaletlerindeki kovboy çiftçilerden, sanayi kentlerdeki sendikalı işçilere, göçmenlerden kentli Protestanlara kadar geniş bir yelpazeyi Demokrat Parti şemsiyesinde birleştirdi. Öyle ki artık kuzey şehirlerine göçmüş ve işçi olmuş siyahların bir bölümü bile vaktiyle köleliği korumak için kurulmuş Demokrat Partiye, sosyal yardım politikaları nedeniyle destek verecekti.
Demokratlar, hükümetin, sosyal ve ekonomik konularda merkezi ve güçlü rol oynaması gerektiğini savunan partiye dönüştükçe, Cumhuriyetçiler ise Demokratların 19. Yüzyıl boyunca savundukları ‘küçük devlet’ tezine savruldular. Lincoln’un başlattığı korumacı politikalar, Eisenhower döneminde tamamen terk edilecekti. Lincoln’un partisi 1950’lerde artık serbest ticaret ve serbest pazarın en büyük savunucusu olacaktı.
Güney eyaletlerini Cumhuriyetçilere hediye eden imza
İşçi ve yoksulların yaşamındaki iyileşmeye rağmen siyahların çoğunluğu vefa duygusunun eseri olarak hala Lincoln’un partisine, Yeni Sözleşme’nin Güney’deki ırkçı sosyal düzenlerini tehdit eden unsurlar da barındırmasına rağmen Güneylilerin çoğunluğu da Andrew Jackson’un partisine sadık kalmaya devam etti.
Bu iki ağır kitleyi yerlerinden kımıldatan sürecin işaret fişeği ise 1948 seçim kampanyasında atıldı. 1948 seçiminde Demokrat Partinin başkan adayı Harry Truman, ülke genelinde sivil hakların sağlanmasını vaat edince, Güneyli Demokratların bir kısmı kurultayı terkedecektiler. “Dixiecrats” diye anılan bu beyaz ırkçısı grup Alabama’da topladıkları kurultay ile “eyalet hakları” sloganıyla South Carolina’lı ırkçı senatör Strom Thurmond’u başkan adayı gösterecekti. İç Savaş’tan beri ilk kez 1848 seçiminde güneyin tamamı Demokrat adaya oy vermiyordu.
Öte yandan Truman’ın sivil haklar teklifi de yasalaşmakta başarısız olsa da siyahlar arasında Roosevelt döneminde başlayan Demokrat Parti ilgisini daha da yükseltti. Bu tektonik hareketlenme gittikçe büyüdü ve 1964 yılında atılacak bir imzanın yol açtığı sarsıntı ile güçlü bir siyasi fay hareketine dönüştü.
Demokrat Partili Başkan Lyndon Johnson’un ırk ayrımcılığını sona erdiren Sivil Haklar Yasası ile güneyde siyahların oy haklarını değişik kanun hileleriyle engelleyen mevzuatları yasaklayan Seçmen Hakları Yasasını imzalaması, güneyi, yani kurulduğu ve büyüdüğü coğrafyayı Demokrat Partiden kopardı.
Nitekim Texaslı Başkan Lyndon Johnson daha Sivil Haklar Yasasını imzaladığı günün akşamında siyasi danışmanı Bill Moyers’a, “Bugün attığım imza ile, güneyi, çok uzun bir zaman için Cumhuriyetçilere sunduk” diye hayıflanacaktı.
Abraham Lincoln’a duydukları vefadan dolayı 100 yıldır Cumhuriyetçilere oy veren siyahlar, 1960’lardaki Sivil Haklar reformları nedeniyle büyük ölçüde Demokrat Parti seçmenine dönüşürken, güneyli beyaz ırkçılar ise kuşaklar boyunca kimsenin ihtimal veremeyeceği bir şeyi yaparak Lincoln’un partisine oy vermeye başlıyordu.
1970’lerin başında Cumhuriyetçi Başkan Richard Nixon’un danışmanları, “siyahların oyunu almamıza imkân yok. Öyleyse, ‘bakın siyahlar, Demokrat Partiye oy veriyor’ diyerek güneyli beyazları kazanalım” mantığıyla “güney stratejisi” adını verdikleri bir strateji geliştirdi. Güneye açılma politikası güney eyaletlerini Cumhuriyetçi Partinin kalesine dönüştürmeye başladı. 1980’de Demokrat Başkan Jimmy Carter’ın memleketi Georgia dışında güneyin tamamı Cumhuriyetçi Parti adayı Reagan’a oy verecekti.
