Bir ulusal güvenlik yasa paketi: Patriot Act
CEMAL TUNÇDEMİR
Follow @CemalTdemir
(11 Aralık 2014)
Dönemin ABD Başkanı George W. Bush, 11 Eylül 2001’deki terör saldırısının ardından ilk açıklamasında, “bu saldırı ülkemizin demokratik sisteminedir. Demokrasimizden nefret ediyorlar. Sistemimizi değiştirebileceklerini sanıyorlarsa yanılıyorlar.” dedi. O günlerde ağzını açan her yetkili, sürekli olarak “Amerikan demokrasisini yıkmaya çalışan iç ve dış düşmanlardan” bahsediyordu. Ancak bu söylemlere rağmen, ABD’de olağan bir dönemde asla söz konusu olamayacak birçok anti-demokratik düzenleme, Amerikan demokrasisini işte bu iç ve düşmanlardan korumak gerekçesiyle art arda yapılmaya başlandı. Ve nihayetinde Amerikan demokrasisi, onu ‘düşmanlarından koruma mücadelesinde’ adeta tanınmaz hale geldi. Zaten bir noktadan sonra Bush yönetimi de, artık baklayı ağzından çıkardı ve halkı, “tarihin kritik bir döneminde bu düşmanla savaşın, özgürlük, demokrasi ve insan hakları ile kazanılamayacağı” konusunda ikna etmeye bile girişti. ABD hızla bir güvenlik devletine dönüşmeye başladı. O günlerde Bush’un ağzından en fazla dökülen iki kavram, ‘özgürlük (freedom)’ ve ‘ulusal güvenlik (national security)’ kavramlarının sonraki 7 yılda en fazla duyacağımız iki kavram olacağını henüz bilmiyorduk.
11 Eylül terör saldırılarının yarattığı psikolojik travma ortamında, yönetime en masum sorgulama bile ‘vatan hainliği’ , ‘teröristlerle işbirliği’ gibi kolayca yaftalanıyordu. Ve Amerikan ana akım medyası sonradan art arda günah çıkaracağı kötü bir sınav verdi bu dönemde. Oysa Amerika’nın kurucu babalarından Benjamin Franklin, “Her vatandaşın ilk sorumluluğu devletini sorgulamaktır” diye bir öğütte bulunmuştu 200 yıl önce…
Şüphesiz bu sorgu ve uyarıyı az da olsa yerine getirenler de vardı. Örneğin Florida’da yayınlanan Daytona Beach News-Journal gazetesinin 2 Mart 2002 tarihli başyazısı…
“Ülke sevgisinin ve ülkeye sadakatin adeta bir sürü güdüsüne dönüştüğü” tespiti yapılan başyazıda şöyle denildi:
“Yoksa Başkan Bush’un bu savaş psikolojisi kartını çok iyi oynayarak, büyük şirketlerin vergi kesintisini ekonomik güvenlik (economic security), yandaş silah üreticisi firmalara yeni silah ve güvenlik hizmeti ihaleleri vermeyi ‘iç güvenlik (homeland security), ülkenin en kıymetli doğal arazilerini petrol şirketlerine açmayı “enerji güvenliği (energy security)” olarak sunabilmesini başka nasıl açıklayabiliriz. Ya, 11 Eylül’den beri, adeta bir cunta yönetimi gibi, Nixonian bir şekilde ülke güvenliği sırrı arkasına saklanarak Kongre’yi devre dışı bırakıp ülkeyi başkanlık kararlarıyla yönetmeye yeltenebilmesini başka nasıl açıklayabiliriz?”.
Devlet politikalarına karşı sağlam bir muhalefet olmadığı sürece demokrasinin kupkuru bir iddia olduğuna dikkat çekilen bu tarihi başyazı,“Bu birlik ve bütünlük değil. Bu vatanseverlik değil. Bu akıl tutulması” diye bitiyordu.
