CEMAL TUNÇDEMİR
Follow @CemalTdemir
29 Aralık 2015
Cuma günü Hindistan Başbakanı Nerandra Modi’nin sürpriz şekilde Lahor’da Pakistan Başbakanı Navaz Şerif’e çay misafiri olup beraber onun doğum gününü kutlaması dünya medyasında en çok konuşulanlardan biriydi. İkilinin el ele fotoğrafı sosyal medyada günün en fazla paylaşılan fotoğraf oldu. Neden?
Eğer ‘Hindistan’ bölünmeseydi bugün dünyanın en kalabalık ülkesi olacaktı. Ancak, İngilizler çekilince, çoğunluğu Müslüman Pakistan ile çoğunluğu Hindu Hindistan ayrı yollardan gitme kararı aldı. Müslüman Pakistan da 1970’lerin başındaki çok kanlı bir savaştan sonra yeniden ikiye bölündü ve Doğu Pakistan, 1971’de bağımsızlığını ilan ederek Bangladeş adıyla ayrı bir devlete dönüştü.
Yani eğer, bugünkü Myanmmar ve Sri Lanka’yı katmasak bile, Britanya Hindistanının yerinde bugün toplam nüfusları 1,5 milyarı aşkın üç ülke var. Hindistan yaklaşık 1,3 milyarlık nüfusu ile dünyanın en kalabalık ikinci ülkesi. Yakın gelecekte dünyanın en kalabalık ülkesi olacak. Pakistan 190 milyonu aşkın nüfusu ile dünyanın en kalabalık 6’ncı ve Bangladeş yaklaşık 160 milyon nüfusu ile dünyanın en kalabalık 8’nci ülkesi.
Pakistan ve Hindistan’ın bağımsızlıklarını ilan etmelerinden hemen sonra her iki ülkede Müslümanlar, Hindular ve Sihler arasında çıkan isyan ve çatışmalarda yüzbinlerce kişi öldürüldü. Çok kısa bir sürede 12 milyondan fazla kişi karşılıklı göç etti ki insanlık tarihinin en kitlesel göçü olarak kayıtlara geçti. Bu trajik bölünme, iki ülkenin birkaç kuşağının bilinçaltında, devlet aklında kalıcı izler bıraktı. 60 yılı aşkın süredir devam eden tansiyon ve rekabet, Soğuk Savaş’ta ABD ve SSCB’nin coğrafyada etkinlik mücadelesiyle de birleşince, her iki ülkenin de nükleer silah sahibi olmasıyla sonuçlandı. Ve, halen dünyadaki bütün nükleer senaryolar içinde bir savaşta nükleer silah patlaması ihtimali en yüksek gerilim hattını Hindistan – Pakistan gerilim hattı oluşturuyor. Bu yüzden de, Pakistan – Hindistan ilişkisi, sadece demografik ve ekonomik ağırlığı açısından değil küresel güvenlik açısından da herkesin yakından izlediği bir ilişki.
Hindistan ve Pakistan, nüfuslarının önemli bir kısmı aynı etnik ve kültürel aileden gelen iki ülke. Beraber uzun süre İngiliz kolonisi olarak kaldılar. Ve iki devlet de birer gün ara ile kuruldu. 14-15 Ağustos 1947’de yola çıktılar. Yola çıkarken iki ülke de İngiliz yerel yönetim ve altyapı sistemine sahipti. İki ülkede de iyi eğitimli politik elitler ve geniş yoksul bir halk yığını vardı. Bağımsızlıklarını ilan ettikleri gün iki ülkenin de okur yazar oranı yüzde 15 civarındaydı. Bağımsızlıklarını ilan ettikleri gün iki ülkenin de karizmatik birer lideri (Nehru ve Cinnah) vardı. İki ülke de çok sayıda dilin konuşulduğu, yerel prenslikler görünümünde feodal ağaların kontrolünde bir sosyal yapıya sahipti. İki ülkenin de okyanusa kıyısı, önemli limanları, bereketli ovaları, dağları, çölleri, ırmakları vardı. İki ülke de İngiliz parlamenter sistemini taklit eden birer anayasal düzen kurdular. İki ülke de kriket sporunu dünyada herkesten fazla seviyordu.