1960’ta 11 güney eyaletinin 22 senatörünün tamamı Demokratik Partiliydi. 1990’ların sonunda ise 1’i hariç hepsi Cumhuriyetçi Partiliydi.
Reagan’ın büyük sağcı koalisyonu
1960’lı yılların sosyal ve politik değişimleri, “muhafazakarlık – solculuk (liberal)” ayrımını politikanın ana ayrımı haline getirdi. Soğuk Savaş ikliminde, Vietnam Savaşı karşıtlığına, öğrenci hareketlerine, feministlerin ve eşcinsellerin eşitlik taleplerine reaksiyon olarak gelişen muhafazakâr dalga hızla büyüdü. New Deal ile başlayan sol tandanslı Amerikan koalisyonun sonu oldu bu.
Kentli Evanjeliklerin önemli bir kısmı Cumhuriyetçi Partiye kaydı. Keskin şekilde Sovyet karşıtı ve müdahaleci anlayışa sahip yeni muhafazakârlar da(neocon), Demokrat Partiden koparak Cumhuriyetçi Partiye geçtiler. Vergi yükü ve regülasyondan kurtulmak isteyen iş dünyası da bu safa katıldı. Koalisyonun en küçük ortağı ise, 1950’lerin sonuna kadar öncülük ettiği cadı avı ile “McCharty’cilik” deyiminin doğmasına neden olmuş Cumhuriyetçi Senatör McCharty’nin izinden gidenlerin kurduğu Birch Cemiyeti, yani “ülkemiz gizli komünistlerin işgali altında” paranoyası ekibiydi. Partinin zihniyet evreninde hızla etkinlik kazanmaya başlayacak bu ırkçı ve paranoyak damar 40 yıl sonra MAGA hareketi adı altında bütün partinin sahibi olacaktı.
Ronald Reagan, 1980 Temmuz ayında partinin adaylığını kazandıktan hemen sonra ilk ziyaretini Mississippi eyaletinin Philadelphia kasabasına yapacaktı. 16 yıl önce üç sivil haklar aktivistinin ırkçı klan çetesi tarafından öldürülmesiyle ülkenin gündemine yerleşmiş, ‘Mississippi Yanıyor’ gibi ödüllü filmlere konu olmuş kasabaydı bu. Reagan, burada, “ben eyalet haklarından yanayım” diye konuşacaktı. İş Savaş sırasında kölelik yanlısı Konfederasyon tarafının ve o günden sonra da beyaz ırkçısı Demokrat Partinin, beyaz ırkçılığını meşrulaştırmak için sarıldıkları en önemli gerekçeydi bu.
Reagan ertesi hafta da bir başka beyaz ırkçısı, marjinal Evanjelik lider Jerry Falwell ile ittifak kurarak onu da ana akıma taşıyacaktı. Ağustos ayında Dallas’ta 4500 Evanjelik vaizin de aralarında olduğu onbinlerce Evanjelik Hristiyana hitap ederek, laiklik ve sosyal eşitlik karşıtı bu eğilimi de koalisyonuna dahil edecekti.
Dindar bir Evanjelik olan Demokrat Partili ABD Başkanı Jimmy Carter, Reagan’ın güneyli ırkçıları ve dinci fanatikleri kucaklamasının ülkeye bedelinin ağır olacağı uyarısı yapacaktı ama o günlerde siyasi medya, Carter’ın belli zihniyetlere meşruluk alanı açmama uyarılarını, halkın bir bölümünü ve dini aşağılama olarak sunacaktı.
Cumhuriyetçi Parti, sonraki çeyrek yüzyıl boyunca “dinsizlere, gayri-Amerikalılara (beyaz olmayanlar), komünistlere ve eşcinsellere karşı cihadın” partisine dönüştü. Büyük ve kozmopolit kentler ile nüfusu büyük eyaletlerde eridi. Sadece muhafazakâr beyazların partisine dönüşmeye başladı. Ne var ki çoğunluğun hala muhafazakâr beyazlardan oluştuğu 1980’ler Amerika’sında bunu bir sorun olarak görmedi.
Demokrat Parti ise, öğrenci hareketlerinin, yeni sosyal adalet taleplerinin, sosyal değişimin ve çoğulculuğun partisi olmaya başladı. Eğitim düzeyleri ve dünya bilgisi yüksek, çoğulcu nüfusa sahip sahil eyaletlerinin, kozmopolit kentlerin, üniversitelerin partisi haline gelirken, büyük kentlerde yaşayan siyahların ve göçmenlerin de desteğini aldı.