İronik olan bir başka şey ise çokça kullanılan ‘özgürlük’ kavramının sadece dış politikada kullanılmasıydı. Zavallı Irak halkının özgürlüğüydü kastedilen. Saddam, Irak halkının özgürlüğüne kast ediyordu. Irak halkı özgürleşmeliydi. Ama özgürlükler, Amerika için bir riskti. Amerika’nın içinde teröristlere ve demokrasi düşmanlarına karşı zaaf oluşturacak kadar fazla özgürlük olduğundan yakınıyorlardı. O yüzden de iç politika için en çok kullanılan kavram ‘ulusal güvenlik’ti.
Bazı Amerikalı gazetecilerin ‘Cheneyistler‘ dediği dar yönetim kadrosu, sürekli Irak’ın zalim diktatörlüğünden yakınıp, Irak’ta demokrasi ve hukukun olmayışına tepki gösteriyorlardı. Ama aynı kadronun Amerika’da kendisine en büyük ayak bağı gördüğü şey de demokrasi ve hukuktu. Amerikan mahkemelerini, Amerikan yargılama hukukunu ve demokratik teamülleri, “ülkenin güvenliğini riske sokan unsurlar” ilan edecek kadar ileri gidebilenleri oldu. Newsweek, 1960’lı yıllarda Vietnam Savaşı sırasında yazmış ama ben 11 Eylül sonrası çok net tanık oldum. Eğer, Amerikan Anayasasının temeli olan ve ilk 10 ek maddeden (Amendments) oluşan Haklar Bildirgesi (Bill of Rights), 2000’li yıllarda Amerikan Kongresine yasa tasarısı olarak gelseydi, bırakın bu sözde milliyetçi ve sağcı Amerikan Kongresinde kabul edilmeyi, alt komisyonlardan bile geçemezdi.
İşte politik bilim okutan her okulda ibret dersi olarak okutulması gerektiğini düşündüğüm ‘Patriot Act (Vatansever Yasası)’ adlı ‘’güvenlik yasa paketi’’ böylesi bir ortam ve zihniyetin ürünü. Yasaya, baş harfleri bir araya geldiğinde oluşacak kısaltmasıyla, karşı çıkanın vatanseverliği hakkında şüpheye düşürecek PATRIOT (vatansever) ismini oluştursun diye ‘’Provide Appropriate Tools Required to Intercept and Obstruct Terrorism (Terörizme Müdahale ve Engellemek için Gerekli Uygun Araçların Sağlanması)’’ gibi çetrefilli bir ad bile verildi. Senato versiyonu ise baş harfleriyle USA kelimesini oluştursun diye “Uniting and Strengthening America (Amerika’yı Bir ve Güçlü Yapma)” diye adlandırıldı. Böylece yasa Kongre’nin her iki kanadından da geçtiğinde adının kısaltması ‘USA PATRIOT (ABD Vatanseveri)’ olmuştu. Bugün için çocukça görünebilir ama Fransa, Irak’a savaş kararını eleştirdi diye, Amerika’da patates kızartması için yaklaşık 200 yıldır kullanılan ‘french fries (Fransız kızartması)’ adını ‘freedom fries (özgürlük kızartması)’ diye değiştiren insanlardı bunlar…
‘Vatansever’ hukuksuzluğun başlangıcı
11 Eylül 2001 günü Dünya Ticaret Merkezi’nin ikiz gökdelenlerine yönelik terör saldırısının şokunu derinden yaşayan ABD, saldırıdan tam 7 gün sonra 18 Eylül sabahı, bu kez önemli adreslere gönderilen şarbon tozu zarflarıyla sarsıldı. Bir kaç gün boyunca, Kongre üyeleri ve medya organlarına gönderilen şarbon tozları, 5 kişinin ölümüne yol açtı. Bir yandan terörist saldırılar bir yandan şarbon ABD’de toplumsal paranoya ve paniği daha da derinleştirdi. İşte bu ortamda kimsede Kongre’ye sessiz sedasız gelen bir terörle mücadele yasasını okuyup tartışacak mecal bile kalmamıştı.