Ancak bütün bu benzerliklere rağmen bu iki ülkenin 70 yıl sonra bugün vardıkları nokta müthiş farklı.
Hindistan, dünyanın en kalabalık demokrasisi ve demokratik sistemini kesintisiz işletiyor. İktidar düzenli olarak el değiştiriyor. Daha geçen yıl yapılan seçimde 800 milyondan fazla seçmen, adil ve eşit şartlarda bir seçimde oy kullandı ve yönetimi bir daha değiştirdi. Dini ve politik özgürlüğü garanti eden bir sistemi var. Dünyanın ilk 10 ekonomisi arasında. Firmaları küresel ekonomide kendine önemli bir yer kaptı ve her geçen gün etkinliklerini artırıyor. Dünyanın birçok büyük şirketini Hint kökenliler yönetiyor. 1.3 milyarı aşan nüfusun eğitim ve gelir ortalaması hızla yükseliyor. Yine Hindistan’ın şaşırtıcı bir hızla büyüyen bir uzay programı var ve 2014’te hem de ilk denemesinde Mars’ın yörüngesine uydu yerleştirmeyi başardı. ABD, Rusya, Avrupa Uzay Ajansından sonra Mars’ta uydusu dolaşan dördüncü ülke konumunda. Özellikle bilgisayar teknolojilerinde, yazılım eğitimlerinde, 3D üretim alanlarında geleceğe damga vuracak ciddi yatırımlar yapıyorlar. Kırsal kesimde daha tuvaleti olmayan köylerde bilgisayar eğitimi veren okullar kurslar açılıyor. Küresel internet medyasının en fazla ilgi gösterdiği ülkelerden biri. Her alanda öncü yatırımlara imza atma çabası var. Hala ciddi sorunlara sahip kadın hakları, yoksul hakları, azınlık hakları gibi alanlarında mücadele veren dinamik sivil toplum örgütlenmeleri var. Üretken bir kültür sanat dünyası var. Örneğin, Bollywood, film üretimi ve istihdam açılarından dünyanın en büyük sinema pazarı.
Hindistan’ın 130 milyondan fazla Müslüman yurttaşının çok büyük çoğunluğu ülkelerine bağlı ve gurur duyuyor. Hindu milliyetçiler ile Müslümanlar, Sihler arasında zaman zaman yaşanan gerilim ve çatışmalar, çok daha büyük çatışmaların temeli atılmadan çözülebiliyor. Hindistan sistemi, yüzlerce ayrı dil konuşan, onlarca farklı dine inanan, çoğu kırsal kesimde yaşayan 1 milyarı aşkın insanı bir şekilde bir arada tutmayı başarıyor. Daha aşması gereken çok sayıda sorunu da var şüphesiz ama bu sorunlarına çözüm üretebilme potansiyelini ve dinamiklerini etkin ve sağlıklı şekilde işletebiliyor.
Dünyanın en kalabalık 6’ncı ülkesi konumunda olan Pakistan ise demokrasiyi başından itibaren sağlıklı işletemedi. Politik tarihinin özeti 3 maddeden ibaret: Yolsuzluklar, darbeler ve her şey dudakları arasında olan tek adamlar. Bugün, yolsuzluklar, güç kimin elindeyse ona göre eğilip bükülen yargı sistemi, derin devletçilik oynayan istihbaratçıların generallerin hakimiyeti ve kendi iç çekişmeleri, rant ve yolsuzluk endeksli muhteris politikacıları, mezhep savaşları ile ve en önemlisi çok ağır bir terör girdabı içinde müflis devlet olmanın kıyısında dolaşıyor. Kürenin en önemli potansiyel kaos kaynaklarından biri olarak görülüyor.