Amerikan toplumunun son yarım yüzyıldaki hızlı demografik ve kültürel değişimi, ‘herkesin partisi’ olma eğilimine girmiş Demokratları, ‘beyaz Amerikalıların partisi’ olma eğilimine girmiş Cumhuriyetçi Parti karşısında avantajlı konuma taşımaya başladı.
1992’den beri 8 başkanlık seçiminden sadece üçünü kazanabilen Cumhuriyetçi Parti bunlardan da sadece birinde, 2004 seçiminde çoğunluk oyunu kazanabildi.
Köleliği korumak için kurulmuş parti ilk siyah başkanı çıkardı
Köleliği korumak için ırkçı beyazlarca kurulmuş Demokratik Parti, kuruluşundan 180 yıl sonra 2008 yılında ABD’nin ilk siyah başkanının partisi oldu. 15 milyon genç seçmenin sandığa gitmesi ve beyazlar aleyhine değişen demografi ile Obama’nın seçilmesi, beyaz taşra eyaletlerinde travmatik etkiye yol açtı.
Sağcı Amerikan evrenini etkisi altına almış komplocu zihniyet bu kez Çay Partisi adıyla, sözde ekonomik politikalara karşı görünen ama özünde ırkçı bir hareket olarak Cumhuriyetçi Parti tabanında hızla yükseldi. Bu grubun takip ettiğim bir mitinginde iki büyük şaşkınlık yaşamıştım. Birincisi “Obama emirlerini Rothschilds ailesinden alıyor” pankartıydı. Diğeri ise İç Savaşta ırkçı güneyin bayrağı olan Konfederasyon bayraklarıydı. 18. Yüzyıl Amerikalıların giydiği elbiseleri kostüm olarak giyip, ‘ırkçılık-dincilik-milliyetçilik’ karışımı garip söylemleri dillendiriyorlardı. Obama Kenya’da doğmuştu ve bir Müslümandı. Aynı zamanda bir Marksistti. Küresel güçlerin Amerika’yı Müslümanlaştırma ve komünistleştirme projesinin truva atıydı. Sarah Palin ve Michele Bachmann gibi bu hareketin yıldızları, Obama’nın Nüfus Dairesi’nin veri tabanında gizli bir çalışma başlatarak, toplama kamplarına tıkacağı milyonlarca beyaz Amerikalının listesini oluşturduğu yalanını bile dile getirebildiler.
O dönemin Cumhuriyetçi Partili Kongre liderleri ise tıpkı Reagan gibi bu aşırı uçları toleransla karşıladı ve sahip çıktı. Günün birinde rasyonaliteden kopuk bu paranoyak ve ırkçı dalganın duygularına tercüman olacak bir ismin peşine takılarak, kendilerini partinin kapısına bırakacağına o günlerde ihtimal vermiyorlardı.
Nitekim 2012’de Obama’nın yeniden kazanması, bu beyaz ırkçısı taban hareketi ile Cumhuriyetçi Partinin elitleri arasındaki bütün duygusal bağları kopardı.
Donald Trump, 2015 yılında adaylığını açıkladığında haber ajansları bile bunu, politika haberi olarak değil, magazinel bir eğlence haberi gibi servis edecektiler. Entelektüel açıdan son derece sığ, iş yaşamı şaibelerle iflaslarla, özel hayatı skandallarla dolu, cinsiyetçi ve ırkçı bir TV şovmeninin ülkenin başkan adayı olabileceğine kimse inanmıyordu. Ama, Trump, Cumhuriyetçi Partinin elitlerine hakaret ettikçe önseçimleri kolayca kazandı ve ardından, rakibi Hillary Clinton’dan ülke genelinde 2 milyon oy daha az almasına rağmen ‘Electoral College’ sisteminin azizliğiyle 2016’da ABD Başkanı seçildi.
İlk siyah başkandan sonra en beyaz ırkçısı başkan
ABD, ülkenin ilk siyah başkanının hemen ardından, 20. yüzyılda açık ara en beyaz ırkçısı başkanı seçmişti. Ama asıl ironi bu değildi. Beyaz ırkçısı ve kölelik yanlısı Andrew Jackson’un kurucu lideri olduğu Demokrat Partiden seçilen ülkenin ilk siyah başkanı, görevini, Lincoln’un köleliği yasaklamak için kurduğu Cumhuriyetçi Partinin, Lincoln’u küçümseyen ve favori başkanının ‘Andrew Jackson’ olduğunu söyleyen beyaz ırkçısı adayı Donald Trump’a devrediyordu. Abraham Lincoln ve Andrew Jackson’u mezarında, siyasi analistleri analizlerinde ters döndüren bir eksen kaymasıydı bu. Peki bu nasıl mümkün olabilmişti?