Amerikan Anayasası’na açık aykırılığını, bırakın Anayasa Mahkemesi yargıçlarını sokaktaki insanın bile görebileceği “Vatansever Yasası” adı altındaki yasa tasarısı 2 Ekim 2001 gecesi ABD Kongresine sunuldu. Senato çoğunluk lideri olan Demokrat Partili senatör Tom Daschle da (bir kaç gün sonra şarbon zarfının hedefi olacaktı), tasarıyı görüşecek Senato adalet komisyonunun başkanı Patrick Leahy de (bir kaç gün sonra ona da şarbon zarfı gönderilecekti)’ tasarının aceleye getirilmesine karşıydı. Cheney ve çetesinin ağır baskısı altında kaldılar. Sonraki günlerde Beyaz Saray’dan, Kongre binasına kadar bir çok yerde şarbon zarfları veya alarmı art arda geldi. 24 Ekim 2001 günü, Cumhuriyetçi çoğunluklu Temsilciler Meclisi ‘özgürlük ve güvenlik paketi’ dedikleri USA PATRIOT Act adlı bu terörle mücadele yasasını geçirdi. Ama, Alaska’nın yasak doğal alanlarında varlığı bilinen petrol rezerv kuyularından 25 milyar dolarlık kısmının işletime açılmasından, Wall Street bankalarına ve dev şirketlere vergi indirimi kıyağına kadar bir çok unsurun da bu vatansever ‘güvenlik ve özgürlük’ yasa paketinin içine bir şekilde sıkıştırıldığı çok sonradan anlaşılacaktı. Bir gecede ‘güvenlik’ gerekçesiyle her türlü suistimale zemin hazırlayan bir çok madde torba bir yasaya konmuştu.
Vatanseverlik Yasası, Amerikan istihbarat ve güvenlik birimlerine, Amerikan vatandaşı olmayanları süresiz gözaltında tutma yetkisi, şüphelendikleri Amerikan vatandaşlarının ev ve işyerlerine izinsiz girme yetkisi, FBI’a mahkeme kararı olmaksızın e-mail, telefon ve her türlü iletişimi dinleme kayıt yetkisi gibi, kişisel mali bilgilere ulaşım yetkisi veriyordu. Güvenlik birimleri, makul şüpheye sahip oldukları her kişinin kütüphaneden kiraladığı kitapların listesine bile sahip olacaktı. Kütüphaneden kiralanan kitaplar listesine devletin bakabilmesi ve bunun olacağının kamuoyuna duyurulması basit bir detay değil. Anayasal ifade özgürlüğünün açık ihlalidir. Çünkü, eğer bu listeye ulaşılabiliyorsa bir çok kişi devletin kayıtlarına geçmemek için ‘sakıncalı’ olabilecek kitapları kütüphanelerden kiralamıyor veya kitapçılardan kredi kartıyla bu kitapları satın almıyor. Yani bu, örtülü bir sansürden başka bir şey değildi.
Eski bir FBI ajanı da olan Amerikan Sivil Özgürlükler Birliği üyesi Michael German bu terörle mücadele yasasının, terörle gerçek mücadeleye aslında hiçbir katkısı olmadığına şöyle dikkat çekecekti:
“Bu yasanın gerçek suçluları soruşturmak araştırmak için güvenlik birimlerine fazladan verdiği hiç bir yeni katkı yok. Yasanın verdiği yetki, aslında hakkında hiçbir somut şüphe bile olmayan kişileri dinleme, takip, sorgulama yetkisi. Bu ciddi problem. Çünkü devlete, Amerika’da yaşayan herkesi izinsiz, dinleme, takip, gözaltı yetkisi veriyor”.