Peki neden böyle oldu? Birbirine çok benzeyen ve bir gün arayla aynı şartlarda yola başlayan iki devlet nasıl bu kadar zıt sonuçlara ulaştı? Birçok neden sayılabilir. Ama, kendi adıma diyeyim, bana en içi boş gelen iddia, Pakistan’ın yolsuz politikacılarının, kudretli tek adamlarının pek sevdiği ‘dış düşmanlar ve içerideki hainler yüzünden’ iddiası. En ciddye aldığım neden ise Pakistan halkının ve sözde vatansever devlet aklının, hep kısa vadeli çıkarlarına bakarak demokrasi, şeffaflık ve hukuk devleti ilkesinin ülke için önemini hiçbir zaman kavrayamaması… Sosyal planda ise ötekinin hakkının korunmasının, kendi hakkının varlık garantisi olduğunu bir türlü öğrenelimemesi…
Bağımsızlığından sonra da Hindistan’ı ‘Ulusal Kongre Partisi’ yönetti. 1964’e kadar başbakanlık yapan Nehru saygın bir liderdi ama Cinnah gibi tek adam değildi. Kolayca partisinin bütün dizginlerini kendi eline alıp, diktatörlüğe yönelebileceği halde bunu yapmadı. ”Demokratik sistemden hiçbir şey için vazgeçmem” dedi. Hindu milliyetçilerin Müslümanlara taviz verdiği gerekçesiyle ihanetle suçlamalarına aldırış etmeden herkesin devletinin inşasına öncülük etti. Nehru’ya göre Hindistan’ın birlik ve beraberlik içinde yürümesinin tek bir şartı vardı: Demokratik bir ülke olması. Nehru, parlamenter demokrasiye verdiği önemle biliniyor. Parlamentodaki en sıkıcı oturumlara bile katılıp saatlerce parlamenterleri dinlemesi ve tartışmalara katılması, Parlamentoya verdiği önemin ve bu kuruma duyduğu saygının bir göstergesiydi. Bir defasında, ”demokrasi, oy vermekten ve seçimlerden daha derin bir şeydir” diyecek ve ekleyecekti: ”Muhaliflerinize, muarızlarınıza ve komşularınıza karşı düşünceleriniz, hareketleriniz ve üslubunuzdaki terbiye ile ilgili bir şeydir”. 2 Haziran 1950’de ise şöyle yazacaktı:
”Bu ülkede muhalefetten rahatsız olmuyorum. Muhalif grupların teoride ve pratikte büyümesini bir tehdit olarak görmüyorum. Hindistan’ın, milyonların bir Tek Adama ’emredersiniz’ dediği bir ülke olmasını istemiyorum. Güçlü muhalefeti olan bir ülke olmasını istiyorum”
Komünist Partililerin bazı şiddet eylemlerinden sonra partinin faaliyetlerinin yasaklanmasına karşı çıkması bundandı. Devlet görevlilerine, sadece şiddet eylemlerine karışanlara yasaların uygulanmasını bunun ötesinde sivil özgürlüklere saygı duymaları talimatı verecekti. Bağımsızlık ilanından sadece 4 yıl sonra ülkenin ilk seçimi yapıldı. 77 partinin katıldığı seçim, bütün partiler ve uluslararası gözlemcilerce adil, eşit şartlarda ve bağımsız bir seçim olarak görüldü. Kongre Partisi kazandı. Parti, oldukça sağlam ve kendini sürekli yenileyen bir yapıya sahipti. Bu yüzden de Nehru’nun ölmesinden sonra da bir kaos oluşmadı.
Müslümanların ise sadece lideri vardı. Bir anlayış, bir çizgi, demokratik ilkeler, kurumlar üzerine değil bir lider üzerine kuruluydu herşey. Bağımsızlıktan önce Müslüman Ligi ve ardından Pakistan, Cinnah’ın iki dudağı arasındaydı. Öldüğünde doğal olarak arkasında kaos bıraktı. Pakistan halkı Cinnah’tan sonra da demokratik bir hukuk düzeni arayışına gireceği yerde yeni bir kurtarıcı lider arayışına girdi. Anayasasını kabulünden sadece iki yıl sonra 1958’de ilk askeri darbe yaşandı. Pakistan halkı darbeyi coşkuyla kutladı. Çünkü artık güçlü bir liderleri daha vardı. General Eyüp Han ülkenin yeni sahibi oldu. Bütün ipler onun ellerindeydi. Ülkenin darbeden sonraki birkaç yıl kayda değer bir kalkınmaya sahne olması da halkta Eyüp Han’a bağlılığı daha da artırdı. Ancak, Eyüp Han rejimini de, dünyada, bağımsız hukukun denetiminden uzak otoriter rejimlerin istisnasız hepsinin kaçınılmaz menzili olan ‘keyfilik, yolsuzluk ve hukuksuzluk batağı‘na saplanmaktan kurtulamadı.