Ön seçimler demagoglara gücün kapısını araladı
ABD’nin George Washington’u başkan seçmesi ile Donald Trump’ı başkan seçmesi arasında geçen süre 227 yıl. Arada başkanlık yapmış 42 kişinin hepsi lider karizmasına sahip değildi. Hatta çoğu vasattı. Ama hiçbiri Trump düzeyinde kifayetsiz değildi. Bunun nedeni, geçmişteki Amerikalıların daha bilinçli seçmen olması değil, geçmişte parti yapı ve filtrelerinin daha güçlü olmasıydı.
Amerikan siyasi tarihinin büyük bölümünde parti, her zaman adaydan daha güçlüydü. Bir kişinin başkan adayı olabilmesi, partiyi yöneten elit kadroların ve parti mekanizmalarının da onayından geçiyordu. Partilerin başkan adaylarını başkanlık kurultayında seçtikleri 1972 yılına kadar böyleydi. Ön seçimlerin ise 1972’den önce güzellik yarışması veya anketten pek farkı yoktu. Ki zaten bu yüzden 20. Yüzyılın çoğunda sadece 10 kadar eyalet önseçim yapma zahmetine katlanıyordu. Partilerin adayının kim olacağına parti kurultayında parti delegeleri, yani nihayetinde onları yönlendiren parti elitleri karar veriyordu. Ta ki 1968 yılında Demokratların benzeri görülmemiş bir kaos yaşamasına kadar…
Lyndon Johnson’un 1968’de yeniden aday olmaması nedeniyle Demokrat Partide başlayan önseçim yarışı, Vietnam Savaşı konusunda bir referanduma dönüştü. Parti liderlerinin kurultayda, 68 gençlik hareketinin desteklediği ve eyaletlerdeki ön seçimlerde önde çıkan savaş karşıtı Eugene McCharty yerine, tek bir ön seçim başarısı bile olmayan Hubert Humphrey’i aday göstermesi kurultayın yapıldığı Chicago’da dev protestolara neden oldu. Demokrat Partinin ‘Orta Batı’ bölgesindeki yerel ağası gibi olan Chicago Belediye Başkanı Richard Daley’in emrindeki polisleri kullanarak protestoculara şiddet uygulaması ve sert müdahalesi Chicago’yu günlerce savaş alanına çevirecek, bütün Amerika, Chicago polisinin gençlere karşı şiddetini televizyonlardan izleyecekti.
Taban desteğini kaybeden Humphrey’in Nixon’a ağır şekilde yenilmesi Demokrat Parti yöneticilerini bir sonraki seçimde tabanlarıyla barışma yolları aramaya sevk edecekti. Mecbur kalınan çözüm ise bugün de uygulanan ön seçim sistemi oldu. Yani adayların ön seçim sandığında kazandıkları eyaletlerin kurultaya gönderecekleri delegelerin, eyaleti sandıkta kazanmış adaya oy vermek zorunda olduğu sistem.
İsteyen herkesin de seçmen olarak katılmasına açık ön seçimler kimin aday olacağında tek belirleyici hale geldi böylece. Partinin eski bakanlar, Kongre üyeleri, eyalet valilerinden oluşan elit delegeleri, sadece hiçbir aday ilk turda salt çoğunluğa ulaşamazsa oy kullanabilecekti artık. Cumhuriyetçiler de rakiplerinden daha az demokratik görünmemek için benzeri bir yöntemi benimsemek zorunda kaldılar.
ABD işte bu yüzden, 1972 yılında beri, dünyada, siyasi partilerin, başkanlık seçimi başta olmak üzere tüm seçimlerde partinin adaylarının belirlenmesini tamamen seçmenlerine bıraktığı tek demokrasi konumunda. Bu son derece demokratik tavrın ciddi bir zaafı vardı: Genel seçimde oy kullanacak herkes ön seçimlerde oy kullanmıyordu.
Ama partiler 1970’lerde bunun nasıl ciddi bir sorun olduğunun henüz farkında değildiler. Her iki partinin de ön seçimlerinde sadece organize hareket eden ve ön seçimlere yüksek katılım sağlayan aşırı gruplar ağırlık kazanmaya başladı. Dolayısıyla aday adayları, ortalama seçmene hitap edecek söylem ve politikalar yerine partini aşırı uçlarına hitap edecek söylem ve politikaları seslendirmeye başladı. Amerika’ya ve sorunlarına hitap eden adaylar değil, bu aşırı kesimlere ve onların paranoyalarına hitap eden adaylar kazandı. Aşırılıklar ana akıma taşındıkça ülkedeki politik kutuplaşma da derinleşti. Nitelikli ve makul adayların önseçimlerde kazanması imkânsız hale gelirken, doğrudan kutuplaşmaya oynayan kifayetsiz kariyeristler için fırsat penceresi ardına kadar açıldı.