Böylesi bir ‘ulusal güvenlik’ yasasının bir ülkede demokrasiyi kökten çürüteceğini, ülkeyi itibarsızlaştıracağını bilmek için kahin olmak gerekmiyordu. Ama, Amerikan Senatosu’nun 100 üyesinden oylamaya katılan 99’undan sadece bir kişi, dönemin Wisconsin Senatörü Russ Feingold, bu yasa aleyhine oy kullandı. 2011’de senatörlüğü sona eren Feingold, bugün demokrasiden söz ederken başı dik olabilen tek isim. Oscar ödüllü belgeselci Michael Moore’un Fahrenheit 9/11 belgeselinde de çarpıcı bir detaya dikkat çekilir. Milletvekili ve senatörlerin nerdeyse tamamı, gece yarısı Kongre’den geçen yasanın metnini okumamıştı bile. Yasanın içeriği hakkında en ufak bir fikirleri bile yoktu. Moore, kiraladığı bir dondurma arabasının höparlörüyle yasa metnini okuyarak Kongre’nin etrafında dolaşarak bu milletvekillerini protesto etmişti.
Bu yasanın ABD yönetimi ile ABD mahkemelerini karşı karşıya getirmesi kaçınılmazdı. ABD mahkemeleri Bush yönetiminin kendilerine ağır suçlama ve eleştirilerine rağmen yasanın bir çok maddesini anayasaya aykırı buldu. Ancak ‘Vatanseverlik Yasası’ bazı önemli maddeleriyle hala yürürlükte ve hala Amerikan demokrasi üzerinde kara bir gölge gibi dolaşıyor.
Dahası, 29 Ekim 2014 günü Washington Post’ta, Radley Balko imzasıyla yayınlanan haberde de belirtildiği gibi Vatanseverlik Yasası’nın, güvenlik ve istihbarat birimlerine verdiği olağanüstü yetkilerin, ‘’ulusal güvenlik’’ alanları yerine neredeyse tamamıyla başka alanlarda kullanıldığını ortaya çıktı. Elektronik Öncüler Vakfı adlı sivil toplum kuruluşunun konunun peşine düşmesi çok çarpıcı bir gerçeği ortaya koymuştu. Mahkeme kararı olmadan ev basma ve arama kararları 2001 – 2003 yılları arasında sadece 47 kez kullanılırken bu rakam 2012’de 10 bini aşmıştı. 2013 yılında ise 11 bin 129 kez mahkeme kararı olmadan ev baskını yapılmıştı. Ve bunların tek bir tanesi bile bu yasanın çıkış gerekçesi olan ‘ulusal güvenlik’ şüphesi için değildi.
Radley Balko’nun da vurguladığı gibi şu gerçek bir kez daha ortaya çıktı:
‘’Ulusal güvenlik gerekçesiyle güvenlik birimlerine verilecek hukuku askıya alma yetkilerinin, istismarı ve ulusal güvenlikle hiç bir ilgisi olmayan alanlara kayması KAÇINILMAZDIR’’.
Bu yetkilere sahip olacak her hükümetin bu gücünü, muhalif medyaya, muhalif politikacılara, muhalif herkes aleyhine kullanmaması İMKANSIZDIR. Vatansever Yasası’nı görüşüldüğü günlerde buna dikkat çekenleri, yasanın destekçileri, ‘güvenlik birimlerine güvenmemek, sinik olmakla’’ suçluyorlardı. Ama bu itiraz güvenlik birimlerine güvenmemekle ilgili değil, asgari bir siyasi tarih bilgisine sahip olmakla ilgilidir.