Hint demokrasisi daha baştan güçlü kurumlar oluşturdu. Ülkenin Yüksek Mahkemesi ve Yüksek Seçim Kurulu, Pakistan’daki muadillerinin fersah fersah ötesinde, iktidardan bağımsız bir yapıya sahip olageldi. Yargıya ve seçim sonuçlarına güven ise, sağlıklı demokrasinin çimentosu oldu. Pakistan, her seçimden sonra yoğun şaibe ve hile tartışmalarına sahne oluyor. Bu yüzden de halk, askeri darbeleri, demokrasiyi kesen eylemler olarak değil, kaosu bitiren eylemler olarak okudu hep. Hindistan ise, tarihinde bir kez ciddi darbe denemesi yaşadı. İronik şekilde Nehru’nun kızı Indira Gandhi eliyle. Babasının aksine şahsını Hindistan için vazgeçilmez gören Indira Gandhi, bu sapkın düşünceyle seçimde hile yapmaktan çekinmedi. Bağımsız mahkemenin, seçimde hile yaptığını tespit ederek ona politika yasağı getirmesi üzerine ise bu kararı tanımadı ve sıkı yönetim ilan etti. Muhalifleri ve rakiplerini tutuklatmaya başladı. Politik faaliyetleri yasakladı. Kendisini desteklemeyen medyaya ağır baskı uygulamaya başladı. Ancak, Pakistan halkının aksine Hindistan kamuoyu buna direndi. Indira Gandhi üzerinde müthiş bir baskı oluşturdu. Uluslararası kamuoyunun baskısı da eklenince Indira Gandhi geri adım atmak zorunda kaldı. Seçim kararı aldı. Seçimde Hint halkı onu devirdi. Bu darbe girişiminin boşa çıkarılması Hindistan’da demokratik seçim geleneğini pekiştirdi. Hindistan’da bugün politika ve seçimler oldukça ciddiye alınıyor. Ancak Pakistan’da halkın çok büyük bölümü politikayı ve seçimleri illüzyondan ibaret görüyor. Hiçbir şeyin değişmeyeceği duygusuyla oy kullanıyor.
Hindistan bugün 130 milyon civarında Müslüman yurttaşa sahip ve bu anlamda dünyanın en kalabalık üçüncü Müslüman ülkesi. Ancak, Pakistan’ın aksine Hindistan, çoğunluğun dini olan Hinduizmi ülkenin resmi dini yapmadı. Net bir şekilde laik devleti benimsedi. Bağımsızlığından itibaren sağlıklı bir yapı kuramayan ve özgüven sorunu yaşayan Pakistan devleti ise kifayetsizliğini dinle örtme kolaycılığına yöneldi. 1956’da anayasasına ‘devletin dini İslamdır’ ibaresi koyarak, devleti herkesin değil sünni çoğunluğun devleti yaptı. Ülkede önemli oranda Şii nüfusu, Ahmediler, Kadıyaniler gibi ana akım İslam dışında dini gruplar ve Hristiyanlar Sihler gibi gayrimüslim vatandaşları olmasına rağmen. Aslında 1956’daki Pakistan toplumu, solcuların,liberallerin, Şiilerin veya gayrimüslimlerin bomba veya kurşunla susturulduğu bugünkü Pakistan kadar radikal değildi. Ülkenin kurucu babası, Cinnah bile bir Şiiydi. Din Devleti olma kararı ile ülke yeni bir çok sorunun da temelini attı.
Pakistan, başından itibaren feodal ağaların etkili olduğu yapısını korudu. Hindistan ise daha bağımsızlığının hemen sonrasında uygulamaya başladığı toprak reformu ve geleneksel kast sistemine karşı başlattığı devlet mücadelesi ile sorunlarını tamamen sona erdiremese de nüfusun önemli bir kesiminin yaşamını değiştirdi. Eğitime çok büyük yatırımlar yapıldı. Pakistan’da bugün bile nüfusun yüzde 40’ından fazlası okuma yazma bilmiyor. Yoksulların çoğu için tek okuma yazma öğrenme yeri medreseler.