1990’lardan itibaren partizan haber kanallarının ve 2000’lerin başında sosyal medyanın etkisinin artması ile bu aşırı kitleyi peşine kolayca takabilecek kifayetsiz demagoglara da adaylık yolunu açacak süreç başladı. Trump, ırkçı beyazların özel ortamlarında konuşup, kamusal alanda dile getirmedikleri her aşağılamayı, nefret söylemini pervasızca kullanmaktan çekinmeyince bu kesimin gözdesi haline geldi. 2015-2016 ön seçim sürecinde Cumhuriyetçi Partili seçmenin, çoğunluğu ırkçılardan ve muhafazakarlardan oluşan yüzde 30’unun oy kullandığı önseçimlerde kolayca partinin adayı oldu.
“Parti Benim”
Cumhuriyetçi Parti, Trump’a karşı en ufak itiraz mekanizmasını bile kaybetmiş durumda. Birçok siyaset bilimciye göre partiden çok kült özelliklerine daha fazla sahip. Cumhuriyetçi Partinin ulusal teşkilat başkanlığına, yüz milyonlarca dolarlık bağışı yöneten koltuğa gelinini seçtirme cüretini rahatlıkla gösterdi ve hiçbir tepki almadı.
Trump, şahsından başka hiçbir şeye güvenmeyen sadık MAGA kitlesi ile parti ve tercihleri üzerinde benzeri görülmemiş bir diktaya sahip. Trump, parlamentoya “Devlet Benim” diye çıkışan Fransız Kral gibi, partiyi tamamen şahsından ibaret görüyor. Öyle ki takipçilerinde Cumhuriyetçi Partiye ve partinin tarihine olan bağlılığı da yok etti.
Bunun en çarpıcı göstergesine, partinin geçtiğimiz temmuz ayında Wisconsin’da yaptığı kurultayda tanık olduk. Parti tarihinde ilk defa bir kurultaya, geçmişteki Cumhuriyetçi Partili başkan veya başkan adaylarının tek biri bile katılmadı. Dahası, Trump’ın eski başkan yardımcısı Mike Pence başta olmak üzere kendi kabinesinin çoğunluğu da yoktu. Reagan, Baba Bush ve oğul Bush’un yönetimlerinde üst düzey görevler almış Cumhuriyetçiler yoktu. Partinin Trump’tan önceki iki başkan adayı McCain ve Mitt Romney’nin seçim kampanyalarını yöneten ekipler de yoktu.
Demokrat Parti ise, seçmen ve güç odağı çeşitliliği nedeniyle parti reflekslerini hala koruyor. Bunun en çarpıcı örneğine, parti mekanizmalarının ABD Başkanı Joe Biden’ı, ikinci dönemi için ön seçimlerde kazandığı adaylıktan, özellikle de başarısız münazara performansından sonra, çekilmeye zorlayabilmesinde ve başarmasında tanık olduk. Yine, Demokratların Chicago Kurultayında, Clinton çiftinden Obama’ya Al Gore’dan John Kerry’e, Nancy Pelosi’den Joe Biden’a kadar partinin bütün sembol isimleri konuşmacıydı. 100 yaşındaki Jimmy Carter bile mesajla katılacaktı kurultaya.
İki parti arasındaki tek fark bu yapı farkı değil. İki parti, ‘Amerika’ derken aynı şeyi kastetmiyor. Demokratlara göre Trump’ın ‘Amerika’sı, Cumhuriyetten ve demokrasiye keskin şekilde sapmak, geçmişin bütün günahlarına geri dönmek demek. Trump’a ve MAGA hareketine göre ise Demokratlar sadece oy değil, ülkeyi de gerçek sahiplerinden (beyaz Amerikalılar) çalmaya çalışıyor.
Lincoln’un ‘Bölünmüş Ev’ konuşmasından 186 yıl sonra Amerika bir kez daha sandık başına keskin şekilde bölünmüş olarak gidiyor. Seçimde kimin kazanacağı ve kimin Amerika’sının egemen olacağı belirsiz. Kesin olan ise İki Amerika’nın siyasi savaşının bitmekten hala uzak olduğu…