Cheneyizm bugün, ‘ulusal güvenlik’, ‘vatan hainliği’, ‘milli tehditler’ gibi soyut söylemler üzerine kurulu, iktidar tekeli kurmayı amaçlayan, yolsuzluklara son derece açık bir yönetim tarzı olarak anılıyor. Petrol şirketlerine doğa katliamı pahasına sağlanan kıyaklara ‘enerji güvenliği’ dedi bu yönetim tarzı. Bankaları denetimden kaçırmaya ‘finansal güvenlik’ dediler. Irak Savaşı gibi son derece gereksiz bir savaş, ‘ulusal güvenlik’ ve ‘Irak halkına özgürlük’ paketinde sunuldu. İç politikada Amerikan tarihinde hiç olmadığı kadar hamasi, dinsel bir üslup kullanıldı. Cumhuriyetçi Partinin muhafazakar yoksul tabanı ise, kürtaj, silah taşıma hakkı gibi ‘kültür savaşı’ tartışmalarıyla meşgul edildi. Böylece toplumsal kutuplaşma sürekli diri tutuldu. Yönetimi eleştirip de doğrudan ‘terör’ kapsamına alınamayacak durumdaki muhalifler ise, ‘yabancı kültürlerin etkisindeki kentli elitler, marjinaller, yeterince milli olmayanlar’ olarak damgalandı. George W. Bush, Amerikan tarihinde dini motifleri konuşmalarında en çok kullanan başkan oldu. Basın toplantılarında kendisine ‘Irak’ın kimyasal silahları nerede?’, ‘Wall Street’teki kontrolsüz işleyiş ekonomiyi tehdit ediyor mu?’ diye soracak Helen Thomas gibi gazeteciler susturulurken, ‘Sayın başkan, bu çalışma enerjisini nasıl buluyorsunuz?’, ‘maneviyatınızı nasıl koruyorsunuz?’, ‘ne sıklıkla dua ediyorsunuz?’ diye soran ‘’embedded gazeteciler’’e söz verildi. Ve gerek uluslararası dünyada, gerekse ülke içinde, muhalefet eden herkese, ‘’Ya Bizimlesiniz ya da Teröristlerle’’ dayatması yapıldı.
Demokrat Partili yargıçların fişlenme skandalı, AP haber ajansı muhabirlerinin topluca dinlenmesi, yönetimin hedefi olan bazı gazetecilerin gizli kişisel bilgilerinin ortaya saçılmasıyla ilgili bir çok skandal yaşandı. 21’nci yüzyıla girilen günlerde ABD’de tutuklulara işkence yapıldığını ABD Kongresi belgeledi. Petrol şirketleri, üretimlerini azaltmalarına rağmen tarihlerinin en büyük karlarını yaşadı bu dönemde. Sokaktaki Amerikalı ise tarihinde ilk kez 1 galon benzine 5 doların üzerinde rekor ücret ödedi. Wall Street bankaları, kısa vadeli yüksek kar için göstere göstere riskli kredileri büyük ölçeklerde alıp satarak ülkeyi, 2008’de, 1929 Büyük Buhranı’ndan beri en büyük ekonomik krize sürükledi. Ve bu açık suçlarına rağmen cezalandırılmaları bir yana devletten yüz milyarlarca dolarlık kredi alarak kendilerini kurtarıp faturayı Amerikan halkına ödettiler. Dick Cheney ile, Rusmfeld ile irtibatlı şaibeli silah ve enerji firmalarının şaibeli iş ve iflasları, Irak ve Afganistan’ın dolaylı masraflarıyla trilyonlarca dolarla ifade edilen maliyetleri hep bu vatan-millet- Mississippi edebiyatıyla örtülmeye çalışıldı.
İşte bütün bunlar, terör ve güvenliği tehdit edecek durumlar için somut sınırları belli yasalar mevcutken, sınırları belirsiz muğlak bir ‘ulusal güvenlik paketi’yle her türlü istismara kapı açmakla başladı. Amerikalılar, ‘demokrasiyi ve kamu düzenini koruyacağız’ diye bağırarak gelen ‘ulusal güvenlik’ iddialı yasa tasarılarından şüphelenmeleri gerektiğini, ömürlerinin 10 yılını, hazinelerinin trilyonlarca dolarını, gençlerinin binlercesini feda ederek öğrenebildi. Ve bugün dünyanın gözü önünde günah çıkarıyorlar.
Oysa Kurucu Babaları, Benjamin Franklin, 200 yıl önceden onları uyarmıştı:
‘’Güvenlik endişesiyle özgürlüklerinden vazgeçenler ikisini de hak etmezler.’’
Follow @CemalTdemir