Tek adam Eyüp Han’ın 13 yıllık iktidarı 1971’de Zülfikar Ali Butto’nun iktidara gelmesi ile sona erdi. Ancak, demokrasi ve hukukun yerleşmediği düzende sivil yönetim de kısa sürede bir yolsuzluk ve başarısızlık öyküsüne dönüştü. Halk bir kez daha güçlü karizmatik bir lider arayışına girdi.
Çok geçmeden de aradığını buldu. 1977’de tek adam rejimi kuran Ziya-ül-Hak, 1979’da, Şeriat kanunlarına uymak gerekçesiyle ‘Hadler(Hudutlar)’ yasasını ilan etti. Kısmen İngiliz hukukundan esinlenilmiş ceza kanunları değiştirildi. Kırbaçlama, organ kesme, taşlanarak öldürme gibi cezalar getirildi. Zina suçunun kapsamı genişletildi, alkollü içki satışı içilmesi yasaklandı ve bunlara ağır cezalar getirildi. Toplum ve devlet yapısı daha da sığlaştı. Ziya ül Hak’tan sonra bir süre sivil hükümetler kuruldu ama hukuk devleti olmadığı için kısa sürede tamamı yolsuzluklar ve kabilecilik bataklığına saplanmaktan kurtulamadı. Ve ülke bir kez daha bu kez Pervez Müşerref ile tek adam rejimine hapsoldu. Kısır döngü sürdü.
Hindistan dış politikada tarafsız kaldı. Nehru, ülkesini Soğuk Savaş’ta tarafsız konumda tuttu. BM fikrinin ve yapılanmasının destekçisi oldu. Pasifizmi savundu. Hindistan, bağlantısızlar hareketinin motoru oldu.
Hindistan’ın aksine ordu, ilk günden itibaren Pakistan’da iç ve dış politikasının en etkili odağı olageldi. Onlar da ülkenin bütün dış politikasını, Hindistan’a karşıtlık üzerine kurdu. Ziya-ül-Hak’a kadar generaller belli ölçüde liberal bir anlayışa sahiptiler. Ziya-ül-Hak ordunun kurmay heyetinin zihniyet yapısını da radikal şekilde değiştirdi ve günümüz ölçüleri içinde oldukça radikal bir kurmay zihniyeti oluştu.
Tarihi, dünyayı, istihbarat örgütlerinin satrancından ibaretmiş gibi okuyan bu sorunlu devlet aklı, stratejik çıkarlar gerekçesiyle Afganistan’da Keşmir’de başta Taliban olmak üzere radikal bir çok silahlı örgütü destekledi. Pakistan uzun yıllar bu iddiaları reddetti. Pakistan’ın Afganistan’daki devlet dışı grupları desteklediğini belgeleyen bir BBC belgeselinden sonra Pakistanlı Dışişleri Bakanlığınca yapılan açıklamada, ‘’Pakistan’ın terörün en büyük mağdurlarından biri olduğu’’ belirtilerek, ‘’teröre 35 bin kurban vermiş bir ülke olarak terörü desteklemelerinin mümkün olamayacağı’’ söylendi. Tabii ki kimse inanmadı.
Pakistan istihbaratının Taliban’a desteği sadece profesyonellerin görebileceği gizlilikte bile değildi. Pakistan – Afganistan sınırında yaşayan aşiretler, sıradan insanlar, gazeteciler, sivil gözlemcilerin bile rahatlıkla tanık olabileceği aşikarlıktaydı. Pakistan halkı da farkındaydı. Ancak milliyetçilik duygusu ile ‘ezeli düşmanları Hindistan’a zarar verdiğini‘ düşündükleri bu İslamcı terör gruplarına desteği anlayışla karşıladılar.
Ancak 11 Eylül 2001’de New York’ta gerçekleşen terör saldırısından sonra Pakistan’ın bu stratejisi de duvara çarptı. Kürede teröre karşı oluşan büyük reaksiyondan çekinen Pakistan, istemeyerek de olsa ülke içinde ve Afganistan’da İslamcı terör gruplarına karşı mücadeleye girişti. En azından girişmiş görüntüsü verdi. Bu bile acı gerçekle yüzleşmesine yetti. Yıllarca beslediği terör grupları eve geri döndüler ve 2000’li yıllarda Pakistan’ı bir terör ülkesine dönüştürdüler. Bugün, patlayan bombalar, intihar saldırıları, ticari, turistik, askeri, karşıt dini hedeflere yönelik büyük çaplı terör saldırıları, suikastler ülkenin normali haline geldi. Pakistan istihbaratının, ordudan emekli veya ayrılmış bazı tiplerin desteklediği terör örgütlerinin tamamı bugün silahlarını Pakistan’a çevirmiş durumda. Pakistan Talibanı ise ülkenin Afganistan sınırındaki dağlık bölgelerin önemli bir bölümünün kontorülünü ele geçirdi.
Uluslararası yardımlarla ekonomisi ayakta durabilen Pakistan’ın uluslararası yardımın sürmesine ihtiyacı vardı ve itiraflar art arda geldi. Dönemin Pakistan devlet başkanı Asıf Zerdari 2009 yılında, İslamabad’taki bir konferansta, ülkesinin, geçmişte, jeo-stratejik hedefleri için terör grupları kurup desteklediğini itiraf etti. Eski genelkurmay başkanı ve eski devlet başkanı Pervez Müşerref, 2011’de Brian Michael Till’e verdiği röportajda, militanların Pakistan’ın başına açtığı sorunda kendi politikalarının payı olduğunu kabul edecek ve ‘askeri ve istihbari ünitelerimiz aracılığıyla silahlandılar’ diyecekti. Müşerref, aynı röportajında, ordudan bazı arkadaşlarının, Keşmir’de savaşmaları için Pakistan içinde gençlerden nasıl savaşçı devşirdiklerini de anlatıyor. Brookings Enstitüsünden Bruce Riedel, 2013 yılı Haziran ayında yayınladığı makalesinde Pakistan Başbakanı Navaz Şerif’in kendisine, ‘Pakistan istihbaratı (ISI), ordu ve Taliban arasındaki ekseni geçmeye kalkarsa, Amerika’nın Pakistan Başbakanı olarak artık ‘sakallı bir üniformalıyı’ görebileceğini’ söylediğini aktarıyor.
Pakistan devlet aklı varoluşunu, ‘Hint fobisi’ üzerine kurmuş durumda. Hindistan’da da dünyaya böyle bakan odaklar var elbette. Ama, Pakistan devlet aklının aksine, Hint devlet aklının temel derdi, ‘Pakistan’ı nasıl yenebiliriz, geçebiliriz’ değil. Hint devlet aklının Pakistan ile ilgili bugünkü temel endişesi, Pakistan’ın iyice yuvarlanacağı bir kaosun kendisine de güvenlik sorunu oluşturma ihtimalidir. Hindistan’ın sağcı başbakanı Narendra Modi’nin, Pakistan başbakanının ayağına gidip doğum gününü kutlamaktan çekinmemesi de bundan.
1947’de bir gün arayla doğmuş, aynı şartlara sahip olarak yürümeye başlamış iki kardeşten biri, çoğu yoksul 1 milyarı aşkın nüfusa rağmen dünyanın en çekici ülkelerinden biri haline geldi. Her geçen gün katlanan oranda turist ve yatırımcı çekiyor. Mars’ın yörüngesinde uydu dolaştırıyor. Küresel süper güç olmak için peşrev yapıyor. Diğeri, Ortaçağ şartlarında debeleniyor. Yarınından şüpheli halde, umutsuzluk girdabında ve hala güçlü bir tek adamın gelip kendisini kurtarmasını bekliyor. Bırakın turist ve yatırımcı çekmeyi, kendi vatandaşını, okumuşunu, yetenekli nüfusunu bile ülkesinde tutamıyor. Fırsatını, imkanını bulan ülkeden kaçıyor.
İki kardeşin öyküsü, Çin Seddinden Marakeş’e kadar uzayan coğrafyaya çok şey anlatıyor.
Follow @CemalTdemir